10.12.06

Işığı Kabul Edebilmek

Serkan, lise ikinci sınıfın başında alan tercihi yapmak zorundaydı. Lisede ikinci sınıftan sonra öğrenciler Sayısal, Eşit Ağırlıklı ya da Türkçe-Sosyal ya da Yabancı Dil bölümlerinden birini seçiyordu. Bu tercihleri de üniversite sınavında girebilecekleri bölümleri etkiliyordu. Serkan’ın matematiği fena değildi; ama sayısalı tercih etmeyi düşünüyordu. Çünkü ailesinde sayısal bölümlere gidenlerin “zeki” olduğuna inanılıyordu. Kendisine rakip olarak gördüğü kuzeni Tahsin de sayısal bölümü seçmişti. Serkan’ın babasının yakın bir arkadaşı Yavuz Bey, Serkanlara yaptığı bir ziyaret sırasında Serkan’ın lisenin sayısal bölümüne seçtiğini fark etti. Deneme sınavlarında kaç matematik, kaç Türkçe-Sosyal sorusu yaptığını sordu ve aldığı bilgilerden aslında Serkan’ın Eşit-Ağırlıklı bölümde başarılı olabileceğini anladı. Bu konuda Serkan’a ve Serkan’ın babasına yönlendirmede bulunmaya çalıştıysa da, Serkan kesinlikle kabul etmedi. Daha sonra üniversite sınavında Sayısal kategorisinde iyi bir puan yapamadı ve istediği bir bölüme yerleşemedi. Ancak sınavda çözdüğü sorular az değildi. Eğer Eşit-Ağırlıklı puan türünde sınava girmiş olsaydı, bir büyük şehir üniversitesinde ona cazip gelecek bir bölüme girebilirdi.

***

Pelin, ailesinin tek çocuğuydu. El bebek gül bebek büyütülmüştü. Ayrıca anne-babasının bir takım tedavilerden sonra güçlükle elde ettikleri bir çocuk olduğu için bir dediğini iki etmemişlerdi. Okulu bitirdikten sonra evlendi. Ama eşi ile sürekli sorunlar yaşıyordu. Eşi Mehmet klasik bir erkekti. Annesi, Mehmet’i yetiştirirken hep ona hizmet etmişti. Mehmet hayatında sofra kurmamış, hayatında sofra toplamamıştı. Evdeki en basit işleri bile yapmayı bilmiyordu. Daha ötesi bunları görev kabul etmiyordu. Pelin ile severek evlenmelerine rağmen sürekli çatışıyorlardı. Pelin, Mehmet’i en azından kendi tabak ve bardağını masaya koymasını ve yemekten sonra da toplamasını bekliyordu. Mehmet’e göre, bu işleri kadın yapardı. Buna benzer birçok nedenden kavga ediyorlardı. Pelin’in yakın bir arkadaşı olan Tuba, Pelin ve Mehmet’in ilişkilerini izledikten sonra Pelin’e Mehmet’e karşı biraz anlayışlı olmasını telkin etmişti. Ne var ki, Pelin “Nedenmiş, beyefendi sultan mı? Evliğin taraflarına eş deniyor; efendi ve hizmetçi denmiyor. Biz eşitiz.” diyerek Tuba’nın önerilerini reddetmişti. Tuba, son derece yumuşak bir dille “evliliğine dikkat et” demişti. Geçen zaman içinde Pelin ile Mehmet’in çatışmaları artmıştı. Bu arada Mehmet’in işyerinde bir hanım Mehmet’e ilgi göstermeye başlamıştı. Bir süre sonra Mehmet ile Pelin boşanma aşamasına geldiler.

***

Aysun, üniversitede öğrenciyken staj ararken oldukça iyi, iki yarı-zamanlı çalışma fırsatıyla karşılaştı. Bir tanesi, Türkiye’nin büyük holdinglerinden birinde yarı zamanlı asgari ücretle çalışma idi. Diğeri ise uluslar arası bir şirkette asgari ücretin yarısı karşılığı bir rakama çalışmak idi. Herkes kendisine büyük Türk holdinginde çalışmasını öneriyordu ve bu seçenek ona makul geliyordu. Tecrübeli bir danışman tanıyordu. Son bir kez ona danıştı ve danışman ona uluslararası şirkette çalışmasını önerdi. Aysun’un iyi bildiği bir söz vardı: “Bir inşaat yapılacak olsa, inşaattan anlamayan bir milyon kişinin görüşü, bir inşaat mühendisinin görüşünün yanında önemsizdir. Sonunda Aysun, uluslararası şirkette yarı maaşla çalışmayı tercih etti. Okul bitince de o şirketin New York’taki merkezinde 4000 dolar maaşla çalışmaya başladı.

***

Yukarıdaki örneklere bakacak olursak çevremizde bize ışık veren / vermeye çalışan insanların sözlerine ve yardım çabalarına kulak vermek, kafamızın dikine gidip duvara toslamaktan daha iyiye benziyor...

28.10.06

Ne öğrenmeli?

Eğitim, insan aklını birtakım genellemelere hapsetme süreci değil, insanı özgürleştirme süreci olmalıdır. İki tür enformasyondan söz edilebilir: Kullanılacak enformasyona eriştirecek enformasyon ve kullanılacak enformasyon.

Her iki enformasyon türü de değişkendir. Ancak kullanılacak enformasyonun miktarı ve değişkenlik seviyesi, kullanılacak bilgilere eriştirecek bilgilerden yüksektir.

Kullanılacak enformasyona eriştirecek enformasyon

Kullanılacak enformasyona eriştirecek enformasyon, okuma-yazma, araştırma becerileri, yaratıcı düşünme teknikleri, internet kullanma, temel matematik, hızlı okuma teknikleri, proje seçme ve uygulama becerileri gibi, bizi kullanacağımız enformasyonlara eriştirten (ya da onları üretmemize imkan veren) enformasyonlardır.

Kullanılacak enformasyon

Kullanılacak enformasyon, basitçe örneklemek gerekirse coğrafya, tarih, fen bilgisi, mühendislik, yönetim gibi alanlardaki enformasyonlardır. Yaşamak ya da üretmek için kullandığımız enformasyonlar, kullanılacak enformasyon olarak tanımlanabilir.

Eğer illa da birilerinin kafalarına bir şey sokacaksak, sokmamız gereken şey, kullanılacak enformasyona eriştirecek enformasyon olmalıdır. Bu enformasyon türünü edinmiş insanlar özgürdür. Onlar istedikleri her türlü enformasyona erişebilirler. Kafalarına sadece kullanılacak enformasyon yüklenmiş insanlarsa (üstelik bu enformasyonlar ağırlıklı olarak genelleme içeriyorsa) söz konusu insanlar esir edilmiş demektir.

Bu yaklaşımla baktığımızda çocuklara öğretmemiz (zorla enformasyon vermek anlamında kullanıyorum) gereken şey, tek başına “kullanılacak enformasyona eriştirecek enformasyon” olarak görünüyor. Ancak bu yaklaşım da yanıltıcıdır. Kullanılacak enformasyona erişebilmek için belirli ölçüde yine kullanılacak enformasyon gerekir. Örneğin, üniversitelerin arkeoloji bölümünde hem bir arkeolojik araştırmanın nasıl yapılacağı hem de tarih okutulur. Arkeolojik araştırmanın nasıl yapılacağı “kullanılacak enformasyona eriştirecek enformasyon” ve arkeolojik tarihse “kullanılacak enformasyondur.” Bu iki enformasyon olmadan, arkeoloğun araştırma yapması mümkün değildir. Bu yazıda defalarca vurguladığım temel şart ise, arkeoloji öğrencisine sunulacak enformasyonun da koşullu doğrular olmasıdır. Tarihsel bir enformasyon, nasıl koşul içerir diye düşünürseniz bir örnek verelim: “Piramitleri Mısırlıların yaptığını kabul ediyoruz; yapılacak araştırmalar bize başka bir enformasyon getirene dek.”

Proje bazlı öğrenme

Kullanılacak enformasyon ile enformasyona eriştiren enformasyonun birlikte kullanıldığı ve geliştirildiği başlıca etkinlik projelerdir. Herhangi bir proje, içerdiği sorularla gönüllü öğrenmeyi ortaya çıkaran, çok miktarda enformasyonun içinden kritik olanı diğerlerinden ayırmayı öğrenmeye yardım eden, kullanılacak enformasyon miktarını genişleten ve yetenek de kazandıran bir süreçtir. Örneğin, hiç gitar çalmayı bilmeyen birisinin okul mezuniyet balosunda gitar çalma projesi, ona hem yetenek hem de kullanılacak enformasyon kazandıracaktır. Gitar çalma yeteneğini kazanmak için kursa gidecek, daha önce belki de dinlediği; ama tanımadığı bestecileri ve yorumcuları öğrenecek, gitarla ilgili birçok teknik bilgiyi edinecek, şarkı sözü olabilir düşüncesiyle şiir kitaplarındaki şiirleri okuyacaktır. Bu tür bir proje, insan için okulda birinin bla bla ederek kafasına bir şeyler sokmasından çok daha etkili bir öğrenme yoludur.


06.01.2002

21.10.06

Karada bekleyen yelkenlilerden olmayın

On sekizine gelen herkesi karanın kenarında oturmuş, yelkeni olmayan bir yelkenliye benzetirim.

Bu yaştaki birinin biyolojik olarak aile desteği almadan ayakta durabilecek ve değişik projeleri hayata geçirebileceğini varsayabiliriz. Evden ayrılma becerisi değil, söylemek istediğim. Kendi kararlarını alarak hareket edebilme... Bir kursa yazılma, bir işe girebilme, bir hobinin peşinden o hobiyi neredeyse profesyonel uğraşa dönüştürecek kadar gitme gibi kararlar bunlar.

Bununla birlikte, her ne kadar gerekli donanıma sahip olsa da birçok insan, kendisini/teknesini karadan denize indirecek gücü gösteremiyor. Yelkenleri indirmeye hazır da olsa kumsalda karada bekliyor. Tüm hayatını yerinde sayarak geçiriyor. Daha az sayıda insan ise yelkenliyi denize indirmeyi başarıp kendi kararlarının peşinden gitmeye hazırlanıyor. Ancak teknesini denize indirmeyi başarabilen insanların bir kısmı ise kendisini denizde ileriye götürecek, yönünü kumanda etmesini sağlayacak yelkeni zamanında dokumamış olabiliyor. Donanımı eksik. Suya inse de yelkeni olmadığı için dalgaların etkisiyle bilinmeyen bir geleceğe savruluyor. Günlük hayatta kendisine yön verecek gücü olmadığı için başkalarının kontrolünde bir oraya, bir buraya savruluyor.

Yelkeni zamanında karada dokumayı başarmış ya da temin etmiş olanlar, yelkenlerini açıyor ve yelkenine dolan havayla birlikte yol alıyor. Diyelim ki 19 yaşında biri üniversitede kimya bölümüne, yazarlık kursuna ve üniversite sırasında bir satış işinde çalışmaya başlar. Bunların üçünün de harika deneyimler olduğunu söyleyebiliriz. Ancak birbirlerine destek olmayan deneyimler. En ileriye gitmek için üç yelkeniniz varsa, üçü de aynı yöne bakarsa daha çok rüzgar alırsınız. Etkinliklerin üçü de birbirine destek olursa, örneğin kimya bölümüne gitmek, kolejlere hazırlık dersanesinde kimya dersleri vermek ve bir ilaç şirketinde staj yapmaya başlanacak olursa bu kişiyi daha ileriye götürebilir. Yelkenleri farklı yerlere bakan insanlar bir süre sonra, çatışma yaşar ya da bir o adaya bir bu adaya giderken mesafe kat edemez. Bu bile teknesi karada bekleyenlerle kıyaslanınca büyük zenginliktir. Bazıları şanslıdır; seyir sırasında ödünç aldıkları bir pusula ya da sekstant (denizde seyir için kullanılan göze dayanarak güneş rasatı alınan alet) vardır. Denizde yol alırken nerede olduklarını anlamak ve yönlerini tayin etmek için bakarlar. Hayatta bu daha deneyimli, bilgelik ve bilgi sahibi bir danışman, mentor (öğretmen tutumlu, bilge, ilişki olarak yakın kişi) olabilir. Ancak hayatımızın her anında bu kişi olmayacağına göre, insan kendi pusulasına ve sekstantına sahip olabilir.

Bir taraftan da yelkenli tekneden büyüklerini de hayal etmek mümkündür. Daha büyük ve motorlu yatlar veya gemiler... İnsan, zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmediyse, bazen küçük bir kayıkla başlar, sonra büyük tankerlere doğru gider. Dünyadaki zengin insanların yüzde 5 kadarı, zenginliklerini miras almışlardır. Yüzde 95'i kendi çabaları ile zengin unvanını almıştır. (bkz. The Millionaire Your Next Door). Bu anlamda kayıkların büyük tankerlere dönüşmesi herkes için mümkün. Sonraki aşamada, kişinin tekneyle uzun vadede nereye gideceğine karar vermesi gerekiyor. Uzun vadeli hedefler hayattaki en küçük ayrıntıya bile karar verirken önemli bir referans noktasına dönüşür. Doğru ve anlamlı bir yöne kararlı bir şekilde ilerlenirken topluma da hizmet ediliyorsa yelkenlinin arkasına irili ufaklı birçok kayık ve yelkenli de katılacaktır.

Kimisi hayatını bir karanın kıyısında bekleyerek geçiriyor; kimisi de denizin sonsuz dalgaları arasında bir limandan diğerine giderek. Umarım, limanlar arasında dolaşanlardan oluruz.

10/04/2005

Asalet sonradan kazanılır

Koray, müdür olunca şirket ona uçak seyahati için Business Class'tan bir bilet almıştı. Koltuğuna kurulan Koray, yanında Türkiye'nin en saygın ailelerinden birinin tanınmış ve yaşlı bir üyesinin oturduğunu fark etti.

İyi yolculuklar dileyerek kendini tanıttı ve çok merak ettiği birkaç şeyi sormak istediğini söyledi. Yaşlı adam, bu genç işadamının sorularını elinden geldiğince cevaplayacağını söyledi. Koray, biraz sıkılgan bir şekilde "Siz aristokrat bir aile kabul ediliyorsunuz. Aristokrat olmanın bir formülü var mı?" diye sordu.

Yaşlı adam "Nasıl aristokrat olunacağı hakkında değil; ama nasıl asil bir insan olunacağı hakkında babam bize bir şeyler öğretmişti. Ancak yeni tanıştığım bir insana bunları anlatmak çok doğru olur mu bilmiyorum." dedi. Koray, "Efendim ben çok merak ediyorum. Ama bu sorunun cevabını şimdi öğrenmem uygun değilse başka fırsat olacaktır. Sizi zorlamak istemem." diye ısrar etti. Koray'ın bu tavrını gören yaşlı adam konuşmaya başladı: "Peki, peki anlatacağım. Birçoklarının bildiği gibi biz zengin bir aileyiz. Ancak hiçbirimiz zengin çocuklar olmadık. Diğer bir deyişle babalarımız hiçbir zaman bize ailenin zenginliğini belirli bir döneme kadar açmadılar. Örneğin, benim babam otuz yaşına gelinceye kadar, ne ekonomik anlamda, ne de ilişkiler anlamında bana destek olmadı. Bana 'Kendi ayaklarının üstünde durmayı öğrenmelisin.' derdi. Birçokları bizim özel okullara gittiğimizi zanneder; hâlbuki bizim ailede herkes devlet okullarına gitmiştir. Çünkü ailede hiç kimsenin özel okulu finanse edilmez. Herkes kendi gittiği okulun ücretini kazanmak ve ödemek durumundadır. Size şaşırtıcı gelebilir; ama her birimiz üniversiteyi bile kendi bireysel imkânlarımızla okuduk. Üniversite döneminde harçlığımızı çıkarmak için çalışmak zorundaydık. Bir malikânemiz vardı; ama sanki biz bu malikânenin sahibi değil de, hizmetlisiydik. Okul bittiğinde bizim için, aile şirketlerinde çalışma imkânı diye bir şey yoktu. Şirketler biz otuz yaşına gelinceye kadar bizim çalışmamıza kapalıydı. Her birimiz dışarıda çalışmalı ve pişmeliydik. Bu süreçte aile büyükleri hiçbir kararımıza da karışmadı. Kendi kararlarımızı alıyor ve uyguluyorduk. Elbette bir sürü yanlış karar da aldım ben. Ama sonunda doğru karar almayı öğrendim. Kendi yüreğimi, zihnimi sevgi ve şefkatle yönetmeyi öğrendim. Sabretmesini, ukala olmamayı, hatalarımı sahiplenmeyi öğrendim. Kendimle ve dünyayla barışık olmayı öğrendim.

Babam bana 'Bu dünyada bir bambu gibi olmalısın, sıradan bir ağaç değil.' derdi. Bambu, dünyada inşaatlarda da kullanılabilen çok güçlü bir bitki ve ağaç türü. Başkasından destek almadan ayakta dimdik durabiliyor, ayrıca son derece işlevsel. Fidanları gıda olabiliyor. Bulunduğu bahçelere güzellik katıyor ve bir anlamda bahçenin en uzun, en gösterişli üyesi olduğu için bahçenin lideri. Kışları soğukta başka ağaçların donmasını önlemek için bambu kaplarlar. Bambudan mızrak ve ok hortumları yapılabiliyor. Babam bize bambu gibi sağlam, dik ve işe yarar olmamızı söylerdi. Bambu, gücünü kendinden alırmış; başkasından değil. Kimseden fazla bir şey talep etmeden ayakta dururmuş. Ben de iş ve aile hayatım boyunca kimseden bir şey istemeden ayakta durmaya odaklandım. Tıpkı bambular gibi başkalarına destek oldum; onları korumaya çalıştım, onlara cesaret verdim. Başkalarının şirketlerinde çalışırken birilerini eleştirerek, zayıf yönlerini ortaya çıkararak yükselmek gibi bir çabam hiç olmadı. Yani babamın başlıca öğütlerinden biri, 'Muhalefet partileri gibi eleştiren değil, iş yapanlardan ol.' sözüdür. Biz hep iş yapmaya çalıştık, eleştirmeye değil.

Gücün ve pozisyonun peşinden koşmadık hiç. Özellikle yakın çevremizdekiler, bizim nasıl yetiştirildiğimizi bilenler bize saygı duydular. Her birimiz kendi yaşamlarımızı kurduğumuz için bize güvendiler. Biz kimseden itaat etmesini ya da bizi lider kabul etmesini beklemedik. Ancak sorumluluk aldığımız, bizimle birlikte çalışan insanların içinden geldiğimiz ve soyadımızın sağladığı zenginlik ve ilişkilere dayanmadan yükseldiğimiz için insanları biz doğal olarak izlediler. Asalet insanın yaptıkları, içinden geçtiği tecrübeler ve tutumlarıyla ilgili sanırım; damarlarında dolaşan kanla ilgili değil.

21/10/2006

18.10.06

Düzenli hayat için trenlere bakmak yeterli

Lisans öğrencisi bir genç kız olan Gökşen ile doktora öğrencisi Ercüment konuşuyor: "Ercüment abi, sana imreniyorum. Her zaman ne yapacağını biliyorsun, bir planın oluyor.

Nasıl yapıyorsun bunu? Benim hayatım karmakarışık, ne yapacağımı bilmiyorum. Bırak ertesi günü, akşam için bile bir planım yok çoğu zaman." "Gökşen, hayatını düzenlemek konusunda ilerleme sağlamak istersen, trenleri incelemeni öneririm." "Ercüment abi, trenin ne ilgisi var şimdi?"

"O kadar çok ki, trenin en büyük özelliği illa ki, bir hedefinin olmasıdır. Raylarda yolcu almaya hazır bir trenin nereye gideceği bellidir. Amacı, hedefi belli olmayan tren olmaz. Hedefi olmayan trenler, depoda bekler, yerinde sayar. İnsanlar da böyle. Hedefi yoksa öylece zaman geçirirler, yerlerinde sayarlar. Raylar, trenin hedefine ulaşırken takip edeceği izlerdir. Her insan kendi hedeflerine ulaşabileceği bir yol, bir iz geliştirmeli. Biliyor musun girişimcilik kurslarında, girişimcilere öncelikle iş planı yazdırırlar. 'Hedefin ne?' ve �Oraya hangi yoldan gideceksin?' sorularının cevaplarını belirginleştirirler. Trenlerin her zaman ulaşmayı öngördükleri bir son istasyon vardır. Bir de durdukları ara istasyonlar. Ben kendime ulaşmak için bir ana istasyon seçtim. Bu istasyona giderken de ulaşmam gereken ara hedeflerim var. Günlük, haftalık olarak sürekli o ara hedeflere ulaşıp ulaşmadığımı kontrol ediyorum. Tıpkı trenin her bir ara istasyondan geçerek varış istasyonuna yaklaşması gibi, ben de ara hedeflerime ulaşarak büyük hedefime yaklaşıyorum. Trenlerin çok çok önemli özelliklerinden biri de, bir programlarının olmasıdır. Yani ana hedefe hangi gün hangi saatte ulaşacakları bellidir; hangi ara istasyonda saat kaçta olacakları da bellidir. Hatta yolcular bilmese de, hangi istasyondan yakıt alacağı, su alacağı, erzak alacağı da bellidir. İnsanın da böyle bir programı olması, çok kritik. Birçok insan, kendi hedefleriyle ilgili zaman programı yapmıyor. Trenler, bazen gecikmeli gider; ama sonunda giderler. Gecikmeler de hiçbir zaman trenin toplam ulaşma süresinin üç katı değildir. Birçok örnekte gecikmeler yüzde 10'un altındadır. İnsanların da program yapanları, hedeflerine küçük gecikmelerle ulaşıyor.

Bir de planın varsa zamanı gelince gidersin. Trenin bir kuralı vardır. Yolcular zamanında gelse de gelmese de tren istasyondan zamanında kalkar. Günlük hayatta da böyle olmak lazım. Televizyon mu seyrediyorsun, arkadaşınla mı sohbet ediyorsun? Çalışmak için ayrılma vakti geldiyse gelmiştir. Bir de belirginlik harika bir şey, örneğin programın varsa ders çalışma işinin ne zaman biteceğini de bilirsin. Eğlenmenin de programı var. Ekspres trenler ve her istasyonda duran trenler var. Kimisi ana hedefine konsantre olur, ona tek bir adımda ulaşabileceğine inanıyorsa tek bir adımda gider. Kimisi de emin adımlarla, her ara istasyonda durarak ilerler. Bu biraz da kaynak, taşıma ve yol imkanlarıyla ilgili. Yani sen bin kilometreyi gidecek yakıtı depolayabiliyor musun ya da yol boyunca alabiliyor musun? Senin hızlı gitmene uygun yol yapısı var mı? Virajlı bir yolda çok hızlı gidemezsin çünkü. Hız sınırı var mı? Üniversiteyi bir yılda bitirmek istesen de, birçok örnek de üç yıldan önce bitmiyor.

Tren makinistinin en önemli görevlerinden biri ufkuna bakmaktır. Yaklaşan ya da yaklaştığı tehlikeleri görmektir. Bir trenin önüne insan çıkabilir, bir hayvan çıkabilir ya da bir araç çıkabilir. Bir köprü yıkılmış olabilir. Bir tünelin ucunda toprak kayması olmuş olabilir. Makinist bütün bunlara göre ya hızını yavaşlatacak, ya duracaktır. Her insan da hayatta ilerlerken, önüne bakmalı ve duruma göre gerekli kararları almalı."

03/04/2005

17.10.06

Teleskop alacak paranız yoksa?

Lise birinci sınıf öğrencisi İlker, yıldızlara ve uzaya meraklıydı. Babasından bir teleskop almasını istedi.

Ne var ki, istediği teleskopun fiyatı 300 dolar kadardı. Babası ise kısıtlı aile bütçesinde bu teleskopu almak için yer olmadığını söyledi. Bununla birlikte oğlunu tam olarak reddetmeyen baba, ona bir teleskop yapmasını teklif etti. İlker, önce güldü; babasının alay ettiğini düşündü. Ama babası son derece ciddiydi. İlker, “İyi ama, nasıl?” diye sordu. Baba da soruyu bir top gibi ona geri attı: “Sence nasıl?” İlker, “İnernete bakabiliriz.” dedi. İnternette www.google.com.tr adresinde “teleskop” yazınca epeyce bir site geldiyse de, bir teleskopun nasıl yapılacağına ilişkin bir plan gelmedi. İngilizce sözlüğe bakarak teleskopun İngilizce karşılığını internette yazınca yüzlerce İngilizce site gelmişti; bununla birlikte İlker’in İngilizce bilgisi bu siteleri anlamaya yeterli değildi. Umutsuzluğa düştü. Babasına internetten bir sonuç çıkmadığını söyledi. Babası, ona “Teleskop yapmaya ilişkin bilgi başka nereden alınabilir?” diye sordu. İlker, “Üniversiteden.” diye cevap verdi. Babası “Öyleyse onu dene.” diye öneride bulundu. İlker, okuldan öğleden sonra üç buçukta çıkınca Ege Üniversitesi Uzay Bilimleri Bölümü’nün yolunu tuttu.

Okul forması ve çantası ile sorarak bir asistanın odasını buldu ve “bir teleskop yapmak” istediğine ilişkin projesini anlattı. Asistan önce şaşırdı ve gülümsedi; sonra birkaç asistan arkadaşını da odaya davet ederek İlker’i tanıştırdı. Yarım saat kadar sohbet ettikten sonra İlker’e birkaç değişik kitaptan teleskop planları ve resimleri, teleskopların çalışma prensiplerine, mercek yapılarına ilişkin bilgilerin kopyalarını verdiler.

İlker, planları inceledikten sonra kendisine malzeme listesi hazırlamaya karar verdi. Ancak elindeki planlardaki teleskop malzemeleri hep büyük boyutluydu. Önce bunların küçük ölçülerini hesaplaması gerekliydi. Okuldaki matematik hocasıyla birlikte çalışarak ölçülerin % 30’luk daha küçük bir modeldeki karşılıklarını buldular.

Ardından iş, mercekleri ve aynaları bulmaya gelmişti. Çocukluğundan beri gözlüklerini aldığı gözlükçü Yusuf ağabeye giderek, uzun uzun gözlük camlarının teleskopa olup olmayacağını tartışlar ve sonunda Yusuf abisi ana şirketten uzmanlardan da destek alarak İlker’in ihtiyaç duyduğu mercekleri buldu. Üstelik İlker’in bu projesine destek olmak amacıyla tüm mercekleri de ücretsiz verdi.

Ardından merceklerin oturacağı teleskop borularını bulmak gerekiyordu. Soba borusu satan bir tenekeciye gitti; ama buradaki boruların hiçbirinin çapı istenilen ebadı tutmuyordu. Tenekeci, büyük bir nalbura gidip su borusu bakmasını tavsiye etti. Nalburdan ihtiyaç duyduğu iki boruyu aldıysa da üçüncü boruyu bulamamıştı. Bu boru beş santim çapında bir boruydu. İzmir’in hurdalığına bile gitti; ama yine de istediği boruyu bulamadı. Eve dönünce aklına annesine iş yerinden hediye edilen takvimin silindirik kutusu geldi. Aradı ve buldu. Tam istediği çaptaydı. Ardından malzemeleri birleştirebilmek için babasıyla birlikte bir cumartesi gününü harcadı. Bir tek teleskopun ayağı eksik kalmıştı. Tek tek tüm komşularına fotoğraf makinesi ayağı olup olmadığını sordu; birinin video kamera ayağı vardı. Onu 15 günlüğüne ödünç istedi.

İlker, müthiş bir heyecanla geceyi beklemeye başladı. Çatıya çıkacak ve hayranı olduğu yıldızları artık daha yakından görecekti. Sonuç hüsran oldu. Hiçbir şey görünmüyordu. Pazar günü tüm mekanizmayı babasıyla gözden geçirdi; ama pazar gecesi de bir şey görünmedi. Pazartesi günü teleskopu alıp Ege Üniversitesi Uzay Bilimleri Bölümü’ne gitti. Asistanlar İlker’in teleskopunu şaşkınlıkla incelediler. Her şey doğru görünüyordu. Yanlış olan baktıkları yerdi. Şehrin ışıkları yıldızların net olarak görünmesini engelliyordu. Pazartesi günü Manisa yolu üstündeki Sabuncubeli tepesine çıktılar ve tüm Samanyolu teleskopun ucundaydı. İlker, liseden sonra üniversitede uzay bilimleri bölümüne girdi. Okulu birincilikle bitirdikten sonra Avrupa’da Airbus’ta araştırma–geliştirme bölümünde çalışmaya başladı.

14/03/2004

Çalışmak sıkıcı mı, eğlenceli mi?

Pınar, üniversite sınavına hazırlanıyordu ve bu iş ona çok sıkıcı geliyordu. Motivasyonu oldukça düşmüştü. İlkokul ikinci sınıfa giden kardeşi Samet ise enerji fışkıran, inanılmaz ölçüde eğlenerek dolaşan bir çocuktu.

Samet, bir gün okuldan eve arkadaşı Alp ile geldi. Kendi aralarında bir yarışma düzenlemişlerdi. Samet arka arkaya iki bilmece sordu: “Kolu var, bacağı yok; dikdörtgeni var, karesi yok.” İkinci bilmece de şöyleydi: “Küçük, dikdörtgen kutu, içi insan dolu.” Alp birincisini bilemedi; Samet bir kağıda eksi bir puan yazdı. Cevap “kapı” idi. İkincisini ise bildi; cevap “televizyon”du. Ardından Alp sordu: “İncecik beli, elimin eli.” Samet düşündü, düşündü ama bulamadı. Cevap “çatal”dı. Ardından ikinci bilmeceyi sordu: “Bir Japon ne zaman ‘merhaba’ der?” Samet bu sorunun cevabını bildi ve bilmeceleri karşılıklı sormaya ve puanları yazmaya devam ettiler. Artık her gün düzenli olarak okuldan geliyor; daha önceden araştırıp buldukları bilmeceleri birbirlerine soruyorlar ve haftanın şampiyonunu ilan ediyorlardı. Her ikisi de bilmeceleri bulmak ve çözmek için büyük çaba gösteriyor ve yarışma sırasında inanılmaz eğleniyorlardı.

Pınar, Samet ile Alp’in bu eğlenceli öğrenme yöntemini, “Ben üniversite sınavına hazırlık için kullanabilir miyim?” diye düşündü ve arkadaşı Özlem ile anlaştı. Artık onlar da her akşam okuldan sonra buluşuyor ve birbirlerine test kitaplarından sorular soruyorlardı. Eskiden eziyet olan test çözme işi, şimdi tatlı bir yarışa dönüşmüştü.

Samet, bu bilmece işini sürdürürken evde yeni bir uygulama başlattı. Hayat bilgisi dersinde öğrendiklerini kağıtlara yazıyor ve evin duvarlarına, kapılarına yapıştırıyordu. Eve gelen misafirler tuvaletin kapısını açarken Güneş Sistemi’ndeki gezegenlerin isimleri ile karşılaşıyordu. Musluğun üstünde ise karasal iklimin özellikleri yazılı idi.

Pınar, küçük kardeşini gıpta ile izliyordu. Bu çocuk bir dahi olmalıydı. Öğrenmesi gereken kritik ne varsa yazıp çevresine yapıştırıyor; çevrede gözüne çarpıyor; böylece öğrenmek için fazla bir zaman da harcamıyordu. Pınar, “Neden ben de aynı yöntemi izlemiyorum?” dedi ve üniversite sınavına hazırlıkla ilgili ezberlemekte güçlük çektiği bilgilerin hepsini kağıtlara büyük büyük yazıp evin değişik noktalarına, duvarlara, kapılara, aynalara astı. Hatta bir adım öteye giderek yöneticiden izin aldı ve apartmanın dış kapısından itibaren zarif bir şekilde kağıtları apartmanın duvarlarına da astı. Eve her giriş çıkışı da bir öğrenme etkinliği ile dolmuştu. Samet, her hafta kendi notlarını değiştiriyordu. Bu çocuk gerçekten öğrenme konusunda çok yaratıcıydı. Pınar da her hafta kendi kağıtlarını değiştirmeye başladı.

Samet bir gün okuldan eve gelince bir şarkı tutturdu. “Mini mini bir kuş donmuştu, pencereme konmuştu” şarkısı vardır ya onu derste öğrendiği bir bilgiyle birleştirerek söylüyordu. “Mini mini bir Merkür olmuştu; Venüs’ün yanına konmuştu, aldım onu Mars’ın yanına...” Pınar, bu şarkıyı da duyunca küçük kardeşine daha da hayran oldu. Ezberlemekte zorlandığı formüllerin listesini çıkardı ve onları sevdiği şarkıların sözlerinin içine koyarak yolda yürürken söylemeye başladı.

Sonuç? Pınar üniversite sınavında ilk dört bine ve istediği bölüme girdi. Pınar, üniversite sınavıyla ilgili iyi haberi aldıktan sonra Samet’e bir hediye aldı. Samet, “Bu hediyeyi bana üniversiteyi kazandığın için mi aldın?” diye sorunca Pınar şöyle cevap verdi: “Hayır, bu hediyeyi bana çalışmanın istenirse ne kadar eğlenceli bir şey olabileceğini öğrettiğin için aldım.”

12/04/2004

15.10.06

Rutin hayatta motivasyon nasıl artar?

Önder’in iş arkadaşı Sibel her gün güler yüzle dolaşıyordu; motivasyonu çok yüksekti. Halbuki ikisi de aynı işyerinde çalışıyorlardı ve Önder’in kendisi dahil, birçok iş arkadaşı Sibel gibi mutlu ve motivasyonu yüksek değildi.

Önder, bir gün öğle yemeğinde denk getirdi ve Sibel’e sordu. “Sibel Hanım, son derece enerjiksiniz, son derece motivasyonunuz yüksek, bu işin sırrı nedir?” Sibel sakince, cevap verdi: “Rutinler...” Önder, “Benim de rutin bir hayatım var. Her gün işe geliyorum, işten de eve gidiyorum. Cumartesi günleri de alışverişe gidiyorum, pazar günleri de geç kalkıyorum ve dinleniyorum; ama sizin gibi enerjik değilim.” dedi.

Sibel, “Açıklamaya çalışayım.” dedi. “Ben haftanın her bir gününü zarf gibi görüyorum. Pazartesi günü zarfı var, salı zarfı var, çarşamba zarfı var vesaire. Ben her pazartesi günü aynı zarfı açarım ve o zarfın içindekini yaparım. Salı günü de aynı şekilde; salı günlerine ait zarfı açar onun içindeki zarfta ne yazılıysa onu yaparım. Benimle diğer insanlar arasındaki fark, birçok insanın böyle bir zarf sisteminin olmaması, varsa da zarfların içine koyduklarının farklı olması.” Önder merakla sordu: “Ne koyuyorsunuz bu zarfların içine? Hiç böyle bir şey duymamıştım.”

Sibel, “Ben ajanda kullanmıyorum; onun yerine sözünü ettiğim bu zarfları kullanıyorum. Örneğin pazartesi gününün zarfında ‘Anneni ziyaret et’ yazılıdır. Ben de her pazartesi akşamı eşimle annemi ziyaret etmeye giderim. Bunu hiç sektirmem, annemi her hafta görmek hem onu, hem beni mutlu ediyor.” Önder araya girdi; “Peki pazartesi işe de geliyorsunuz, onu yazmıyor musunuz?” Sibel, “Hayır yazmıyorum, zaten hafta içi her gün dokuz-altı mesaim olduğu belli, ben sadece akşamları ve hafta sonlarını, özgür olduğum zamanlar ne yapacağımı yazıyorum. Ayrıca işyeri için de günlük bir zarf setim var; ama o işte başarılı olmam, işlerimi bitirmemle ilgili.” diye devam etti.

“Salı günlerinin zarfında ‘alışveriş’ yazılıdır. O akşamı evin ihtiyaçlarını almaya ayırırım ve alışverişten sonra da yemek hazırlarım. Alışverişi sadece salı akşamları yaparım, böylece hafta sonuna alışveriş konusu sarkmaz.” Çarşamba gününün zarfında film notu vardır; akşamları, eşimle film seyretme gecemizdir. İşten çıkınca buluşur bir film satıcısına gideriz; kendimize bir film seçer, yemekten sonra onu seyrederiz. Üstüne de film üstüne bir sohbet yaparız.

Perşembe gününün zarfında “etkinlik” yazar. Devlet ve şehir tiyatrolarının biletleri çok ucuz biliyorsunuz; ailecek gidebileceğimiz bir oyuna gitmeye çalışıyoruz her perşembe. Perşembe insanların pek gezmeye gitmediği bir gün olarak daha da rahat bilet bulunuyor; ayrıca trafik de daha rahat oluyor.” Önder, “Her gün dışarıdasınız yani...” diye araya girdi. Sibel, “Aslında pek öyle değil. Bir tek pazartesi ve perşembe günü dışarıda oluyoruz. Diğer günler hep evdeyiz, ama bir şeyler yapıyoruz.

Cuma gününün zarfında da ‘Arkadaşları eve davet et’ yazılıdır. Her cuma ya eşimin, ya benim arkadaşlarımdan birini ya da bir çifti sohbete davet ederiz.” diye devam etti.

Önder, “Peki hafta sonu ne yapıyorsunuz?” diye sordu. Sibel de cevapladı: “Cumartesinin zarfında ‘kişisel gelişim’ yazar. Sabah eşimle birlikte erken saatte bir parka yürüyüşe gideriz. Dönüşte ikimiz de birlikte ya da ayrı ayrı kayıtlı olduğumuz kurslara gideriz. İngilizce, ud, ebru hangisiyse o kursa gideriz. Cumartesi günleri evde hiç televizyon açmayız. İkimiz de sessiz sessiz kitap okuruz; kurstan sonra.

Pazar gününün zarfında ise ‘aile ve gezme’ yazılıdır. Çoğu pazar günü bir aile büyüğünü ya ziyaret ederiz ya da o aile büyüğünü dışarıda bir yere götürürüz. O mutlu olur, biz de mutlu oluruz.”

Önder “Bütün bunlar size enerji mi veriyor? Yoruluyor olmalısınız.” Sibel “Bunların hepsi bana mutluluk veriyor. Ailemle birlikte oluyorum, eşimle çok uygun fiyata eğleniyoruz, yeni şeyler öğreniyoruz. Bütün bunları yapmak için ajanda bile kullanmıyorum. Bunları yapmış olmak bana sürekli enerji veriyor. Üstelik bunları yapmak için herkesin zamanı var; ama kimse zarfına bir şey yazmıyor. Zarflar boş kalıyor. Bizim zarflarda aynı şeyler yazıyor gibi görünüyor; ama her hafta farklı bir tiyatro ya da etkinliğe gidiyoruz. Yani sıra dışı yaşamayı rutin hale getirdik.”

13/11/2005

14.10.06

Hayatın çilingiri olmak

Anahtara sahip olmak önemlidir. Çünkü anahtar kapıları açar. Ancak ondan daha önemlisi, doğru anahtara sahip olmaktır. Doğru anahtar, girmek istediğimiz kapıyı açan anahtardır.

Ancak her zaman bu anahtara sahip olmayız. Öyleyse anahtar sahibi olmaktan daha önemlisi çilingir olmaktır. Çünkü çilingir, anahtara sahip olmadan kapıyı açan kişidir. Sıra Dışı Yaşam Becerileri isimli seminer programımın insanları birer çilingire dönüştürdüğünü söyler dururum. Hayatın çilingiri olmayı öğrenmek demek, deneme yapmaktır. Denemek; gitmediğiniz yere gitmek, konuşmadığınız insanlarla konuşmak, okumadıklarınızı okumak, yemediğiniz yemekleri tatmak demektir. Yapmadığınızı yapmak. Küçük ve çok önemli bir kural daha var ama... Geri dönemeyeceğiniz hiçbir şeyi denemeyin. Örneğin, adam öldürmeyi... Aslında her deneme enformasyon toplamaktır. Aslında kapıları açan da enformasyondur. Gerçek bir örnek verirsek, şu anda öğrenme ortağımız olan Yalçın isimli kıdemli bir öğrencimizin ev anahtarı kaybolmuştu, ve eve girmesi gerekiyordu. Ne var ki, anahtarı yoktu. Bakalım Yalçın ne yapacaktı? Kapıyı açmak için bir omuz atabilirdi. Eş dosttan bulduğu anahtarları teker teker belki açar diye deneyebilirdi. Bir tornavida ya da maymuncukla kendisi açmayı deneyebilirdi. Bir çilingir çağırabilirdi. Yalçın bunları yapmak yerine sahip olduğu kredi kartının verildiği bankanın yardım servisini aradı. Bankanın 24 saat hizmet veren bir yardım servisi vardı. Onlar anlaşmalı oldukları bir çilingiri ücretsiz olarak Yalçın'ın evine gönderdi ve kapı açıldı. Şimdi bu öyküde kapıyı açan çilingir midir, yoksa enformasyon mu? Bu öyküde kapıyı açan enformasyondur. İkinci bir şey de bir şartlanmanın kırılmasıdır.

Önce enformasyondan söz edecek olursak Yalçın, bankadan gelen yazıları okumayı denemiş ve yararlı olabilecek bir şeyi not almıştır. İlgili bir problemle karşılaşınca sahip olduğu enformasyonu kullanmış ve problemi çözmüştür. Ancak buradaki püf noktalardan bir tanesi de koşullanmanın kırılmasıdır. Türkiye'de birçok banka, kredi kartı sahiplerine bu tür hizmetler veriyor. Çilingirlikten uçak bileti satın almaya kadar. Tüm bu bankalar yine müşterilerine bu hizmetleri ücretsiz verdiklerini bildirseler de, benim sorduğum insanlar, bu hizmetleri kullanmayı düşünmemiş. Çünkü banka bir sebep göstererek bu hizmeti gerçek bir olay sırasında vermez ya da gizli bir maliyet çıkarır diye düşünmüşler. Bu şartlanma da insanları bu hizmetten yararlanmaktan uzak tutmuş. Yalçın, problemi çözerken enformasyon kullanırken, bir taraftan da bu önyargıyı kırıyor.

Her alanda deneme yapmak insanı zamanla bir çilingire dönüştürme potansiyelini taşıyorsa da, çilingire dönüşmenin başlıca yollarından biri de teklif etmektir. Teklif etmek; birine yaklaşmayı ve sormayı içerir. Eğer hiç sormayı denemezseniz, o insanlar sizin öyle bir şey istediğinizi nereden bilebilir? Sorularımızı, tekliflerimizi engelleyen sebeplerin başında ise önyargılar geliyor. "Kabul etmezler ki... Beğenmezler... İstemezler ki..." Bu tür düşünceler deneme ve teklif yapmayı engeller. Dünyada insanlar ve kurumlar kabul etmek üzere/kabul edilebilecek teklifleri bekliyor.

27.11.2005

13.10.06

Sıra dışı doğum günü kutlamaları

Üniversite öğrencisi Nevzat’ın doğum günü yaklaşmıştı. Okul arkadaşları Fahri, Ömer ve Faruk, ona sıra dışı bir doğum günü kutlaması yapmaya karar vermişlerdi.

Nevzat’ın doğum gününde Fahri, bir bahane uydurup saat 10.00’da Nevzatlar’a gitti; oradan birlikte okula gideceklerdi. Fahri, Nevzat’la evden çıkmadan önce Ömer’i arayıp “N’aber?” diye sıradan görünen bir telefon görüşmesi yaptı. Ömer ve Faruk, okul yönüne giden yolda bir önceki durakta bekliyordu ve bu yönde giden tek otobüse bindiler. Otobüse biner binmez, “herkese günaydın” dedi ve çok kalabalık olmayan otobüste Faruk elindeki çikolata kutusundan insanlara çikolata ikram etmeye başladı. İnsanlar “Neden çikolata ikram ediyorsunuz?” diye sorunca Ömer otobüsteki herkese duyuru yaptı: “Bir sonraki durakta Nevzat diye bir arkadaşımız binecek ve bugün Nevzat’ın doğum günü. Onun doğum gününü sıra dışı bir şekilde kutlamak istiyoruz. Eğer Nevzat binerken ben işaret verince hep birlikte ‘İyi ki doğdun Nevzat’ diye şarkı söylersek ona harika bir doğum günü hediyesi vermiş oluruz.” Otobüs yolcuları gülümseyerek “tamam” dediler ve otobüs bir sonraki durağa doğru ilerlemeye devam etti. Durağa geldiler; önden birkaç başka yolcu bindikten sonra Nevzat ve Fahri de otobüse binince Ömer işareti verdi ve otobüs koro olarak söylemeye başladı: “İyi ki doğdun Nevzat, İyi ki doğdun Nevzat.” Nevzat, ne olduğunu şaşırdı. İnsanlar güçlü bir şekilde koroyu sürdürdüler, sonra hep birlikte alkışladılar. Nevzat’ın bu arada iki gözünden sevinç gözyaşları dökülüyordu. Faruk, Ömer ve Fahri ile kucaklaştı, teşekkür etti. Gözlerinde yaş, yüzünde gülümseme “Oğlum, siz çılgınsınız!” diyordu. Daha sonra Faruk ve Ömer, herkese ufak pasta dağıttı. Herkes için ama elbette Nevzat için sıra dışı bir doğum günü kutlaması olmuştu.

Aşkın ile Sevgi, birkaç yıllık evliydiler. Sevgi’nin doğum günüydü ve Aşkın sıra dışı bir şekilde eşinin doğum gününü kutlamaya karar vermişti. Sabahleyin kalktı erkenden çiçekçiye gitti ve zarif bir gül buketi aldı. Eve döndü. Buket gülü, dairenin dış kapısına şeffaf koli bandıyla yapıştırdı. Eşi mutfaktayken onun kendisini kapıdan uğurlamasına fırsat bırakmadan “İşe geç kalıyorum.” diyerek dışarı çıktı ve dış kapıyı kapattı. Dairenin dış kapısında “Doğum günün kutlu olsun” notu ile çiçekler asılı duruyordu. Aşkın işten karısını aradı ve “Canım, taze mevsim meyveleri istiyor. Bir ara çıkıp taze mevsim meyvesi alır mısın?” diye ricada bulundu. Sevgi, bir saat kadar sonra evdeki işlerini bitirip çıkmak için hazırlandı ve dış kapıyı açtığında eşinin ona hazırladığı hediyeyi buldu. Yüzünü şaşkınlık ve sevinç dolu bir ifade ile kapladıktan sonra yerini sevinç gözyaşının eşlik ettiği bir gülümsemeye bıraktı.

Ertan’ın annesinin doğum gününe altı ay vardı. Ertan, annesinin doğum gününü sıra dışı bir şekilde kutlamaya karar vermişti. Ne yapabilirim, diye düşünürken bir gün İnce İnce Yasemince’yi izledi ve “Buldum.” dedi. Bir arkadaşından video kamerasını ödünç aldı. Annesinin çocukluk arkadaşları, annesinin anne–babası, komşuları, güncel aile dostlarını buldu ve her biriyle üçer beşer dakikalık anılarını kaydetti. Her görüşme, “Doğum günün kutlu olsun Yücel Hanım..” diye bitiyordu. En sona yerleştirdiği kayıtlarda Yücel Hanım’ın eşi yani Ertan’ın babası, Ertan’ın kız kardeşi Selma ve Ertan vardı. Sonunda hep birlikte “İyi ki doğdun Yücel” diyorlardı. Ertan, bu görüntü kasedini CD–ROM’a aktardı ve askere Kars Kağızman’a gitti. Annesinin doğum günü, yemin töreninden bir hafta kadar sonraya geliyordu. Ailesi, Kars Kağızman çok uzak olduğu için yemin törenine gidememişti. Ertan, annesini arayıp yemin töreninin VCD’sini gönderdiğini söyledi. Annesi, tam doğum gününde ulaşan VCD’yi VCD göstericiye taktı ve Ertan’ın onun doğum günü için hazırladığı VCD’yi izlerken gözyaşlarına boğuldu.

Bunlar da ne biçim doğum günü hediyesi! İnsanı hep gözyaşlarına boğuyor.

02.05.2004

2.10.06

Teklif etmenin gücü

Yaprak ailenin ilk kızıydı. Annesi onu tam bir hanımefendi gibi yetiştirmişti. Yaprak iki kız kardeşinden de çok daha güzeldi. O kadar güzeldi ki, onu görenler güzelliğinden utanır, gözlerini kaçırırlardı. Buna rağmen iki kız kardeşi ondan çok önce evlendi.

Yaprak bu güzelliğine rağmen otuz yaşına geldiğinde bir kişi bile ona evlenme teklif etmemişti. Kendisinden 15 yaş büyük olan Sefa Bey, bir toplantıda Yaprak'ı fark etti ve bu dünya güzeli kızın ailesine onunla evlenmek istediğine dair haber gönderdi. Yaprak'a fikrini sorduklarında hiç itiraz etmeden kabul etti. Aralarındaki yaş farkına hiç aldırmadı. Dedi ki, "Şu ana kadar bir tane bile evlenme teklifi almadım; bundan sonra da alacağımdan emin değilim. Bu teklifi kabul etmek istiyorum." Onun güzelliğine hayran olan yüzlerce erkek olmuştu aslında; ama hiçbiri evlenmeyi teklif etmeye cesaret edememişti.

Sevgi, Türkçe öğretmeniydi. Yaz tatilinde ilk defa Almanya'daki akrabalarını ziyaret etmeye gitti. Almanya'yı çok beğendi ve orada yaşamak istedi. Ancak ne çalışma izni vardı, ne de Almanca biliyordu. Yine de orada kaldığı dönemde Almanca bilen bir akrabasıyla çevredeki okullara giderek Türkçe öğretmeni olarak çalışmak istediğini söyledi. Ziyaret ettikleri beş okul onu reddetti. Ancak altıncı okul, randevu bile almadan gelen bu Türk öğretmeni kabul etti.

Apartmanın geniş bir bahçesi vardı. Galip Bey, hep bu bahçeye bir yüzme havuzu yapılmasını hayal etti. Ama apartman sakinlerinden kimsenin bu işe para ayırmak istemeyeceğini düşündü. Aradan dört yıl geçti. Bir film izledi, filmde bir genç, düzenli çalışmıyor sadece parası bittiği zaman bir mağazaya girip bir hafta her türlü işe yardım etmek istediğini söylüyordu. Elbette bir sürü mağaza sahibinden ret cevabı alıyordu; ama günün sonunda mutlaka bir tane mağaza sahibi, bir haftalığına çocuğa iş veriyordu. Galip Bey, bu filmi izledikten sonra apartman bahçesine havuz yaptırmanın maliyetini araştırdı ve ilk apartman yönetim kurulu toplantısında apartman bahçesine bir havuz yapılmasını teklif etti. Aslında hiç umudu yoktu, ama insanlar bu fikri çok sevdiler ve hemen kabul ettiler.

Çiko'nun aklı fikri televizyonda bir komedi programı sunmaktı. Ancak televizyonlarda hiç tanıdığı yoktu. O da kendisinin komedisini bir kamerayla kaydetti ve hazırladığı CD'leri televizyon kanalı yöneticilerine gönderdi. Bir yıl boyunca hiçbir televizyondan haber çıkmadı. Ancak bir kanalın yöneticisi, aynı televizyon kanalının radyosunda bir program yapmasını önerdi. Radyo programındaki başarısından sonra televizyonda da ayakta komedi yapmaya başladı.

Dünyanın en başarılı satıcılarından biri olarak emekli olmuştu; bir gazeteci bu ünlü satıcıyla söyleşi yaparken sordu: "Satıştaki bu başarınızın sırrı nedir?" Ünlü satıcı "Basit." dedi: "Ben hep satışı kaparım. Satış kapatmak, müşteriye görüşmenin sonunda 'Bu malı ya da hizmeti alır mısınız?' diye sormaktır. Birçok satıcı ürünü tanıtır; özelliklerini anlatır; faydasını belirtir; müşterinin ihtiyaçlarını nasıl karşılayacağını anlatır; ama malı satamaz. Çünkü satışı kapatmamıştır. Müşteriye 'Almak ister misiniz?' diye sormamıştır. Ben her zaman satışın ön adımlarında iyiydim; ama bundan daha önemli olanı satışı kapatmadığım, 'alır mısınız' diye ürün ya da hizmeti teklif etmediğim satış yoktur. Eğer bir teklif yapmazsanız, insanlar evet ya da hayır diyecekleri bir karar alma durumuna girmezler. Cevabın hayır olması da önemli değildir. Eğer 'hayır' cevabını duyma riskine girmezseniz, 'evet' cevabını hiç duyamazsınız."

04.12.2005

30.9.06

2005’te neler öğrendim?

Ocak: Küçük bir çocuğu sevindirmenin en iyi yolunun onun sevdiği birini aniden karşısına çıkarmak olduğunu, dünyanın dört ayrı köşesinde dört evi idare etmenin çok zor olduğunu, yolculukların yaşamın muhasebesini yapmak için çok iyi fırsatlar olduğunu, yurtdışındaki bazı Türklerin karakterlerini ve hızla öz değerlerini kaybedebildiğini öğrendim.

Şubat : İnsanın, Amerika’da bile hiç tanımadığı insanlardan sadece sorarak, en eski dostlarının sunacağı kadar yardım alabileceğini, insanın belirsizlikleri kucakladığı müddetçe onun içindeki hediyeleri alabildiğini, günün yükünü konuşarak ya da yazarak paylaştıkça stresini hafiflettiğini, akşam yemeği ya da öğlen yemeği için bir meyvenin yettiğini öğrendim.

Mart: New York’ta işi olan ya da olmayan kimsenin zamanının olmadığını, zamanlarını katma değerli geçirseler de geçirmeseler de zamanlarının olmadığını, her New Yorklunun arkadaşı değil, ama bir psikiyatri doktoru olduğunu öğrendim.

Nisan: Pek çok insan için yönetim otoritelerinin otoritesi Peter Drucker ve ailesi ile tanışmak bir rüya iken, ilk çalışma yıllarımdan bir arkadaşım “Herhalde ölmeden önce mutlaka yapmak isteyeceğin şey Peter Drucker ile sohbet etmektir” demişken ölmeden önce Peter Drucker ve ailesi ile evinde tanışabileceğimi, çok mütevazı insanlar olduklarını, yaşamda onlara göre en önemli şeyin “başka insanların ihtiyaçlarına duyarlı olmak ve karşılık vermek”, bu yıl öğreneceğim en önemli şeyin “evrenin yardım etmek üzere kurulması” olduğunu öğrendim.

Mayıs: Amerika’nın en saygın kurumlarında konuşmalarımın Türkiye’deki kadar beğenilebileceğini, espri anlayışı olarak Amerikalılarla Türklerin çok farklılaşmadığını, insanın kendini Allah’a teslim etmesinin tüm zorlukları kolaylaştırdığını, Bronx’taki Porto Rico’lu bir imamın “Türkiye’nin AB’ye girmesi kendini küçültmesidir.” diye düşündüğünü öğrendim.

Haziran: Zonguldak Ereğli’sinde harika insanlar yaşadığını, Osmanlı çileğinin kokusunun esans olarak kullanılabileceğini, Amasra’nın, Karadeniz’in cennet köşelerinden biri olduğunu, bölgede deniz ulaşımının hiç kullanılmadığını, insanın her zaman nazik olmasının onu sürekli gören insanların gözünde değerli yaptığını ve insan dara düştüğünde bu insanların yardım ettiğini öğrendim.

Temmuz: Her insana iyi ve nazik olmanın, iş yaptırırken işe yaramadığını, bazen dişlerimizi göstermemiz gerektiğini, bir ülkedeki inşaat kalitesinin en alttaki insan kalitesine eşit olduğunu, rüzgâr sörfü hocalığının dünyanın en keyifli mesleklerinden biri olduğunu öğrendim.

Ağustos: Ağrı Dağı’nın eteklerinde ölüme yaklaşan bir insanın, yaşamının altına bir çizgi çekerek bu yaşamdaki en önemli şeylerin ailesi ve eser bırakmak olduğunu, Türkiye’nin doğusundaki ve güneydoğusundaki sorunların, bölgesel eşitsizliklerden (eğitim, gelir, altyapı, istihdam imkanları vb. gibi) kaynaklandığını, bazı ailelerin eline yılda 600 YTL (400 USD) geçtiğini, büyük şehirlerin yoksullarına değil, bu şehirlerin yoksullarına daha çok yardım gerektiğini öğrendim.

Eylül: İtalya’da gençlerin en çok oynadığı oyunun langırt olduğunu, devlet üniversitelerinin bile paralı olduğunu, Floransa’nın belki de Avrupa’nın en güzel şehri olduğunu, Türkiye’de eğitim sistemini ne kadar eleştirsek de okula gidenleri “bilgili” yetiştirebildiğimizi öğrendim.

Ekim: Almanya’da döneri lahmacunun içine dürüm yaparak sattıklarını, Hollanda’da vitrinlerde kadın pazarlandığını ama Avrupalıların yine de kendini uygar kabul ettiğini öğrendim.

Kasım: Dünyanın en büyük keşiflerini, buluşlarını yapan, en büyük sanat eserlerini koyan ya da iş imparatorluklarını kuran insanların çoğunun milliyetlerini bir kenara bırakarak birer dünya insanı olduklarını ve hatta kendi ülkelerinden soğuduklarını öğrendim.

Aralık: Sert bir kayayı kırmanın nazik vuruşlardan geçtiğini, başıma gelen ve başkalarınca büyük problem kabul edilebilen sorunların aslında hayatımın en şeker hediyeleri olduğunu, zamanın yapmak istediklerime değil, yapmam gerekenlere bile yetmeyebileceğini, mastır ve doktora derecelerini almış kişilerin akademik yönlerini, karakterlerini beğenmesek bile, sabırlarını takdir etmemiz gerektiğini, her yeni yılın bir sonraki yıl eskidiğini öğrendim.

01.01.2006

Aklınızı laboratuvar gibi kullanın

Diyelim ki, çevrenizde saygı duyduğunuz bir insan soyut ya da somut bir konu anlatıyor; konuyu açıklamak için örnekler veriyor ya da vermiyor.

Kafamıza konuyu, fikri ya da bilgiyi yerleştirmek için yapabileceğimiz en iyi şeylerden biri verilen örneklerin dışında, bu konu için geçerli bir örnek bulmaktır.

Bu kişinin şöyle bir cümle söylediğini varsayalım: "İnsanlarla ilişkilerde hem sert hem de yumuşak olmalı." Bu cümle aklınıza yatar gibi oldu; ama yine de emin olamadınız. Hem bu cümlenin geçerliliğini ölçmek, hem de hatırlamak için yapabileceğiz şeylerden biri, birkaç örnek düşünmektir. Örneğin, aklınıza yılan geldi. Yılan, yaşamının tamamını yumuşaklıkla geçirir. Kemiksiz bir hayvan olan yılan, yumuşak hareketlerle ilerler; ancak bir tehdit karşısında ya da karnını doyurmaya karar verdiği anda sertleşir. Öyleyse yaşamda süre olarak yumuşak olduğumuz zaman daha fazla, sert olduğumuz zaman daha az diye düşünebilirsiniz. Ama bir örnek daha bularak kontrol etmek istediniz konuşulanları; ‘yılanın kemiği yok' derken, aklınıza insan vücudu geldi. İnsan vücudunun tamamı kaslarla kaplı. Ancak bu kaslarımızın tamamı yumuşak; en başta ayak tabanlarımız, yüzümüzün çok önemli bir kısmı ve vücudumuzun çok önemli bir bölümü. Vücudumuzun sert bir bölümü yok mu? Var; her yumuşak dokunun altında kemik var. Oradan da şöyle bir sonuca varabilirsiniz; tüm ilişkilere yumuşaklıkla başlamalı; ama sonra kemik gibi katı duracağımız ana prensipler ve kurallar olmalı. Acaba gerçekten de böyle mi yaşam; yani çoğu zaman yumuşak ve nadiren sert mi olmalıyız? İyice sert bir cisim hayal etmeye çalıştınız ve aklınıza çekiç geldi. Çekicin her yeri sert. Sonra düşündünüz ki, çekicin ana işlevi vurmak. Yastık ise her yeri itibarıyla yumuşak. O zaman dediniz ki, yumuşak ya da sert olmak işleve bağlı. Hangi amaca ulaşmak istiyorsak ona hizmet eden tarz hangisiyse onu kullanmak lazım. Ancak yine de yılanın, insan vücudunun canlı, yastık ve çekicin cansız olduğunu düşündünüz. Sonunda şöyle dediniz; canlılar için ilişkilerde daha geniş zaman dilimlerinde yumuşak ve gerektiğinde sert olmak uygun. Acaba bu yazının genel olarak getirdiği yargı doğru mu? Yazı ne diyor: “Bir bilgiyi / önermeyi aklımıza yerleştirmek için resimleyen örnekler bulmak, onu sorgulamamıza imkan verdiği gibi onu unutulmaz kılar.”

Diyelim ki bu cümleyi Sertaç, Feyza isimli arkadaşından duydu ve geçmiş deneyimleriyle sorgulamak istiyor. Hiç unutamadığı bir sözü aklına getirdi: "Aklı olan, aklını; daha akıllı olan başkasının aklını da kullanır." Sertaç'ın Hakan isminde bir arkadaşı vardı; çok başarılı ve bilgili olduğu halde; onu sürekli uzmanlığı olan insanlara danışırken görürdü. Kendini bilgili kabul eden insanların çoğu, başkalarına hiç danışmazken Hakan sürekli akıl danışıyor; aklını kullanıyordu. Sertaç'ın babası karar alırken uzmanlığı olan insanlara hiç sormazdı; örneğin Sertaç yatırımcılık ve girişimcilik konusunda doktora derecesine sahip olmasına rağmen, babası kendi işletmesini yönetirken hiçbir zaman oğluna akıl danışmamıştı. Sertaç, Feyza'nın önermesini iki örnekle test etmişti ve bu örnekler bu bilgiyi onun aklında unutulmaz kılmıştı.

Herhangi bir meseleyi ya da mesajı anlamak için aklımızı bir laboratuvara dönüştürüp bu şekilde örnekler, resimler çizdiğimizde hem konuyu iyice anlamamız, hem de unutmamamız mümkün görünüyor.

Bugün çevrenizden duyacağınız fikirleri / bilgileri bu şekilde resimleyen örneklerle test etmeye ne dersiniz?

11.12.2005

Açıklık

Yıldız, hastanedeki son gününde eşiyle hayatının bir muhasebesini yapıyordu. ‘Ağabeyim, babamın ölümünden sonra anneme hiç destek olmamıştı.

Anneme arkadaş olmak, onun hastalıklarıyla ilgilenmek hep benim görevim olmuştu. Elbette annemi çok seviyordum; yaptıklarım bana ağır gelmiyordu ama neden ağabeyim anneme ve bana destek olmuyordu ki?..' Bu durum içimi çok acıtmıştı. Ölene kadar anneme ilgim ve içimde ağabeyime duyduğum rahatsızlık devam etti. Ancak ağabeyime hiçbir şey söylememiştim. Annemin ölümünden sonra bir gün bu yükten kurtulmaya karar verdim ve ağabeyime söyledim. Onu kırmak ya da üzmek için değil ya da hesap sormak için de değil. Sadece onun yardım etmemesinin beni çok üzdüğünü söyledim. O olay benim hayatımda önemli bir dönüm noktası oldu. Ondan sonra pişman olacağım şeyleri yapmamaya karar verdim. Zamanında açıkça söyleseydim belki ağabeyim de annemle ilgilenirdi. Sanırım onunla ilişkimin bozulmasından korktum. Evet, ağabeyimle bir ilişkim vardı, ama bu ilişkiden memnun değildim. Ona karşı açık olmamam beni ilişkimde memnuniyetsiz hale getirmişti.

Okulda da böyle şeyler yapmıştım. Okuldayken bir arkadaşımdan notları istemiştim; o da vermemişti. O notları vermeyince onunla konuşmayı bıraktım. Birkaç kez beni çay içmeye davet ettiyse de hepsini reddettim. Ardından birkaç arkadaşım daha ufak tefek şeylerde hata yapınca onlara karşı da kapandım. Şimdi hatırlıyorum; ne basit şeylerdi. Bir tanesi söz verdiği halde bana telefon etmeyi unutmuştu. Bir tanesi iade etmeye söz verdiği bir kitabımı kaybetmişti. Böylece ben kendimi başka insanlardan soyutlamaya başladım. Onlarla görüşmüyordum. Giderek yalnızlaşmaya başlamıştım. Bu yalnızlık sürecinde mutsuz da oluyordum. Eskiden yapmaktan hoşlandığım şeylerden artık hoşlanmamaya başlamıştım. Kendimi sevmemeye başlamıştım. Sanki içimde bir yabancı vardı.

Bir gün bir yazı okudum: “Akıl paraşüte benzer, ikisi de açıkken işe yarar.” Bu yazı üstüne çok düşündüm. Açık olmak işe yarıyordu; ama ben hiç açık bir insan değildim. Duygu ve düşüncelerimi açıkça ifade edemiyordum. Paraşüt, tüm gökyüzündeki havayı kaplamaya çalışmıyordu; sadece kendi büyüklüğü kadar havaya odaklanıyor ve onunla yetiniyordu. Ben insanlarla ilişkimde onların olumlu yönleriyle yetinmeyi denememiş ve hep olumsuzluklara odaklanmıştım. Hâlbuki birçok olumlu yönleri de vardı.

Hayatımdaki insanların olumsuz yönlerini bırakıp onların olumlu yönlerine odaklanmaya başladım. Örneğin, Ayşe hemen her zaman her yere geç kalırdı. Ama müthiş bir müzik zevki vardı; hiç kimsenin bilmediği müzisyenleri tanırdı. Üstelik inanılmaz yardımsever bir insandı. Kuzenim Murat, hiç ders çalışmayan bir insandı; ama sosyal ilişkileri harikaydı. Bu kadar hızlı dostluk kuran bir insan zor bulunurdu.

Bu bakış açısı hayatımı değiştirmeye başladı. Daha sevecen, daha anlayışlı bir insan olmaya başladım. Artık insanlara daha az kızıyordum; eğer beni rahatsız edecek bir şey yapacak olursa da içime atmayıp söylüyordum.

Bir de gelen tekliflere artık çok daha fazla açık hale gelmiştim. Üniversitede akademisyen olarak çalışırken özel bir şirketten gelen teklifi risk alarak kabul ettim. Önceki ben olsaydım, her türlü teklife kapalı dururdum. Üniversiteden geçtiğim şirkette bir sürü değişik görev ve projede çalıştım. Kendi potansiyelimi ve yeteneklerimi keşfetmeye başladım. 10 yıl kadar daha orada çalıştıktan sonra çok daha iyi koşullarla bir başka şirkete yükselerek geçtim.

Bütün bunların yanı sıra en önemlisini söylemeyi unuttum. Okul arkadaşım Filiz beni günübirlik Ballıkaya yürüyüşüne çağırdığında eski ben olsaydım, bu daveti reddederdim. Ama hayatın sunduğu bu hediyeye karşı açık oldum; onu kabul ettim. İyi ki de etmişim yoksa seninle nasıl tanışır ve evlenirdim?

16.09.2006

28.9.06

Peçetelerin Gücü

Geleceğiniz için hayal kurmak ile bir iş planı yazmak arasındaki fark nedir? Herkes hayal kurar. Bir meslek sahibi olmayı, ev ya da araba almayı, okumayı, tatile gitmeyi, işte başarılı olmayı, sevdiğiyle buluşmayı ya da evlenmeyi, çocuk sahibi olmayı, kitap yazmayı ve daha birçok benzer ve benzemez eylemi veya durumu hayal eder. Hayal kuranlardan hangileri hayallerine daha çok ulaşır? Hayal kuranlardan, ulaşmak istediklerini yazanlar, hayallerine ulaşırlar.

Ulaşmak istediğiniz hayali yazmaya başladığınızda artık bir karar vermişsiniz demektir. Konuşurken yüzlerce olasılık vardır. Her şeyi söyleyebilirsiniz; her seferinde aynı hayali biraz değiştirerek ya tamamen farklı anlatabilirsiniz. Ama bir kez yazdınız mı durum değişir. Yüzlerce hayalin içinden “ben bunun gerçekten olmasını istiyorum” diyorsunuzdur. Eğer hayalinizi bir resim gibi ayrıntılarıyla betimlerseniz ona bir adım daha yaklaşırsınız. Çünkü aklınız o ayrıntılara nasıl ulaşılacağını da belirlemeye başlar.

Dünyanın en büyük iş fikirleri, sanılanın aksine şirketlerin toplantı salonlarında değil, konuşmanın, düşünmenin, tartışmanın, birlikte hayal kurmanın zevke dönüştüğü bir yer olan restoranlarda kağıt peçete üstüne çıkar. Örneğin, Amerika’nın milyar dolarlık gözde hava yolu şirketi Souttwest havayolları fikrini Herb Kelleher bir restoranda peçeteye yazmıştır. Richard Branson lisedeyken ilk hayalinin iş planını defterinden kopardığı bir not kağıdına yazmıştır. Peter Drucker’ın eşi Doris Drucker 86 yaşında kurduğu şirketinin iş planını yine küçük bir not kağıdına yazmıştır.

Özellikle bir hayalinizi yazdığınız zaman karar vermenin yanı sıra, o hayali tekrar gözden geçirilebilir bir gerçeğe dönüştürmüş oluyorsunuz. O yazı, sizin hayalinize olan inancın bir belgesine, kanıtına dönüşmüş oluyor. Onu gördükçe, o hayale daha çok inanıyorsunuz. Bu tür hayallere birer-ikişer kelimelik bir ad / marka vermek onları paylaşmayı da kolaylaştırıyor. Yazılı olanı çoğaltmak da çok kolaydır. Fotokopi çekebilirsiniz, poster yapabilirsiniz, e-posta ile yüzlerce, web sitesiyle binlerce kişinin hayalinizi görmesini, üstüne konuşmasına olanak sağlarsınız. Bu insanlardan geri bildirim aldıkça hayaliniz hayal olmaktan çıkar, bir gerçekliğe dönüşür. Bir hayalinizi yazmak ve okunmasını sağlamak reklam yapmaya benzer. Şirketler ürünlerinin çok iyi olduğuna ve çok satacağına inanırlar ve bunu yazarlar (yazmak, sesli ve görsel kayıtları da içerir). O kadar çok yazarlar ki (o kadar çok reklam yaparlar ki) sonunda hayalleri gerçek olur.

Bazen bir hayalinizi hayata geçirmek için o dönemki koşullar uygun olmayabilir. Ancak yazacak olursanız, hayaliniz yarına çıkabilir. Koşullar uygun hale geldiğinde hayalinize, projenize yeniden dönebilir ve onu gerçekleştirmeye başlayabilirsiniz. Hatta çocuklarınız ya da torunlarınız bile bununla uğraşabilir.

Hz. Muhammed’e gelen ilk emir “Oku” olmuştur. Okuyabilmenin ön koşulu, okuma-yazma bilmek değil, önce “okunacak” bir şeyin yazılmasıdır. Yüce Yaratıcı evrenlerin kitabını, kurallarını yazmıştır. İnsanlık uygarlık tarihi, icatların formüllerinin, edebiyat eserlerinin, resimlerin, müziğin, sinemanın önce hayal edilmesinin sonra da yazılmasını tarihidir. Öyleyse, yazalım. Hayallerimizle dünyada minik ya da kocaman bir değişiklik yapabilmek için yazalım.

Hayvanlarla insanlar arasındaki en büyük farklardan biri, insanın kendisinden sonraya bir değişikliği bırakma gücüdür. Hayvan ise dünyaya tanımlanmış işlevinin dışında bir katkıda bulunmadan gider.

Başkasına yardım eden kendine yardım eder

Vedat, Bandırma’dan İstanbul’a hızlı feribot ile gelmişti. Gece saat 24 sularında Yenikapı’dan Kadıköy’e gidecek servise bindikten sonra arkalarda kalan son cam kenarı koltuğa oturmuştu. Otobüse binen herkes tek başına cam kenarına oturmuştu. Otobüse yeni bir genç daha bindi ve “HHHhıhhkadddıkööööy mü?” diye sordu. Otobüstekiler tedirgin bir şekilde bu sesin geldiği yöne döndüler. Otobüse binen genç engelli biriydi. Sağ kolun da bir problem vardı ve hırıltılarından anlaşılıyordu ki konuşmasında da sorun vardı. Serviste bu durumu fark eden yolcuların hemen hepsi, bu engelli kişiyi görmeyecek şekilde kafalarını camdan yöne çevirdiler. Kimisi kucağındaki çantasını boş olan koltuğa koydu. Servise önce binmiş yolcular, bu engelli kişinin yanlarına oturmasını istemiyor görünüyorlardı ve bunu belli edecek şekilde beden dillerini konuşturuyorlardı. Vedat en arkadan olayı izliyordu. Bir taraftan herkes tarafından geri çevrilen bu engelli kişinin kendi yanına gelip gelmeyeceğini de merak ediyordu.

***

İbrahim, Bandırma’dan İstanbul’a hızlı feribotla gelmişti. Çocukken beyin felci geçirmiş ve bu hastalık kendisinde kalıcı farklılıklar yaratmıştı. Birincisi konuşması ciddi ölçüde bozulmuştu. Sağ kolu, istem dışı kasılmalar da bulunuyordu. Üstelik bu kolu ve bu kolun parmaklarını dilediği gibi kullanamıyordu. Bunun yanı sıra yine de İbrahim kendini çok şanslı sayıyordu. Çünkü beyin felci yaşamış olan bazı başka insanların çok daha ciddi sorunları vardı. Hiç olmazsa iyi-kötü konuşabiliyor ve kendi başına yürüyebiliyordu. Bununla birlikte okul yıllarında çok zorluk çekmişti. Özellikle okulda çocukların çoğu tarafından dışlanmıştı. Normal bir insan gibi konuşamadığı için, çoğu zaman çocukların alay konusu olmuştu. Ne var ki, beyin felcine uğramayı kendisi seçmemişti. Neden öyle davrandıklarını hiçbir zaman anlamlandıramamıştı. Zaten kendisi sağ kolunu, istediği gibi kullanamamaktan ve kendini ifade edememekten psikolojik olarak rahatsızlık duyuyordu. İnsanlar anlayışlı davranacaklarına daha da anlayışsız davranıyorlardı.

Yenikapı’dan Kadıköy servisine bindi. Eskiden bir deniz otobüsü giderdi Kadıköy’e; ama İDO şimdi onun yerine bir midibüs seferi koymuştu. Gece vakti yine de emin olamadı, bu midibüsün Kadıköy’e gidip gitmediğinden. Midibüsün üstünde bir yazı da yoktu. Midibüsün basamaklarından çıktı ve kendisine çok zor gelen işi yapmak zorunda kaldı. Konuştuğu anda herkes onun bir engelli olduğunu anlayacak ve sanki o bir canavarmış gibi onunla yan yana oturmaktan kaçınacaktı. Çaresizce sordu: “HHHhıhhkadddıkööööy mü?” Önden birisi “Kadıköy” dedi. Bundan sonra herkes birer birer kafasını pencere yönüne çevirmeye başladı. Her dönen surat, İbrahim’in engelli koluna ve diline bir iğne gibi batıyordu. Kafalarını çevirdikleri yetmiyormuş gibi, bazıları İbrahim’i fark ettikten sonra yan koltuğa kimsenin oturmasına izin vermeyecek şekilde çantalarını koydular. İbrahim’in gözünden akan yaşı, bir tek Vedat fark etti.

Vedat, önce ne yapacağını tam kestirememişti. Kafasının içinde ışık hızıyla düşünceler dolaştı. Bir önceki hafta bozulan akışları düzeltmekle ilgili bir yazı okumuştu. Bu engelli gencin yaşamının akışı çok önce bozulmuştu. Bu midibüsteki insanların davranışları, bu akıştaki bozukluğu daha da yükseltmişti. Akışı düzeltmek için bir şeyler yapmalıydı. Birden Vedat, koltukların arasında yürüyerek oturacak bir yer arayan engelliye seslendi: “Burada yer var.” Üç kelimelik bu basit daveti duyan İbrahim, uzun süredir susuz kalmış birinin bir şişe suya kavuştuğu kadar sevindi.

***

Vedat, midibüs hareket ettikten sonra düşündü. “Hayatımızın bazı alanlarında biz de bu engelli genç gibi yardıma muhtaç ve kimsesiz değil miyiz? Birçok konuda bizim akışımız da bozulmuş değil mi? Kendi akışımızı düzeltmek, başkalarına yardım etmekten onların akışını düzeltmekten geçmiyor mu? Melih Arat’ın sözünü şimdi daha iyi anlıyorum: Başkasına yardım eden kendine yardım eder.”

Kum saatinin içine ne koyalım?

İnsanlar zaman yönetimini düşündüğünde tipik şekilde bir yanılgıya düşerek hep kendi istediklerini hangi zaman aralığında yapacaklarını düşünüyorlar. Temel problem burada zaten yaşamda ya da işte başarıya getiren kendi istediklerimizi yapmak değil, yapılması gerekenleri yapmak. Zamanımızı kendi kişisel planımızla dolduracağımıza, büyük başarıların harcını oluşturacak unsurla doldurmak daha işlevsel görünüyor.

Kum saatimizi doldurması gereken işleri tipik olarak ikiye ayırabiliriz: Önemli, Acil İşler ve Önemli, Sürekli Yapılması Gereken İşler

ÖNEMLİ ACİL İŞLER

Sözünü Tutmak

En önemli acil işlerin başında verdiğimiz sözü tutmak geliyor. Verdiğimiz sözleri tutmadığımız zaman çevremizdeki insanlarla aramızda olan güven zinciri kırılıyor.

Geç Kalmamak

Geç kalmak da, verilen sözün tam olarak tutulmamasına bir örnek. Geç kalan verdiği sözü tutmamış demektir. Bir gecikme olacağı belli olduğunda karşı tarafı arayarak mutlaka gecikme süresini bildirmek gerek.

İyi Performans sergilemek

İnsan her an sahnede. Eşinin, arkadaşlarının, mesai arkadaşlarının ya da yeni tanıştığı insanların. Özellikle ortaya koymamız gereken bir performans varsa, ödev, konuşma, rapor, satış görüşmesi ya da sınav kağıdı başkalarının gözündeki imajımızı geliştirmek ve korumak adına hep iyi performans göstermeye odaklanmalıyız.

İhtiyacı olana yardım etmek

Çevremizdeki insanlardan acil yardım ihtiyacı içinde olanlar varsa ve biz onlara yardım etmeye karar vermişsek bu insanlara yapılacak yardımı geciktirmemek önemli bir iştir.

ÖNEMLİ ve SÜREKLİ YAPILMASI GEREKEN İŞLER

Yeni insanlarla tanışmak ve yeni ilişki kurmak

Çevreyi genişletmek, bir insanın yaşamındaki en önemli iştir. Seminer gruplarımdaki öğrencilerin yaşamlarından öğrendiğim sistematik bir çaba olmadığında ya da kişinin mesleği buna yöneltmedikçe sıradan bir insan yılda sadece birkaç yeni insanla tanışıyor. Yapılması gereken sadece yeni insanlarla tanışmak değil, tekrarlanacak erişimlerle yeni insanın aklında da yer etmek.

Eser ortaya koyarak ya da uzmanlaşarak ismen tanınmak

Bir öğrenci de olsanız, bir yetişkin de olsanız belirli bir konuda uzmanlaşarak tanınabilirsiniz. Özellikle bir eser ortaya koymak, kitap, müzik parçası, bir sistem insanın başka insanlar tarafından tanınmasına yol açıyor. Belirli bir konuda aşırı uzmanlaşmada insanın tanınmasına yol açıyor. Tanınma yeni insanlarla bir işbirliğine girilecekse, ihtiyaç duyulan güvenin ilk andan itibaren oluşturulmasına yol açıyor.

Bilgi ve beceri kazanmak için öğrenmek

İnsanın yaşamındaki en önemli faaliyet öğrenme faaliyetidir. Bilgi edinme, uzmanlık ya da beceri kazanma bir insanın yaşamının temel etkinliği olmalıdır. Çünkü bu etkinlik, insana üretme için gerekli girdi ve süreçleri kazandırır. Bu etkinlik sayesinde insan yeni insanlarla tanışır; uzmanlaşabilir ya da eser ortaya koyabilir. Sıra dışı denemeler de yine öğrenme sürecinin parçasıdır.

Medya ilişkileri kurmak

Tanınmaya ya da eser oluşturmaya katkıda bulunabilecek en uygun yardımcı medya çalışanlarıdır. Gazete, dergi, TV çalışanları, internet sitesi editörleri insanın eserlerinin yayımlanmasına ya da duyurulmasına en çok yardımcı olabilecek kitlelerdir.

Aileye ve sevdiklerine zaman ayırmak

Dengeli ve mutlu bir yaşam için mutlaka ailemize ve sevdiklerimize zaman ayırmak gerekir. Müthiş kariyer başarısına sahip birisi olabilirsiniz ama eşiniz ve çocuğunuz sizi terk edebilir.

Dış görünüme zaman ayırmak

İnsanlar bizi önce dış görünümümüzle yargılar; dolayısıyla temiz ve iyi görünmek için zaman ayırmak gerekir.

Finansal planlamaya zaman ayırmak.

Mali geleceği planlamak, nakit akışını, yatırım, tasarruf miktarlarını planlamak her insanın mutlaka yapması gereken etkinliklerdir.

Bay Ram

Bay Ram, çok ilginç bir müzik öğretmeniydi. Aslında okul hayatım boyunca onun kadar ilginç bir öğretmen görmemiştim. Sınıfımızda müzik konusunda en yeteneksiz olduğunu düşündüğümüz kişilere dahi değişik müzik aletleri çaldırmayı başarmıştı. Flüt, mandolin, bağlama, mızıka, gitar ve darbuka. Sıradan bir lisede müzik dersleri, öylesine derslerdir. Bizim lisede de öyleydi; ta ki Bay Ram gelinceye kadar.

Sınıfa ilk geldiği günü hatırlıyorum. İçeri büyük bir spor çantayla girmişti. Bize müzik dersiyle ilgili ne düşündüğümüzü sordu. Birkaçımızın yalandan “müzik dersini seviyoruz, hoşlanıyoruz” demesinden sonra Bay Ram “Müzik dersinden hiç sıkılmıyor musunuz? Ben lisedeyken çok sıkılırdım” dedi. Bay Ram’ın sözlerinden cesaret bulup “Hocam, ben sıkılıyorum. Bak postacı geliyor parçasını flütle çalmaya çalışmak, solfejle uğraşmak hiç de eğlenceli değil.” Sınıfta benim gibi başka sıkılan olup olmadığı sordu. Birkaç kişi daha el kaldırdı. Bay Ram, “Tamam; peki kendi özel yaşamlarınızda ne dinlemeyi seviyorsunuz” diye sordu. Birkaç kişi cevap verdi. Bunun üzerine Bay Ram, büyük spor çantasının içinden taşınabilir bir müzik seti çıkardı ve albümleri içinden bizim sevdiğimiz parçaları takmaya başladı. İlk parçayı çalmadan önce, parçalar çalınırken ellerimizle parçaya uygun tempo tutmamızı istedi. Açıkçası çok şaşırmıştık. Ama parçanın çalmaya başlamasıyla birlikte herkes elleriyle tempo tutmaya başlamıştı. Bay Ram, müziğin sesini kıstı ve bizim ellerimizle tutturmaya çalıştığımız tempo öne çıktı. Birkaçımız ritmi bozuyordu ve bir arkadaşımız onları uyardı. Hoca da müdahale ederek dedi ki; “bırakın hata olsun. Sadece tempo tutmaya çalışın hata yapmaktan korkmadan, yapsanız da düzeltmeye çalışmayın. Sadece ve sadece tempoyu kendi doğanız içinde tutturmaya çalışın. O ders el şaklatmalarımızla birlikte sona erdi; sınıftan çıkarken hepimiz motive olmuştuk.

İzleyen derslerde hoca bize çalmak istediğimiz müzik aleti olup olmadığını sordu. İçimizden bazıları bazı mızıka, gitar, bağlama, flüt gibi müzik aletleri çalmak istediklerini söylediler. Hoca bir şekilde bunları bize temin etti ve hepimizle birer birer ilgilenerek bunları çalmayı öğretti. Ama esas anlatmak istediğim bu değil. Hoca durmadan bizi hata yapmamız için teşvik ediyordu. Daha doğrusu hatalarımızla daha barışık olmamız için.

Kim bir şarkı çalıyor ya da söylüyor ve hata yapıyorsa, “hataya aldırma devam et” anlamına gelen bir işaret yapıyordu. “İnsanoğlu ne yapacağını yaparak bulur; hata yapmaktan korkan insan hiçbir eylem yapamaz; durur. İnsan hata yaparak öğrenir; en iyi performansı da hata yapmaktan korkmaktan vazgeçtiğimiz zaman sergileriz,” dolayısıyla “sadece yapın” diyordu. Biz daha önce böyle bir yaklaşım hiç görmemiştik. Tüm okul hayatımız boyunca öğretmenler ve diğer yetişkinler bizim hatalarımıza takmışlardı. Hatasız bir yaşam sürmemiz, dersler sırasında hiç hata yapmamız konusunda üzerimizde müthiş bir baskı vardı. Bay Ram, ise insan hata yapa yapa, hata yapmayı doğal kabul ederek doğru ve güzeli yapmayı öğrenir diyordu.

Hiç unutmuyorum; son sınavda flütle bir parçayı çalıyordum ve hata yapmıştım. Bay Ram yine “devam et” işareti yaptı. Yine hata yaptım. Bize sağladığı tüm rahatlığa rağmen iki damla yaş alnımdan süzüldü. Çalmaya devam ettim ve yine hata yaptım. Bay Ram, “hata yapman önemli değil, geçeceksin; yeter ki sadece hata yapmaktan korkmadan çal” dedi. Parçayı baştan aldım ve hiç hatasız çaldım.

Ondan beridir hayatımda hata yapmaktan korkmuyorum. Hata yaptığım zaman küçük görülmekten, başkalarının olumsuz düşüncelerinden etkilenmiyorum.

Hayatınızda hatalarınızla barışmanıza vesile olacak Bay Ram’lar görmeniz dileğiyle.

Not: Bana hata yapmayı sevdiren mükemmele giden yolun hatalarla barışmaktan geçtiğini gösteren büyük müzik insanı Tugay Başar’a teşekkür ederim.

Hayallerinize Ulaşmanın 7 Kuralı

Ramazan işsizdi. Onlarca günü hiç bir şey yapmadan geçirdi. Bir gün yeni bir restoran açmaya karar verdi. Sağlıklı yaşam restoranı hayal ediyordu. Restoranda servis edilecek tüm gıdalar, doğrudan ekolojik tarım yapan çiftçilerden alınacaktı. Yemek yapımında kullanılacak tüm malzemeler doğal olacak, hormonlu ya da herhangi bir kimyasal ya da genetik işlemden geçmemiş malzemeler olacaktı.
  1. Her şeyin başlangıcı bir hayaldir.

Bu restoran fikri, birkaç gün önce gittiği bir restoranda gelmişti. Vejeteryan (sadece sebze yiyen) bir arkadaşı onu bir vejeteryan restoranına götürmüştü. Kırmamak için katılmış, ancak yemeklerden pek hoşlanmamıştı. O sırada sağlıklı yemek sunan restoran nedir tartışması geçmişti. Sağlıklı yaşam restoranı fikri burada gelmişti.

  1. Hayalin girdisi önceki denemelerdir

Sağlıklı yaşam restoranını açmak için kimlerden yardım alabilirim diye düşünmeye başladı. Diyetisyen bir arkadaşı vardı. Yemek sanatları konusunda uzman tanıdığı kimse yoktu; ama başka bir arkadaşı bir gurme tanıyordu. Para gerekli olacaktı, ama yeterli parası yoktu. Bir banka müdürü komşusu vardı. Belki kredi verebilir ya da sermayesi olan biriyle tanıştırabilirdi.

  1. Hayale ulaşmadan önce insan elindeki ve erişilebilir kaynakları incelemelidir.

Bu insanlara gitmeyi düşündü. Konuyu babasına açtı. Babası “Oğlum, böyle hayali işleri bırak, işin bile yok yapamazsın. Zaten benim elime bakıyorsun, bir de restoran filan açıp hem beni, hem de başka insanların kaynaklarını boşa harcayacaksın” dedi. Kendisinin de zaten tereddütleri vardı. Babası aynı gün, annesine de hiçbir zaman güzel bir kadayıf yapamayacağını, bu konuda yeteneksiz olduğunu söyledi. Annesi o gün inat etti ve harika bir kadayıf yaptı. Ramazan, bu örneğe bakarak, babam benim harekete geçmemi engelliyor. Önyargıları var. Bunlara saplanıp kalmadan harekete geçmeliyim diye düşündü.

  1. Düşünmek ve harekete geçmek için düşünmemizi engelleyen bağları çözmek, önyargıları ve zincirleri kırmak gerekir.

Birer birer bu insanları, onların önerdiği insanları ziyaret etmeye başladı. her birine gittiğinde önce yemekten konuşmaya başladı. Sonra ne kadar sağlıksız beslendiğinden. Ardından keşke sağlıklı yaşam restoranı olsa dedi. Karşılarındaki kişiler de “keşke” dedi. Gelin birlikte bu restoranı açalım diye planını anlatmaya başladı. Herkesten çekinmeden bir şey istiyordu. Bilgi, ilişki, tavsiye ya da para.

  1. Başkalarının elindeki kaynaklardan yararlanabilmek için onlara sormak ve onlarla aynı hayali paylaşmak gerekir.

Komşusu bir başka bankayı önerdi. O banka bir risk sermayesi kuruluşu önerdi. Risk sermayesi kuruluşu, fikri inceledi ve ek bazı bilgiler istedi. Onları sağladı. Ama risk sermayesi kuruluşu sonra ilgilenmiyoruz dedi. İlk aşçı “yemeğin sağlıklısı olmaz” dedi. Amazon.com adresinden, yurt dışında var olan sağlıklı yemekler konusunda kitaplar satın aldı. Cadde üstünde, kiralık ilanı olan büyük dükkan sahibine gelin ortak olup burayı Sağlıklı Yaşam Restoranı yapalım dedi. Teklifi ilk yaptığı kişi reddedildi.

  1. Hayale ulaşmak için hem elimizdeki hem de başkalarının elindeki kaynakları buluşturmak gerekir.

İlk görüştüğü insanların birçoğu onu reddetmesine rağmen vazgeçmedi. Bu iş için istekli olan aşçı görüştüğü on dördüncü aşçıydı. Restoran konusunda ortaklığı kabul eden mülk sahibiyse yirmibirinci mülk sahibiydi.

  1. Kaynakları bağladığımız ilk modelde eğer istediğimiz sonuca ulaşamıyorsak, yeni modeller denemeliyiz.

Bu dünyada çocuk gibi olmak gerek. Kendi hayaline ulaşmada önyargısız ve deneme yapmadan vazgeçmeyen.

Tek Kelimeyle Muhteşem

Sevgili Dostlar,

Italya AB'ye uyeyse Turkiye'de mutlaka uye olmali, neden mi?

Bruno Bozzetto, flash animasyon filminde cevabini veriyor.

Filmde italyan bayragini gordugunuz yerde Turk bayragini hayal edin, bakalim tanidik goruntuler gelecek mi?

http://www.infonegocio.com/xeron/bruno/italy.html

Son zamanda izleyeceginiz en muhtesem filmi kacirmayin, bir degil on tebessum vaat ediyorum.

Sevgiler,

Not: Sesini acarak izlemeyi unutmayin, ayrica film bitince altta linkler var, diger filmleri de izleyebilirsiniz.

En İyi İşletme Yönetimi Kitapları

İstanbul TÜYAP kitap fuarının bugün son günü. 2003 yılı Türkiye için oldukça şanslı bir dönem kitaplar açısından, işletme yönetiminde uzmanlaştığım 1990’larda Harvard Üniversitesi ve batılı birçok yayınevinin kitabını yurt dışından bulmak ve İngilizce orijinalinden okumak zorunda kalmıştım. Bugün dünyanın en iyi işletme kitaplarının çok önemli bir bölümü Türkçe’ye çevrilmiş durumda ve bence bu harika bir avantaj.

Yönetimi genel olarak ele alan en iyi üç kitap, bence Peter Drucker’ın 21.Yüzyıl İçin Yönetim Tartışmaları (Epsilon Yayınları) ve Gareth Morgan’ın Metafor’u (MESS Kitapları). Collins ve Porras’ın Kalıcı Olmak isimli eseri keza her beyinde durması gereken bir içerik.

Pazarlama konusunda bir insanın kendini en güncel şekilde yetiştirmesi için harika kitaplar var. Bunlardan biri Kotler’in Kotler Pazarlama Üstüne’si (Sistem Yayıncılık). Pazarlama konusunda mutlaka okunması gereken kitaplardan biri de Pringl ve Thomson’ın birlike kaleme aldıkları Marka Ruhu (Scala Yayıncılık). Pine ve Gilmore’un kaleme aldıkları İş Hayatı Bir Tiyatro da, bence 21.Yüzyılda başarılı olacak pazarlama şirketlerinin uygulamalarını anlatıyor.

İnternet’te pazarlama konusunda birçok kitap var. Bence bunlardan Tom Murphy’nin Web Kuralları (Mediacat Yayınları) en toparlayıcı eserlerden biri. İzinli Pazarlama (Rota Yayınları) isimli kitabın yazarı Seth Godin’in tüm kitaplarını takip etmenizi öneririm. E-Pazarlama konusunda vaka analizleriyle birlikte iyi kitaplardan biri de Seybold’un Müşteri.Com (Epsilon Yayınları)

Strateji konusundaki en iyi kitapların başında Hamel ve Prahalad’in Geleceği Kazanmak (Inkilap) isimli eseri geliyor. Brandenburger ve Nalebuff’ın Ortaklaşa Rekabet’i (Scala Yayıncılık) bir başka baş yapıt.

Değişim Yönetimi konusunda Slater’ın Büyük Maviyi Kurtarırken (Literatür Yayınları) ve Tichy ile Sherman’ın Şirketinizin Kaderini Değiştirin isimli eseri iyi iki vaka çalışması. Sabah Kitapları kapandı ama bulabilirseniz, değişim yönetimi alanının baş yapıtı Hammer ve Champy’nin Değişim Mühendisliği’dir.

Teknoloji Yönetimi konusunda Alan Barker’ın Yenilikçiliğin Simyası (MESS Kitapları) ve Şimşek ve Akın’ın Teknoloji Yönetimi kitapları bence ilginizi çekecektir.

Toplam Kalite Yönetimi konusundaki en iyi kaynaklar KalDer Yayınları arasında. TKY’ye giriş İbrahim Kavkakoğlu’nun Toplam Kalite Yönetimi konusundaki eserini öneririm. TKY’nin felsefesini anlamak için Deming’in Krizden Çıkışı ve kalite teknikleri için de Taptık’ın Kalite Savaş Araçları iyi kaynaklar.

İnsan Kaynakları konusunda Hayat Yayınları’ndan çıkan bir seçki var; istifade edebileceğiniz. İK konusunda en iyi başlangıç noktası üniversite ders kitapları.
Öğrenen Organizasyonlar konusunun baş yapıtı, Senge’nin Beşinci Disiplin’i (Yapı Kredi Yayınları) (iyi olmayan bir çeviri, umarım yeniden çevirirler). Salim Çam ve Selim Yazıcı’nın Öğrenen Organizasyonları da (Papatya ve Alfa Yayıncılık) öğrenen organizasyon konusunda çerçeve çizen kitaplardan.
Liderlik konusunda kendi derlediğim Halen birkaç üniversitede master seviyesinde kaynak kitap olarak okutulan Değişimin Liderleri (Mavi Kitaplar) isimli kitabımı önereceğim. Drucker Vakfı tarafından derlenen Geleceğin Lideri (Form Yayınları) klasik liderlik yaklaşımlarının ötesinde bir kitap.
İş dünyasında yaratıcılıkla ilgili Guy Kawasaki’nin Devrimciler İçin Kuralları (MediaCat) ve Debono’nun RekabetÜstü’sü (İnkilap) şimdilik en iyi eserler. Doğrudan iş dünyası kitabı olmasa da bence yaratıcılık alanında dünya kalitesinde ya da üstünde bir uygulama örneği Burak Özdemir’in 2102’den Haberleri (Remzi Kitabevi).

Kişisel gelişim alanında Türkiye’de özgün bulduğum iki kitabı da anacağım. Her ikisi de okuyan da iz bırakıyor. Mümin Sekman’ın Kişisel Ataleti Yenmek (Alfa Yayınları) ve Muhammed Bozdağ’ın Ruhsal Zekası (Nesil Kitapları).

Bu kadar kitap öneren Melih Arat’ın kitabı yok mu diye aklınıza gelirse, cevap var. “7. Vites-Kişisel Gelişim Yolunda Vitesinizi 7’ye takın” Nesil Yayınlarından yeni çıktı.

Size ne düşüyor? Uzak filan demeden Tüyap Beylik Düzü yollarına düşmek ya da kim gider oralara deyip İdeefixe.com gibi bir kitap sitesine girip İnternet’ten istediklerinizi almak.

Çiçero’nun çok sevdiğim bir sözü var. Kitapsız bir oda, ruhsuz bir insana benzer. Odalarınız kitapsız, aklınız bilgisiz kalmasın.

+ dü$ünce

Sevgili Dostlar,

Eger herkes en yakinindakinin mutlulugu icin calisirsa, "mutlu olmanin en garantili yolu bir baskasini mutlu etmektir" sozu gecerli oluyor sanirim.

Diger taraftan karsilik beklemeksizin baskalarinin mutlulugu icin calismak (tek bir kisi degil, daha genis grup ve kitleler icin) bir mutluluk yolu kabul edilebilir. Amaciniz buyudukce ,kisisel nefsi cikarlariniz geride kaliyor gibi gorunse de, aslinda gururlanma ve onurlanma anlaminda kendi nefsinize hizmet etme seviyeniz artiyor.

"Life is beautiful" filminden not aldigim diyaloglardan biri anlam olarak soyleydi.

Restoranda basrol oyuncusu garsonun, yine garson amcasi soyle der: "Hizmet etmek yuceliktir. Tanri hizmet eder; ama boyun egmez."

Insanliga hizmet etmek, insani sira ustu olmaya tasir.

Kucuk bir insan grubuna surekli olarak sira disi hizmet etmek, bir sure sonra o insan grubunu dusundurur (herkesin idrak suresi farkli ama).

Bir insana kole gibi hizmet etmek ve inatci bir sekilde onu mutlu etmeye calismak, o insani da mutlu etmez, sadece rahat ettirir; ve sikicidir. (Picasso'nun yasamini anlatan filmi izlediyseniz bunu gorebilirsiniz.)

Mutluluk, mutsuzlugun oldugu yerde ortaya cikar. Mutlu bir gun, ancak mutsuz
bir gunun ertesinde gelir. Mutsuz gunlerinizin kiymetini bilin.

Sevgiler

İsteklerinizi Kabul Ettirmenin Gizli Formülü

İngiliz Patates Üreticileri Birliği (British Potato Council), İngiltere’deki patates satışlarını bir önceki yıla göre %10 artırmak üzere bir kampanya hazırlaması için dünyaca ünlü yaratıcı pazarlamacı - reklamcı B.J. Cunningham’a başvuruyor. İngiliz Patates Üreticileri Birliği yöneticileri verdikleri ön bilgide, patates ile ilgili aşinalığın artması gerektiği belirtiyorlar. B.J.Cunningham ve arkadaşları, müşteri adaylarına diyorlar ki, “dünyada patatese aşina olmayan kimse var mı?!!!” Bu gerilimli giriş konuşmasına rağmen, kampanyayı alıyorlar ve çalışmaya başlıyorlar.

Patatesi sattırmak için bu yazının ilk paragrafında soru formunda sunulan yöntemleri, çözüm olarak daha önce İngiliz Patates Üreticileri Birliği zaten kullanmış ve bir işe yaramamış. Öyle bir çözüm bulunmalı ki, satışlar hedeflenen miktarda artsın.

B.J. Cunningham, sonunda “Power to the People” - “İnsanlara Enerji” sloganıyla ortaya çıkıyorlar. Patates ile, insanların enerji kazanması arasındaki ilişki ne olsun ki... Sonunda açık hava reklamları tasarlanıyor.

Bu reklamlardan birinde, benzin istasyonunda pompacı otomobilin deposuna bir tane patates atıyor ve araba roket gibi fırlayıp gidiyor.

Bir başka reklamda ise, ufak tefek bir çocuk, başka çocuklar tarafından hırpalanıyor; sonra eve koşup patates yiyor ve çocuklar onun enerji dolu halini görünce kaçışmaya başlıyorlar.

Patates, bu reklam serisi ve “İnsanlara Enerji” sloganıyla, patates olmaktan öteye bir evreye geçiyor. Patates bir fikirle buluşuyor ve satışlar artıyor. Patates üreticileri, tüketicileri, satanlar, alanlar herkes mutlu.

B.J. Cunningham’ın en büyük iddiası da bu... insanlar bir mal ya da hizmeti değil, bir fikri satın alırlar. Çok bilinen ve patates örneğine benzer iki örnek fındık ve ıspanakla ilgilidir. 2000 yılında yine cinsel çağrışım üzerine kurulu aganigi-naganigi sloganıyla fındık satışları artmıştı. Ispanak tüm dünyada Temel Reis ile popülarize olmuş, uzun yıllar içerdiği addedilen demir oranıyla güç fikriyle bütünleşmişti. Harley Davidson motosiklet alanlar, bir ulaşım aracını değil, özgürlük ve meydan okuma fikrini alıyorlar. Harry Potter izleyen ya da okuyan çocuklar, macerayı satın alıyorlar. Bugün bir işletmenin ya da bir bireyin kendini kabul ettirmek, ürünlerini ve hizmetlerini satabilmek için insanları harekete geçirecek bir fikirle özdeşleşmesi gerekiyor.

İnsanların arasındaki çatışma, önemli ölçüde karşıt isteklerin bir sonucudur. Siz sinemaya gitmek istersiniz, babanız ya da eşiniz sizin evde oturmanızı ister ve sonunda çatışma çıkar. Farklı istekleri kabul ettirmenin yolu, isteğinizi kabul edilebilir bir fikir olarak ifade etmenize bağlıdır.

Bir eylem, ismi değiştiğinde kabul edilebilir ya da istenmeyen eyleme dönüşebilir.Lise öğrencisi bir genç, arkadaşına ders çalışmaya gideceğini ve gece orada kalacağını söylediğinde, anne baba buna pek taraftar olmayabilir. Ancak genç, gittiği arkadaşının okul müdürünün oğlu olduğunu söylediğinde birden izin çıkmaktadır. Eylem tamamen aynı olmasına rağmen algılanan fikir tamamen farklıdır.

Sabahları altı ile sekiz arasında bisiklete binmeye karar veren bir kocaya karısı sabahleyin yalnız kalmak istemediğini söyleyerek karşı çıkar, beni niçin yalnız bırakıyorsun diye. Ancak koca, “karıcım çok kilo aldım, senin zarif görünümünün yanına yakışabilmek için kilo vermem gerek. Ben de çare olarak bunu buldum.” dediğinde eşi karşı çıkmayı bırakır.

Sonuç olarak, insan istediği her eylemi yapabilir; yeter ki onu kabul edilebilir bir fikirle birlikte ifade etsin. İşletmeler de her türlü malı satabilirler, yeter ki mal ve hizmetlerini insanların satın almak istedikleri fikirlere dönüştürsünler.

Özgür Saatler Söyleşisi

banu'dan...

Bu programı Melih'le yapalı çok uzun zaman oldu. Konuştuklarımızdan, o günden bugüne çok birşey aklımda kalmamış. İyi ki bu web sitesini hazırlıyorum, çünkü konuştuklarımızı yazıya dökerken bir şeyi farkettim. Melih'in sarfettiği bir cümle beni neredeyse beni tarif ediyor... 'Topluma değer katmamıza götürecek olan şey, kendimizi keşfetmek için yapacağımız denemelerdir.'

Bu program benim ilklerimden biri, yani kendimi yeni yeni keşfetmeye başladığım günlerden... O zaman bu söz bana çok birşey ifade etmemiş ki, öyle geçip-gitmişim üzerinden.

Şu an kendimi keşfetmek için çıktığım bu yolculukta epeyce ilerledim ve şimdi de karşınıza bu web sitesiyle çıktım... Programlarda konuştuğum konuları biraraya toparlayarak topluma yani sizlere fayda sunmaktı amacım. Benim şu anda varmış olduğum nokta, Melih'in bu sözünün doğruluğunu kanıtlıyor.

Peki bu yolculuk beni daha başka nerelere götürecek?

Gerçekten ben de hiç bilmiyorum. Sadece hayatın karşıma çıkardığı fırsatları elimi uzatıp-alıyorum, o kadar...

Banu Özdemir'in yolculuğunun gelecek duraklarını hepbirlikte izleyeceğiz...

----------

Melih Arat...

'Özgür Saatler'in bana kazandırdığı çok değerli dostlarımdan biri...

Radyonun kapısından ilk içeri girdiğinde, papyonu ve sempatikliğiyle dikkatimi çekmişti ve kanım O'na hemencecik ısınmıştı... Zaten program da çok neşeli ve keyifli geçti ...

Program sonrasında Melih beni düzenlediği bir Sultanahmet gezisine davet etti, ben de koşarak gittim tabii. İyi ki de gitmişim; doğma-büyüme İstanbul'lu olan ben, Yerebatan Sarnıcı'nı ve daha birçok yeri bu sayede ilk defa görebilmiş oldum...

Sultanahmet ayrı bir dünya... Şu 'in' mekanları bolca arşınlıyoruz ama, her bir köşesinden tarih fışkıran bu meydanı hangimiz iyi biliyoruz? Eğer bir gün Sultanahmet'e yolunuz düşerse -ki bence biran önce düşsün- tarihi yapıların yanında, orada olağanüstü güzel mekanlar da göreceksiniz... Varlığından bihaber olduğunuz mekanlar... Daha önce niye gelmemişim diyeceksiniz, tıpkı benim dediğim gibi... Mesela dikili taşların hemen karşısındaki İbrahim Paşa Sarayı'nda içtiğim Türk Kahvesinin tadını bir türlü unutamıyorum... Yanında lokumla ikram edilen o kahve bana nasıl lezzetli geldi, size anlatamam... Eminim bunda içinde bulunduğum mekanın eşsizliğinin de çok büyük etkisi vardı...

Melih sayesinde keşfettiğim bir diğer mekan da 'Zeyrekhane'... Rahmi Koç'un yaptırdığı bu muhteşem restaurant Unkapanı-Zeyrek'te... Zeyrek Camii'nin hemen yanında... Bugüne kadar gitmediyseniz, ilk iş kendinizi atın derim... Pişman olmayacaksınız... Gittiğinizde bir de 'Nar Suyu' için ve kalbinizden beni geçirin...

Kimbilir? Belki hissederim...

----------

Girişte sıradışılıktan bahsedeceğim diye beklediyseniz, boşuna...

Aşağıda bol bol okuyacaksınız zaten.

Bir tek şunu söyleyeyim, Melih'in anlattıklarını dikkatlice, sindire sindire, üzerinde düşünerek okuyun... Sonra bir daha okuyun... Sonra tekrar okuyun... Sonra tekrar düşünün...

Göreceksiniz, hayatınız nasıl da değişecek...

ÖZGÜR SAATLER

15 Aralık 2002

Konuk: Melih Arat

BÖ: Melih seninle ortak bir amacımız var. Aynı şeyi, farklı yollardan yapmaya çalışıyoruz. Ben bugüne kadar 'Scuba Diving'den 'Harley Davidson'lu yaşam biçimine', 'Dağcılık'tan 'Puro kültürü'ne, bir çok konuyu ele aldım 'Özgür Saatler'de. İnsanlara hayatlarını rutinden çıkartmak için farklı alternatif sunmaya, tanıtmaya çalışıyorum. Sen de seminerler yoluyla insanlara 'Sıradışı Yaşam'ın kapısını açıyorsun. Bu açıdan seni konuk etmek bana ayrı bir heyecan veriyor. Hoşgeldin programa.
MA: Hoş bulduk... Banu özellikle seni tebrik etmek istiyorum, böyle bir program yaptığın için... Çünkü özgür olan her şeyi tanıtman müthiş bir şey... Senden mail geldiğinde, programın ismini gördüm... 'Aman Tanrım! Özgür Saatler... Benim yıllardır arayıp da bulamadığım radyo programı ismi' dedim:... Gerçekten hepimizin özgür saatlere ihtiyacı var. Özgürlük sadece bileklere vurulmuş olan zincirin kırılması değil, zihinlerimize vurulmuş olan zincirlerin kırılması. Az önce bahsettiğin Scuba diving gibi ele aldığın konular da, zihinsel olarak bağlı olduğumuz zincirleri kırmak için birer anahtar. Çok heyecan duydum.. Dedim ki hemen bu programa koşarak gitmeliyim:)))

BÖ: Ben de internette dolaşırken 'Sıra Dışı Yaşam' seminerlerine rastlayınca aynı mutluluğu heyecanı hissettim. Uzunca bir süredir bu seminerleri veriyorsun, bu konuda çok fazla emek sarfettin...
MA: Evet... 1995 yılından beri yaratıcılık konusunda yazıyorum, okuyorum, araştırıyorum; kavramları ve teknikleri geliştirmeye çalışıyorum. Batıdan aldığımız içeriği Türkiye'ye empoze etmekten ziyade, özgün bir içerik üretip... hatta becerebilirsek, bunu da tüm dünyaya sunmak gibi bir amacım var. Çıkış noktası böyle değilse bile şimdi o yöne doğru gidiyor. Ama sanırım dinleyiciler diyecekler ki bunlar bulmuşlar birbirlerini, bize ne yaptıklarını ne yapabileceklerini anlatacaklarına... birbirlerine iltifat edip duruyorlar:))

BÖ: Haklısın: Bulmuşuz birbirimizi, şimdi mesleğin sorunlarıymış-sıkıntılarıymış... konuşurmuşuz... Hemen konumuza girelim o zaman... Niye sıra dışı yaşam? Sıradışılık bize ne kazandırır? Yani insanın, doğru-düzgün bir yaşantısı varsa, sıradışı bir yaşamı neden istesin ki?
MA: Sıra dışı bir yaşam belki de yaşamın kendisi de onun için... Hepimizin ihtiyaç duyduğu bir şey, yaşamanın kendisi... Şimdi iki tür yaşam var olduğunu kabul edebiliriz. Şablon yaşamlar ve gerçekten seçilmiş yaşamlar... Toplumun maalesef bize sunduğu yaşam alternatiflerine baktığımız zaman, birer şablon olduğunu görürüz. Okula git, askerlik yap, evlen... Hele kadınlar için nasıl sablonlar var, Tanrım çıldırıyorum... 6 aylık bir bebeğe -kız bebekler için söylüyorum tabii- büyüyünce gelin olacaksın, duvak takacaksın... Daha şimdiden yönlendirme başlıyor...

BÖ: Çocuk oyunları bile o yönlendirmeyi aynen devam ettiriyor...
MA: Tabii, kesinlikle... Çocuk şarkılarına, ninnilere kadar herşeyde var buyönlendirme... Neredeyse bir kız büyüyünce bile evlenip evlenmemeye bile kendisi karar veremiyor. Erkekler açısından baktığınız da durum aynı... Onlara da bir maçoluk şablonu, değişik versiyonlarda sunuluyor. Memoli dizisindeki Memoli'den, şimdilerde Çocuklar Duymasın'daki Tamer Karadağlı'nın canlandırdığı karakter... Gerçi hoş bir şeyler yapıyolar ama... Topluma sunulan şablonlar var. Ben diyorum ki, bu şablonları kırmazsanız kendiniz olamayacaksınız. Sıra dışı yaşam becerilerini de şöyle sunuyoruz insanlara... Diyoruz ki... İnsanlar ya sıra altıdır, ya sıra içidir,ya sıra dışıdır, ya da sıra üstüdür. Bu dördünden biridir. Bunlar benim tasnifim tabii...

BÖ: Neyi kastediyorsun sıra altı,sıra üstü derken?
MA: Sıra altı terörist gibi adamdır.Tamamen bağlanmıştır, yani örgüt lideri, reisi, komutanı ne derse onun yapar... Git der, uçakları ikizlere çarptır, o robot gibi komutu yerine getirir. Veyahut da git kendini hapishanede yak der, o da yakar... Bunun düşünme yeteneği kalmamıştır. Toplumdaki, sıra içi sınıflaması 'sıradan' insanlardır. Sırada insan ne yapar? Toplumsal şablonlar ne gerektirirse onu yapar. Düşünme yeteneği vardır, ama çoğu zaman bunu kullanmaz. Örneğin bir cep telefonu desenli olabiliyor değil mi? Desenini de değiştirebiliyorsun. Otomobilin desenlisi var mı? Bir tek Volkswagen kaplumbağaları özel istekle yaptırabiliyorsun. Diğerlerine bakıyorsun, onlar niye desenli değil? Olmaaaaz... Araba beyaz, kırmızı, mavi, sarı olur... Farklı görünmek istiyorsun, fakat olamıyorsun...

BÖ: Bir de 'İnsanlar ne der?' baskısı var tabii..
MA: Kendin olamıyorsun o zaman, diğerinin beklediği kişi oluyorsun. Sıradışı yaşam becerilerinde, insanları bu sıradanlıktan çıkarmaya çalışıyoruz. Düşünme yeteneği var insanın.. Cep telefonu desenli olabiliyorsa, araba da olur... Neden olmasın? Şahsen benim, şöyle alevlerin içinden çıkan araba desenli bir otomobilim olsun isterdim... Ben böyle papyonla dolaşan bir adamım. Belki arabamın kaputunun üzerinde bir papyon deseni de olabilirdi... Hoş olabilir... Beni yansıtacaktı... Sıradan insanlar, sıra altılardan yine de üstünler. Sıradan insanı, uçağa bindirip İkizlere çarptır dediğinde, 'manyak mısın sen kardeşim?' der. Yine de düşünme yeteneği var. Sıradışı insanlar denemeye açıktırlar. Hayalleri vardır... Kurcalar, deneyler yapar, pek toplumu da takmaz... Takmaz derken, toplumla birlikte yaşar ama... Toplumla barışık bir haldedir ama bazen ters düştüğü anlar da olur. Ama sonunda da kendini bulacaktır. Toplumdan sıra dışı insanlarıa bir örnek vereyim size... Sıradışı insan öyle kulağına küpe takan insan da değildir, küpe takanlar da alınmasın... Sıradışılık derken bir marjinallikten bahsetmiyorum. Örneğin Çine'de, Çine bu arada Aydın yakınlarnda bir kazadır. Orada bir de göl var, Çine Gölü... Gölün yakınlarında bir balıkçı kahvesi var. Bu balıkçı kahvesinde yaşlı bir amca var gelene gidene kahve yapıyor. Ama kahveyi nasıl yapıyor? kahveyi cezveye ve ateşe koyuyor, 2 dakika geçiyor... Önünde bir sürü kavanoz var. Birinde hindistan cevizi var, bir miktar ondan atıyor. Aradan 3 dakika 15 saniye geçiyor ve saatine bakıyor bu sefer başka bir baharat atıyor. Yaklaşık 15-16 dakikada bir kahve yapıyor. Kendine özgü bir Çine kahvesi olmuş. Türk kahvesi ama, aroması farklı... Bir içiyorsunuz kahveyi, muhteşem bir lezzet !!! Diyorsunuz ki bana bir tane daha yap. Bütün müşteriler bayılıyorlar bu kahveye. Ne yapmış bu adam? Belki hiç okumamış olabilir, parası da olmayabilir, ama sıradışı bir adam bu... Sıradışı bir kahve yapmış... Düşünsenize, böyle bir kahveci olsanız herhalde çok mutlu olurdunuz... Çünkü bütün müşterileriniz sizden mutlu. Sıradışı olmak demek, hem kendin için hem başkaları için mutluluk kaynağı olabilecek bir deneme yapmak. Diğer kahveciler mutlu mu? Bunun bir hikayesi var... Ben seminerlerimin girişinde anlatıyorum bu hikayeyi... Öğrencilerimden bir tanesi, benden izin alarak İzmir'da bu seminerleri vermek istedi. Ben de yapabilirsin dedim. O da semineri yapacak, bir ilan vermiş... Copyright: Melih Arat, Semineri veren: Sabri Derin... Oranın kahvecidi de merak etmiş... 'Abi.. bu ne yaa.. ben de bir gelebilir miyim seminere' diye.. Sabri kabul etmiş, eğitimde az önceki hikayeyi anlatmış. Oranın çaycısının ismi Osman. Çine'deki kahveci yapar da ben yapamaz mıyım? Gidiyor kendi çayocağına, Nesquik, Nescafe, Capuccino ne bulursa karıştırıyor... 3-4 deneme yapıyor, değişik değişik... Haahhh! Tamam buldum, diyor... Kendi yaptığı yeni kahve türünden, dershanenin müdürüne, öğretmenlere dağıtıyor. 'Bu ne?' diyorlar.... Osman'ın spesiyali diyor.. Dershane müdürünün misafirleri geldiğinde, telefon açıyor, Osman bana senin spesiyalden getirir misin, diyor. Şimdi ne oldu? Sıradışılık bizim yaşamımıza yeni bir seçenek kattı. Biz ne kadar fazla, yeni şey denersek, bu hem bizi mutlu ediyor hem de etrafa aynı şekilde... Kahveden söz ettik... Biraz da tatlıdan söz edelim:... şimdi özellikle İstanbulluların sevdiği bir tatlıdan söz edeceğim... Bu arada dörtlü sınıflama var, dedik... sıra altı, sıra dışı, sıra üstü ve sıra dışıydı bunlar... Sıra üstü ne yapar? Sıra üstü para kazanır. Sıra üstü olanlar, uygarlığa bir ürün, bir hizmet sunarlar. Yani denemekle kalmaz bunu uygulamaya geçirerek hizmet verirler. Sıra üstü, Edison gibi bir adam... Bir ampül yaparsın, bütün dünya aydınlanır. Mesela Türkiye'den sıra üstü bir adam söyleyeyim size... Beyoğlu'nda İnci Profiterol. İstiklal caddesinde tatlı yiyeceksek ne yiyeceğiz? Profiterol yiyeceğiz. Adam profiterolü icat etmiş, artık sen profiterolü Gaziantep'e de gitsen yiyiyorsun, İzmir'e de gitsen yiyiyorsun... Bu adamın yaptığı icat ne olmuş, git gide yaygınlaşmış... İşin püf noktası, ülkeler nasıl gelişiyor diye baktığımız da... Bana öyle geliyor ki, İMF'den gelen kredilerle gelişmiyor ülkeler... Sıradışı insanların ürün ve hizmetlerinin gelişmesiyle gelişiyor. Düşünsenize şu Çine kahvecisini... Şimdi Starbucks açılıyor, Türkiye'ye... Kadıköy Carrefour'un içinde ilki açılıyor... Dünyanın en büyük ve hızlı büyüyen zincirlerinden bir tanesi Starbucks. Kuzey Amerika'da, yanılmıyorsam Seattle'da başlayan bir kahve zinciri... Starbucks Coffee tüm Türkiye'ye yayılacak da, Çine kahvesi yayılmıyor? Keşke Çine Coffee:) İstanbul, Ankara, İzmir, sonra da Paris, Londra, Sofya, New York... buralara yayılmıyor? Yayılsaydı eğer, bunun lisans gelirleri... Türkiye'nin imajı neden dünyada iyi değil? Çünkü Türkiye'nin dünyada sevilen bir markası yok. Biz bugün Amerikalıları bugün lider olarak kabul ediyorsak onların çeşit çeşit markaları, teknolojileri yüzünden.

BÖ: Şimdi, ben bu programda insanlara farklı yaşam alternatifleri sunuyorum. Farklı yaşam stilleri olan insanlar senin sınıflandırmana göre neredeler? Sıra dışılar mı, sıra üstüler mi
MA: Aslında az önce yaptığım tasnifte ince bir ayrım vardı, koşullu doğruyu söylemem lazım... Aslında hiç kimse tam olarak sıra dışı olamaz, biz sadece seçtiğimiz eylemlerde ve davranışlarda sıra dışı olabiliriz.Yoksa araba sürerken pek de sıradan sürmek zorundayız... Toplum içinde yaşarken yaptığımız faaliyetler sıradan olmak zorunda, ama bazı şeyleri sıra dışı yapmalıyız. Şimdi yoga yapan birisi, rafting yapan birisi veya scuba diving yapan birisi sıra dışı sayılabilir mi? Bu eylemler eğer toplum nazarında sıra dışı olarak sınıflanıyorsa sıra dışı sayılabilir. Ama aslında, yaratıcılık nedir diye baktığınızda, yaratıcılık iki şeyi birbirine bağlamak demektir. Mesela şimdi, bizim radyo aracılığıyla, seslerimiz-konuşmalarımız dinleyiciye bağlanıyor. Bu anlamda radyo genel anlamda bir yaratıcılık örneği. keza bilgisayar ın bütün parçaları birbirine bağlı, otomobilin parçaları birbirine bağlı. Parçaları birbirine bağlı olmayan bir makina yok. Diyeceksin, scuba diving le bunların ne alakası var? :)

BÖ: Bağlayacağız şimdi :)
MA:Eğer 'scuba diving'i yaşamımıza yaratıcı bir şekilde bağlayabiliyorsak, bunu sıradışılığın bir girdisi olarak kabul ediyoruz. Küçük bir hikaye anlatayım... Bizim sıra dışılıkla ilgili seminer katılımcılarımızdan birinin hikayesi. Ahmet Özken isimli bir arkadaşımız, kız arkadaşına 10 Temmuz'daki doğum gününde sıradışı birşey almak istedi. Nasıl bir hediye verdi, onu söyleyeceğim. Alfabetik düşünme yeteneğini kullanarak bu hediyeyi icat ediyor. Hediye şöyle... Bir gün sevgilisi Ayşe'ye bir mektup geliyor, Altınyıldız Oteli'nden. Mektup otelin dalgıçlık klübünden. Deniyor ki mektupta, doldurmuş olduğunuz bir formla, sadece 10 Temmuz'da geçerli olmak üzere, 2 kişilik dalgıçlık eğitimi kazandınız. Ahmet'e söylüyor bunu, bak böyle bir şey çıktı doğumgünümde, gel beraber gidelim diye... Ahmet mırın kırın ediyor... İsteksizce kabul ediyor, görünüyor. 10 Temmuz'da beraber kalkıp gidiyorlar, otele. Bu arada bunların dalgıçlık sertifikası da yok. Sertifika olmayınca, ilk dalışta 7 metreden fazla dalamazsınız deniyor. Bunlar 7 metreye bir dalıyorlar, inanılmaz bir şey !!! Bir anfora buluyorlar. Batık gemiden kalma bir testi. Uçuyorlar havaya... Testiyi alıyorlar, yukarı çıkarıyorlar. Ayşe artık takla atacak... Hem bedava dalış kazanmış, üstelik de bir batık bulmuş... Testiyi sallıyorlar, testinin içinde birşey var... Tanrım, bu ne??? İçinden, naylon poşetin içerisinde 2 tane inci küpe çıkıyor. Hazine bulduk!!! Ayşe, naylonu bir açıyor, içinde bir yazı: Hayatımın incisine, inciler yakışır:) İşte sıradışı yaşam becerileri bu !!!

BÖ: Ne muhteşem !!! Ayşe yerine ben çok duygulandım şu an, ağlayacağım şimdi :) Kimbilir nasıl bir tepki vermiştir kız?
MA: Tabii, kızın o anki halinin fotoğrafını bir görmek lazım tabii ki:. İşte, günlük yaşamımızdaki problemleri çözmek, günlük yaşamımıza değer katmak, onu güzelleştirmek hem kendimiz için anlatılası, yaşanılası, paylaşılası hikayeler anlatabilmek için bunlara ihtiyacımız var. Ahmet'in daha önce dalgıçlıkla alakası olmasaydı, Altınyıldız Oteli'ni bilmeseydi bütün bunların hiçbiri olmayacaktı. Tüm bunları yapabilmek için, Altınyıldız Oteli'ne gitti, oradan antetli kağıt aldı, yazdı, gönderdi... B öyle bir sürü ayrıntı ve detay var...

BÖ: Sıradışı bir hediye olmuş gerçekten...
MA: Çok örnek var böyle... Yaratıcılık işte parçaları bağlayıp, yeni birşey yapabilmek. Bunu yapabilmek için değişik parçalar lazım. Eğer hiç dalgıçlık yapmazsan, onu oraya bağlayamazsın. Bir yazar olduğunuzu düşünelim... Bir cinayet öyküsü yazacaksınız, enteresan birşey olsun istiyorsunuz... Eğer puro içmediyseniz, kahramanınıza puro içiremezsiniz. O puro zehiri taşıyacak, böylece öyküde cinayet işlenecek... Adamın bunu yazabilmesi için purodan haberdar olması lazım.

BÖ: Özellikle şehirde yaşayanlar için rutin bir hayat hakikaten çok hakim... İşten eve, evden işe... En fazla yaptığımız bir restaurant veya cafeye gitmek oldu çıktı. Ama bunu bir anlamda da rahatlığı var. Hiç birşekilde yormuyorsunuz kendinizi, hiçbir riskiniz yok. Sıkıntısı yok. Örneğin geçen hafta dağcılıktan bahsettik. Çok meşakkatli bir dağcılık. İnsanlar neden rahatlarını bozsunlar da yeniden bir şey denesinler?
MA: Denemesinler ve geldikleri gibi ölsünler-gitsinler: Şimdi yaşam doğumla ölüm arasında geçen bir şey gibi zannediliyor, ama onun içini doldurursan... Benim 'dolu dolu boş yaşamak' diye kullandığın bir tabir var. Sadece Türkiye değil, dünya toplumları 'dolu dolu boş yaşıyorlar'. Daha acısı nüfüs cüzdanlarında yazan kimliklerinin haricinde kim olduklarını öğrenemeden ölüyorlar.

BÖ: Bir arkadaşım çok güzel bir sözü vardı, 'iyi ki TV icat edildi, ölümü beklerken insanların canı sıkılmıyor' diyordu... Bence güzel bir tespit yapmış:) Televizyon karşısında çok vakit kaybediliyor hakikaten...
MA: :)))) O kadar keskin değil... Ben çok fazla çocuk kanalı izliyorum, mesela. Özellikle Nickelodeon kanalı var, Digiturk'te. Herkese hararetle tavsiye ederim... Real Monsters, Hey Arnold kaçırmayacakları çizgifilmler... Konumuza geri dönelim, insanlar günlerini yaşayıp gitsinler mi? Annemiz-babamız tarafından çizilmiş şablonlar var, işte... okula git, askerlik yap, işe gir... Az önce de konuştuk... Nasuh Mahruki diye enteresan bir insan var. Televizyondan izliyoruz, kahraman insan... Bu saygıdeğer adamla ilgili birkaç soruyu aklımıza getirmeliyiz. Böyle de söyleyince, kötü bir konuşma yapacağım gibi doğabilir insanların içine:) Öyle değil ama… Nasuh Mahruki bildiğimiz gibi AKUT grubunu kurdu ve AKUT sayesinde Marmara depreminde 500'ün üzerinde insanın kurtulmasına yardımcı oldu. Adana depreminden sonra da enkaz çalışmalarında birçok insanın kurtulmasına yardımcı oldular, dünyanın dörtbir tarafında bu işi yaptılar... Peki, Akut niçin kurulmuş? AKUT'un açılımı, Acil Kurtarma Takımı... Bu insanlar, AKUT'u dağda birilerini kurtarmak için kurmuşlar, depremzedeleri kurtarsınlar diye değil. Niye dağdakileri kurtarmak için? Çünkü dağa çıkıyorlar, dağda kaybolanlar oluyor, ölüyor... Nasuh niçin dağcı olmuş da biz dağcı olmamışız? Çünkü, Nasuh'un okuduğu Bilkent işletme Fakültesi'nde Dağcılık Kulübü var. Hatta ondan bir yıl önce dağcılık kulübünden önce sualtı mağaracılık kulübü vardı. Önce ona gidiyor, 1-2 yıl onu deniyor ve diyor ki bu iş bana göre değil... Sonra dağcılığı deniyor, dağcı olmaya karar veriyor. Nasuh Mahruki eğer dağa çıkmasaydı işletme fakültesindeki diğer arkadaşları gibi, okulu bitirecek, bir işe girecekti veya belki şu sıralarda mastırını yapıyor olacaktı…

BÖ: Sıradan bir insan olacaktı yani, oysa şu anda topluma büyük ölçüde faydası bulunan bir insan... Çok hayatın kurtulmasına katkısı oldu.
MA: Evet, okulu bitirdikten sonra yaptığı şey... Ne iş aradı ne de başka bir şey yaptı. Sıradışı bir kulvar yarattı kendine. Dedi ki kardeşim ben Rusya'ya gideceğim. Altı tane 6000 metre üzerinde dağ var, arka arkaya bu dağları tırmanacağım. Ve böylelikle 'Kar Leoparı' ünvanını aldı. Bu ünvanı aldıktan sonra da, Yapı Kredi'nin Genel Müdürü Burhan Karaçamlı'dan randevu aldı ve Everest'e çıkma projesini açıkladı. Everest'e çıkmak para isteyen, destek isteyen, bir çok şey isteyen bir projeydi. O desteği de aldıktan sonra Everest'e çıkabildiği için AKUT bu çapa ulaştı ve depremden sonra da o seviyede yardımlar aldı. Temel espri şu... başa dönersek.... Nasuh eğer dağa çıkmamış olsaydı arkadaşlar, AKUT da yoktu, depremde kurtulan insanlar da yoktu. Şunu da açıkça vurgulamak istiyorum, kim olduğunuzu bilemezseniz, kim olduğunuzu öğrenmek için değişik denemeler yapmazsanız, kim olduğunuzu hiç öğrenemeden mezara gidersiniz. İnsanlar isterlerse bunu yapsınlar ama, ben üzülüyorum... Biz bu hayata, yaşamaya, kendimizi öğrenmeye, birbirimize nasıl yardım edeceğimizi, kendi yaşamlarımızdan nasıl keyif alabileceğimizi öğrenmeye geldik. Televizyon seyredip ortalama bir keyif almaya veya şablon bir yaşamın arkasından gidip, yokolmak-sıkıntı içine düşmek için gelmedik. İkinci birşey, yaşamlarından pekçok insan mutlu değil.

BÖ: İnsan bazen ihtiyaç duyabilir... Şöyle eve gitsem, ayaklarımı uzatsam ve televizyon karşısına geçsem diye... Bu da olabilir... Ama tüm hayat böyle geçmemeli...
MA: Tüm hayat böyle olursa asıl sorun... Dünyanın heryerinde bir anlam arayışı sözkonusu. Hatta anlam arayışının en fazla olduğu ülke A.B.D. 'Yaşamınızın anlamını keşfedin' konulu en çok kitap Amerika'da. Türkiye ve Avrupa ülkeleri'nde de durum çok farklı değil, keza sadece bugün değil 3000 yıldır yaşamın anlamını arıyor. Yaşamın anlamı içeride değil, dışarıda. Dışarısı neresi? Köprü kurmak, denemek, araştırmak... Dağa çıkmak içeri girmek değildir, bu sosyalleşmedir. Bizi depresyonlarımızdan ve anti-depresan ilaçlardan kurtaracak olan şey ve topluma değer katmamıza götürecek olan şey, kendimizi keşfetmek için yapacağımız denemelerdir.

BÖ: Sıradışı derken öyle ekstrem şeyler düşünmemek lazım... Şarkı söylemek, resim yapmak... 40'lı yaşlardan sonra bu işe başlayan ve büyük başarılara ulaşan isimler çıkıyor aramızdan. Yaşın da hiçbir önemi yok... İnsan bu ihtiyacı farkettiği anda hemen harekete geçmeli, değil mi?
MA: Şablonlarla ilgili programın başında dedin ya, iş dünyası biraz daha sıradışılıkla yaratıcılıkla uğraşıyor, ben de dedim; yok öyle birşey... Hala da iş dünyasının çok sınırlı bir şekilde yaratıcılıkla ilgilendiğini iddia edeceğim. Mesela Cem Yılmaz'ı düşünün... Türkiye'nin sevdiği bir komedyen. İngilizce yapsaydı, herhalde Batı'da da severlerdi. Bu adamı, eğer meşhur olmasaydı, hangi banka işe alırdı? Mazhar Alanson... Sanırım 50 yaşını geçti... Çok yaratıcı bir müzisyen ve bana sorarsanız 'düşünür' de aynı zamanda. Hangi banka, eğer o meşhur olmasaydı, işe alırdı? İş dünyası 'yaratıcı olmak istiyorum' diyor da... Kendi şablonlarından... mesela 30 yaşın üstünde alamayız, 40 yaşın üstünde alamayız... Cem Yılmaz gitse, eğer ünlü olmasaydı, güvenlik memuru onu kapıdan içeri bile sokmayabilirdi. Sıradışılık ve yaratıcılık, bize katma değer yaratan, hayatlarımızı yaşanabilir hale getiren şeyler. Ama herkes sıradışı olacak diye birşey yok. Fakat, bu insanların sayısının toplum içerisinde fazla olması kritik. Eğer az olurlarsa, yeni bir icat diyeceğim ama teknik bir icat değil... Örneğin Mc Donald's teknik bir icat değildir, ama icattır... ICQ bir yazılım olmaktan ziyade, sosyal icattır. Bunlar bizim yaşamımızı güzelleştiriyor ve heyecan veriyor. ICQ'yu tüccarlar mı yaptı? Birileri buna ihtiyaç duydular ve geliştirdiler... İsrail'de yaşları 16 ile 20 arasında değişen dört genç yaptı ICQ'yu, sonra da Yahoo'ya sattılar. Ben şunu düşünüyorum... Sıradışı olmak müthiş birşey... Düşünsenize, ICQ'yu yaratan 4 gençten birisiniz. Akşam baktıklarında, şu anda dünyada şu kadar kişinin ICQ kullandığını görüyorlar. Kuzey Küre'de şu kadar kişi, Güney Küre'de bu kadar kişi konuşuyor...

BÖ: Şu kadar kişiyi de evlendirdik diyorlardır :)
MA: Evet, müthiş birşey bu... Ya yapmasalardı? Bunlara ihtiyacımız var. Yeni birşeyler olması lazım. Uygarlık böyle ileri gidiyor. En mutlu olan da bunu kullanan adam değil, bunu yaratan adam.

BÖ: Özellikle bizim toplum olarak bu icatlara çok ihtiyacımız var, ilerlemek için. Güven Borça'nın kulakları çınlasın... 'Bu topraklardan marka çıkar mı?' diye bir kitabı var. Bir şekilde sıradışılığı yakalayabilirsek, neden olmasın? Bu topraklardan da marka çıkar... Melih, son olarak senden 'Sırarışı Yaşam Becerileri' seminerinle ilgili bilgi vermeni rica ediyorum.
MA: Sıradışı Yaşam Semineri aynı anda İzmir ve İstanbul'da gerçekleşen bir seminer. Aynı anda iki şehirde yaşıyorum. İnşallah buna 3. şehir olarak New York da katılacak. Bir hafta orası 3 gün burası gibi geçecek.

BÖ: Çok zor bir tempodasın aslında. Haftanın yarısı İzmir'de, yarısı İstanbul'da yaşıyorsun.
MA: Şu denemek seçenek türü vardı ya... Aslında şehirler -sakinleri beni bağışlasın- birer yarı açık cezaevi gibidir. 2 şehirde yaşıyorsanız, 2 şehrin seçeneklerine sahipsiniz. 3 şehirde yaşıyorsanız, 3 şehrin seçeneklerine sahipsiniz... Bunun için benim seçeneklerim fazla... Kusura bakmayın, ben bu kadar az seçenekle yaşayamıyorum:)
Sıradışı Yaşam Becerilerini, İstanbul'da Boğaziçi Üniversitesi Mezunları Derneği ile birlikte yapıyoruz. BÜMED olarak bilinen dernekle. Program 12 hafta sürüyor. Derslerden de çok özet birşekilde sözedeyim. İlk iki hafta sıra dışılık nedir, sıra altı olmak nedir, yaratıcılık nedir, bunları tartişıyoruz. İkinci 2 hafta yaratıcılık teknikleri, alfabetik düşünme teknikleri, çapraz düşünme teknikleri nedir, bunları uygulamalı olarak çalışıyoruz. Niye bunların üzerinde çok duruyoruz? Çünkü, yaratıcılık önemli de, nasıl yapacağız bunu? Teknik lazım. Beşinci ve altıncı haftada bilgi ile yaratıcılık ilişkisi aynı zamanda bilgi toplumunda ki kenti kariyer yolumuzla bilgi ve yaratıcılığın ilişkisi, bilgi toplumunda kendi kariyer yolumuzla yetenekleri ve yaratıcılık ilişkisini sorguluyoruz. Yedinci haftada 'yaratıcılığın çağları aşan kuralları' isimli bir bölümümüz var. Bu bölümde, Türkiye'den dört tane yaratıcılık öyküsü anlatıyorum ki, bu işin nasıl olabildiğini öğrensinler. Sekizinci haftada 'odaklanma' kavramı var. Odaklanma ile yaratıcılığın alakasını açıklıyoruz. Yaratıcılık bağlamaksa parçaları, onlara birer birer odaklanmanız lazım. Dokuzuncu hafta, aslında bütün insanların dört gözle beklediği bir hafta. 'Az zamanda çok iş bitirme sanatı' diye bir bölüm var. Öyle bir yaşama modeli sunuyorum ki, bu modelle insanlar hem çok iş yapıyorlar hem aile yaşamları hem de kendileri çok mutlu oluyorlar. Onbirinci ve onikinci haftalarda ise iletişimde yaratıcılık ve sıra dışılık nasıl oluyor bunu tartışıyoruz. Bu program iki etaptan oluşuyor. Birinci 12 haftanın ana teması yaratıcılık. İkincisinin ana teması ise daha da ileri, kendi geleceğini yaratmak. O başka birşey. Başka malzemeler, başka sistemler... Yaşamımı buna harcadım diyebilirim, son 12 yıl bunu okumak-araştırmak-tecrübe etmekle geçti.... Sen 'Özgür Saatler'i bulmuşsun... Ben o kadar uğraştım, bu ismi bulamadım:))

BÖ: Bana bu ismi bulma konusunda bir dostumun çok büyük katkısı oldu. Ben de bayağı düşünüp-bulamamıştım. Ama o bir seferde buldu. Bir de yaratıcı olmadığını iddia ediyordu.
MA: Ama soruya sahip olmak, en az cevap sahip olmak kadar önemli. Bir taraftan sana bir pay çıkarttık yani :) Bu programla ilgili bilgilere nasıl ulaşabilirler, onu da söyleyeyim. Bir web adresi vereceğim: www.meliharat.com adresinden seminerlerimle ilgili bilgilere ulaşabilirler.

BÖ: Son olarak, bu programla ilgili gelecek projelerini soralım... Ama çok az vaktimiz kaldı, çok kısaca...
MA: İnşallah, bu Sıradışı Yaşam Becerileri seminerlerini, New York'ta da vermeye başlayacağız. İngilizce olarak New York'ta bunun kitabını yayınlayacağız. Bir de Sıradışı Yaşam Becerileri'nin üniversitesini kuracağız. Bu da bizim hayalimiz. Bizim de dünya uygarlığına katkımız bu şekilde olur.

BÖ: Ben yapacağına ve başarılı olacağına inanıyorum. Programa katıldığın için de ayrıca çok teşekkürler... Umarım birçok insanın Sıradışı Yaşama isteği duymasını sağlayabilmişizdir.