28.10.06

Ne öğrenmeli?

Eğitim, insan aklını birtakım genellemelere hapsetme süreci değil, insanı özgürleştirme süreci olmalıdır. İki tür enformasyondan söz edilebilir: Kullanılacak enformasyona eriştirecek enformasyon ve kullanılacak enformasyon.

Her iki enformasyon türü de değişkendir. Ancak kullanılacak enformasyonun miktarı ve değişkenlik seviyesi, kullanılacak bilgilere eriştirecek bilgilerden yüksektir.

Kullanılacak enformasyona eriştirecek enformasyon

Kullanılacak enformasyona eriştirecek enformasyon, okuma-yazma, araştırma becerileri, yaratıcı düşünme teknikleri, internet kullanma, temel matematik, hızlı okuma teknikleri, proje seçme ve uygulama becerileri gibi, bizi kullanacağımız enformasyonlara eriştirten (ya da onları üretmemize imkan veren) enformasyonlardır.

Kullanılacak enformasyon

Kullanılacak enformasyon, basitçe örneklemek gerekirse coğrafya, tarih, fen bilgisi, mühendislik, yönetim gibi alanlardaki enformasyonlardır. Yaşamak ya da üretmek için kullandığımız enformasyonlar, kullanılacak enformasyon olarak tanımlanabilir.

Eğer illa da birilerinin kafalarına bir şey sokacaksak, sokmamız gereken şey, kullanılacak enformasyona eriştirecek enformasyon olmalıdır. Bu enformasyon türünü edinmiş insanlar özgürdür. Onlar istedikleri her türlü enformasyona erişebilirler. Kafalarına sadece kullanılacak enformasyon yüklenmiş insanlarsa (üstelik bu enformasyonlar ağırlıklı olarak genelleme içeriyorsa) söz konusu insanlar esir edilmiş demektir.

Bu yaklaşımla baktığımızda çocuklara öğretmemiz (zorla enformasyon vermek anlamında kullanıyorum) gereken şey, tek başına “kullanılacak enformasyona eriştirecek enformasyon” olarak görünüyor. Ancak bu yaklaşım da yanıltıcıdır. Kullanılacak enformasyona erişebilmek için belirli ölçüde yine kullanılacak enformasyon gerekir. Örneğin, üniversitelerin arkeoloji bölümünde hem bir arkeolojik araştırmanın nasıl yapılacağı hem de tarih okutulur. Arkeolojik araştırmanın nasıl yapılacağı “kullanılacak enformasyona eriştirecek enformasyon” ve arkeolojik tarihse “kullanılacak enformasyondur.” Bu iki enformasyon olmadan, arkeoloğun araştırma yapması mümkün değildir. Bu yazıda defalarca vurguladığım temel şart ise, arkeoloji öğrencisine sunulacak enformasyonun da koşullu doğrular olmasıdır. Tarihsel bir enformasyon, nasıl koşul içerir diye düşünürseniz bir örnek verelim: “Piramitleri Mısırlıların yaptığını kabul ediyoruz; yapılacak araştırmalar bize başka bir enformasyon getirene dek.”

Proje bazlı öğrenme

Kullanılacak enformasyon ile enformasyona eriştiren enformasyonun birlikte kullanıldığı ve geliştirildiği başlıca etkinlik projelerdir. Herhangi bir proje, içerdiği sorularla gönüllü öğrenmeyi ortaya çıkaran, çok miktarda enformasyonun içinden kritik olanı diğerlerinden ayırmayı öğrenmeye yardım eden, kullanılacak enformasyon miktarını genişleten ve yetenek de kazandıran bir süreçtir. Örneğin, hiç gitar çalmayı bilmeyen birisinin okul mezuniyet balosunda gitar çalma projesi, ona hem yetenek hem de kullanılacak enformasyon kazandıracaktır. Gitar çalma yeteneğini kazanmak için kursa gidecek, daha önce belki de dinlediği; ama tanımadığı bestecileri ve yorumcuları öğrenecek, gitarla ilgili birçok teknik bilgiyi edinecek, şarkı sözü olabilir düşüncesiyle şiir kitaplarındaki şiirleri okuyacaktır. Bu tür bir proje, insan için okulda birinin bla bla ederek kafasına bir şeyler sokmasından çok daha etkili bir öğrenme yoludur.


06.01.2002

21.10.06

Karada bekleyen yelkenlilerden olmayın

On sekizine gelen herkesi karanın kenarında oturmuş, yelkeni olmayan bir yelkenliye benzetirim.

Bu yaştaki birinin biyolojik olarak aile desteği almadan ayakta durabilecek ve değişik projeleri hayata geçirebileceğini varsayabiliriz. Evden ayrılma becerisi değil, söylemek istediğim. Kendi kararlarını alarak hareket edebilme... Bir kursa yazılma, bir işe girebilme, bir hobinin peşinden o hobiyi neredeyse profesyonel uğraşa dönüştürecek kadar gitme gibi kararlar bunlar.

Bununla birlikte, her ne kadar gerekli donanıma sahip olsa da birçok insan, kendisini/teknesini karadan denize indirecek gücü gösteremiyor. Yelkenleri indirmeye hazır da olsa kumsalda karada bekliyor. Tüm hayatını yerinde sayarak geçiriyor. Daha az sayıda insan ise yelkenliyi denize indirmeyi başarıp kendi kararlarının peşinden gitmeye hazırlanıyor. Ancak teknesini denize indirmeyi başarabilen insanların bir kısmı ise kendisini denizde ileriye götürecek, yönünü kumanda etmesini sağlayacak yelkeni zamanında dokumamış olabiliyor. Donanımı eksik. Suya inse de yelkeni olmadığı için dalgaların etkisiyle bilinmeyen bir geleceğe savruluyor. Günlük hayatta kendisine yön verecek gücü olmadığı için başkalarının kontrolünde bir oraya, bir buraya savruluyor.

Yelkeni zamanında karada dokumayı başarmış ya da temin etmiş olanlar, yelkenlerini açıyor ve yelkenine dolan havayla birlikte yol alıyor. Diyelim ki 19 yaşında biri üniversitede kimya bölümüne, yazarlık kursuna ve üniversite sırasında bir satış işinde çalışmaya başlar. Bunların üçünün de harika deneyimler olduğunu söyleyebiliriz. Ancak birbirlerine destek olmayan deneyimler. En ileriye gitmek için üç yelkeniniz varsa, üçü de aynı yöne bakarsa daha çok rüzgar alırsınız. Etkinliklerin üçü de birbirine destek olursa, örneğin kimya bölümüne gitmek, kolejlere hazırlık dersanesinde kimya dersleri vermek ve bir ilaç şirketinde staj yapmaya başlanacak olursa bu kişiyi daha ileriye götürebilir. Yelkenleri farklı yerlere bakan insanlar bir süre sonra, çatışma yaşar ya da bir o adaya bir bu adaya giderken mesafe kat edemez. Bu bile teknesi karada bekleyenlerle kıyaslanınca büyük zenginliktir. Bazıları şanslıdır; seyir sırasında ödünç aldıkları bir pusula ya da sekstant (denizde seyir için kullanılan göze dayanarak güneş rasatı alınan alet) vardır. Denizde yol alırken nerede olduklarını anlamak ve yönlerini tayin etmek için bakarlar. Hayatta bu daha deneyimli, bilgelik ve bilgi sahibi bir danışman, mentor (öğretmen tutumlu, bilge, ilişki olarak yakın kişi) olabilir. Ancak hayatımızın her anında bu kişi olmayacağına göre, insan kendi pusulasına ve sekstantına sahip olabilir.

Bir taraftan da yelkenli tekneden büyüklerini de hayal etmek mümkündür. Daha büyük ve motorlu yatlar veya gemiler... İnsan, zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmediyse, bazen küçük bir kayıkla başlar, sonra büyük tankerlere doğru gider. Dünyadaki zengin insanların yüzde 5 kadarı, zenginliklerini miras almışlardır. Yüzde 95'i kendi çabaları ile zengin unvanını almıştır. (bkz. The Millionaire Your Next Door). Bu anlamda kayıkların büyük tankerlere dönüşmesi herkes için mümkün. Sonraki aşamada, kişinin tekneyle uzun vadede nereye gideceğine karar vermesi gerekiyor. Uzun vadeli hedefler hayattaki en küçük ayrıntıya bile karar verirken önemli bir referans noktasına dönüşür. Doğru ve anlamlı bir yöne kararlı bir şekilde ilerlenirken topluma da hizmet ediliyorsa yelkenlinin arkasına irili ufaklı birçok kayık ve yelkenli de katılacaktır.

Kimisi hayatını bir karanın kıyısında bekleyerek geçiriyor; kimisi de denizin sonsuz dalgaları arasında bir limandan diğerine giderek. Umarım, limanlar arasında dolaşanlardan oluruz.

10/04/2005

Asalet sonradan kazanılır

Koray, müdür olunca şirket ona uçak seyahati için Business Class'tan bir bilet almıştı. Koltuğuna kurulan Koray, yanında Türkiye'nin en saygın ailelerinden birinin tanınmış ve yaşlı bir üyesinin oturduğunu fark etti.

İyi yolculuklar dileyerek kendini tanıttı ve çok merak ettiği birkaç şeyi sormak istediğini söyledi. Yaşlı adam, bu genç işadamının sorularını elinden geldiğince cevaplayacağını söyledi. Koray, biraz sıkılgan bir şekilde "Siz aristokrat bir aile kabul ediliyorsunuz. Aristokrat olmanın bir formülü var mı?" diye sordu.

Yaşlı adam "Nasıl aristokrat olunacağı hakkında değil; ama nasıl asil bir insan olunacağı hakkında babam bize bir şeyler öğretmişti. Ancak yeni tanıştığım bir insana bunları anlatmak çok doğru olur mu bilmiyorum." dedi. Koray, "Efendim ben çok merak ediyorum. Ama bu sorunun cevabını şimdi öğrenmem uygun değilse başka fırsat olacaktır. Sizi zorlamak istemem." diye ısrar etti. Koray'ın bu tavrını gören yaşlı adam konuşmaya başladı: "Peki, peki anlatacağım. Birçoklarının bildiği gibi biz zengin bir aileyiz. Ancak hiçbirimiz zengin çocuklar olmadık. Diğer bir deyişle babalarımız hiçbir zaman bize ailenin zenginliğini belirli bir döneme kadar açmadılar. Örneğin, benim babam otuz yaşına gelinceye kadar, ne ekonomik anlamda, ne de ilişkiler anlamında bana destek olmadı. Bana 'Kendi ayaklarının üstünde durmayı öğrenmelisin.' derdi. Birçokları bizim özel okullara gittiğimizi zanneder; hâlbuki bizim ailede herkes devlet okullarına gitmiştir. Çünkü ailede hiç kimsenin özel okulu finanse edilmez. Herkes kendi gittiği okulun ücretini kazanmak ve ödemek durumundadır. Size şaşırtıcı gelebilir; ama her birimiz üniversiteyi bile kendi bireysel imkânlarımızla okuduk. Üniversite döneminde harçlığımızı çıkarmak için çalışmak zorundaydık. Bir malikânemiz vardı; ama sanki biz bu malikânenin sahibi değil de, hizmetlisiydik. Okul bittiğinde bizim için, aile şirketlerinde çalışma imkânı diye bir şey yoktu. Şirketler biz otuz yaşına gelinceye kadar bizim çalışmamıza kapalıydı. Her birimiz dışarıda çalışmalı ve pişmeliydik. Bu süreçte aile büyükleri hiçbir kararımıza da karışmadı. Kendi kararlarımızı alıyor ve uyguluyorduk. Elbette bir sürü yanlış karar da aldım ben. Ama sonunda doğru karar almayı öğrendim. Kendi yüreğimi, zihnimi sevgi ve şefkatle yönetmeyi öğrendim. Sabretmesini, ukala olmamayı, hatalarımı sahiplenmeyi öğrendim. Kendimle ve dünyayla barışık olmayı öğrendim.

Babam bana 'Bu dünyada bir bambu gibi olmalısın, sıradan bir ağaç değil.' derdi. Bambu, dünyada inşaatlarda da kullanılabilen çok güçlü bir bitki ve ağaç türü. Başkasından destek almadan ayakta dimdik durabiliyor, ayrıca son derece işlevsel. Fidanları gıda olabiliyor. Bulunduğu bahçelere güzellik katıyor ve bir anlamda bahçenin en uzun, en gösterişli üyesi olduğu için bahçenin lideri. Kışları soğukta başka ağaçların donmasını önlemek için bambu kaplarlar. Bambudan mızrak ve ok hortumları yapılabiliyor. Babam bize bambu gibi sağlam, dik ve işe yarar olmamızı söylerdi. Bambu, gücünü kendinden alırmış; başkasından değil. Kimseden fazla bir şey talep etmeden ayakta dururmuş. Ben de iş ve aile hayatım boyunca kimseden bir şey istemeden ayakta durmaya odaklandım. Tıpkı bambular gibi başkalarına destek oldum; onları korumaya çalıştım, onlara cesaret verdim. Başkalarının şirketlerinde çalışırken birilerini eleştirerek, zayıf yönlerini ortaya çıkararak yükselmek gibi bir çabam hiç olmadı. Yani babamın başlıca öğütlerinden biri, 'Muhalefet partileri gibi eleştiren değil, iş yapanlardan ol.' sözüdür. Biz hep iş yapmaya çalıştık, eleştirmeye değil.

Gücün ve pozisyonun peşinden koşmadık hiç. Özellikle yakın çevremizdekiler, bizim nasıl yetiştirildiğimizi bilenler bize saygı duydular. Her birimiz kendi yaşamlarımızı kurduğumuz için bize güvendiler. Biz kimseden itaat etmesini ya da bizi lider kabul etmesini beklemedik. Ancak sorumluluk aldığımız, bizimle birlikte çalışan insanların içinden geldiğimiz ve soyadımızın sağladığı zenginlik ve ilişkilere dayanmadan yükseldiğimiz için insanları biz doğal olarak izlediler. Asalet insanın yaptıkları, içinden geçtiği tecrübeler ve tutumlarıyla ilgili sanırım; damarlarında dolaşan kanla ilgili değil.

21/10/2006

18.10.06

Düzenli hayat için trenlere bakmak yeterli

Lisans öğrencisi bir genç kız olan Gökşen ile doktora öğrencisi Ercüment konuşuyor: "Ercüment abi, sana imreniyorum. Her zaman ne yapacağını biliyorsun, bir planın oluyor.

Nasıl yapıyorsun bunu? Benim hayatım karmakarışık, ne yapacağımı bilmiyorum. Bırak ertesi günü, akşam için bile bir planım yok çoğu zaman." "Gökşen, hayatını düzenlemek konusunda ilerleme sağlamak istersen, trenleri incelemeni öneririm." "Ercüment abi, trenin ne ilgisi var şimdi?"

"O kadar çok ki, trenin en büyük özelliği illa ki, bir hedefinin olmasıdır. Raylarda yolcu almaya hazır bir trenin nereye gideceği bellidir. Amacı, hedefi belli olmayan tren olmaz. Hedefi olmayan trenler, depoda bekler, yerinde sayar. İnsanlar da böyle. Hedefi yoksa öylece zaman geçirirler, yerlerinde sayarlar. Raylar, trenin hedefine ulaşırken takip edeceği izlerdir. Her insan kendi hedeflerine ulaşabileceği bir yol, bir iz geliştirmeli. Biliyor musun girişimcilik kurslarında, girişimcilere öncelikle iş planı yazdırırlar. 'Hedefin ne?' ve �Oraya hangi yoldan gideceksin?' sorularının cevaplarını belirginleştirirler. Trenlerin her zaman ulaşmayı öngördükleri bir son istasyon vardır. Bir de durdukları ara istasyonlar. Ben kendime ulaşmak için bir ana istasyon seçtim. Bu istasyona giderken de ulaşmam gereken ara hedeflerim var. Günlük, haftalık olarak sürekli o ara hedeflere ulaşıp ulaşmadığımı kontrol ediyorum. Tıpkı trenin her bir ara istasyondan geçerek varış istasyonuna yaklaşması gibi, ben de ara hedeflerime ulaşarak büyük hedefime yaklaşıyorum. Trenlerin çok çok önemli özelliklerinden biri de, bir programlarının olmasıdır. Yani ana hedefe hangi gün hangi saatte ulaşacakları bellidir; hangi ara istasyonda saat kaçta olacakları da bellidir. Hatta yolcular bilmese de, hangi istasyondan yakıt alacağı, su alacağı, erzak alacağı da bellidir. İnsanın da böyle bir programı olması, çok kritik. Birçok insan, kendi hedefleriyle ilgili zaman programı yapmıyor. Trenler, bazen gecikmeli gider; ama sonunda giderler. Gecikmeler de hiçbir zaman trenin toplam ulaşma süresinin üç katı değildir. Birçok örnekte gecikmeler yüzde 10'un altındadır. İnsanların da program yapanları, hedeflerine küçük gecikmelerle ulaşıyor.

Bir de planın varsa zamanı gelince gidersin. Trenin bir kuralı vardır. Yolcular zamanında gelse de gelmese de tren istasyondan zamanında kalkar. Günlük hayatta da böyle olmak lazım. Televizyon mu seyrediyorsun, arkadaşınla mı sohbet ediyorsun? Çalışmak için ayrılma vakti geldiyse gelmiştir. Bir de belirginlik harika bir şey, örneğin programın varsa ders çalışma işinin ne zaman biteceğini de bilirsin. Eğlenmenin de programı var. Ekspres trenler ve her istasyonda duran trenler var. Kimisi ana hedefine konsantre olur, ona tek bir adımda ulaşabileceğine inanıyorsa tek bir adımda gider. Kimisi de emin adımlarla, her ara istasyonda durarak ilerler. Bu biraz da kaynak, taşıma ve yol imkanlarıyla ilgili. Yani sen bin kilometreyi gidecek yakıtı depolayabiliyor musun ya da yol boyunca alabiliyor musun? Senin hızlı gitmene uygun yol yapısı var mı? Virajlı bir yolda çok hızlı gidemezsin çünkü. Hız sınırı var mı? Üniversiteyi bir yılda bitirmek istesen de, birçok örnek de üç yıldan önce bitmiyor.

Tren makinistinin en önemli görevlerinden biri ufkuna bakmaktır. Yaklaşan ya da yaklaştığı tehlikeleri görmektir. Bir trenin önüne insan çıkabilir, bir hayvan çıkabilir ya da bir araç çıkabilir. Bir köprü yıkılmış olabilir. Bir tünelin ucunda toprak kayması olmuş olabilir. Makinist bütün bunlara göre ya hızını yavaşlatacak, ya duracaktır. Her insan da hayatta ilerlerken, önüne bakmalı ve duruma göre gerekli kararları almalı."

03/04/2005

17.10.06

Teleskop alacak paranız yoksa?

Lise birinci sınıf öğrencisi İlker, yıldızlara ve uzaya meraklıydı. Babasından bir teleskop almasını istedi.

Ne var ki, istediği teleskopun fiyatı 300 dolar kadardı. Babası ise kısıtlı aile bütçesinde bu teleskopu almak için yer olmadığını söyledi. Bununla birlikte oğlunu tam olarak reddetmeyen baba, ona bir teleskop yapmasını teklif etti. İlker, önce güldü; babasının alay ettiğini düşündü. Ama babası son derece ciddiydi. İlker, “İyi ama, nasıl?” diye sordu. Baba da soruyu bir top gibi ona geri attı: “Sence nasıl?” İlker, “İnernete bakabiliriz.” dedi. İnternette www.google.com.tr adresinde “teleskop” yazınca epeyce bir site geldiyse de, bir teleskopun nasıl yapılacağına ilişkin bir plan gelmedi. İngilizce sözlüğe bakarak teleskopun İngilizce karşılığını internette yazınca yüzlerce İngilizce site gelmişti; bununla birlikte İlker’in İngilizce bilgisi bu siteleri anlamaya yeterli değildi. Umutsuzluğa düştü. Babasına internetten bir sonuç çıkmadığını söyledi. Babası, ona “Teleskop yapmaya ilişkin bilgi başka nereden alınabilir?” diye sordu. İlker, “Üniversiteden.” diye cevap verdi. Babası “Öyleyse onu dene.” diye öneride bulundu. İlker, okuldan öğleden sonra üç buçukta çıkınca Ege Üniversitesi Uzay Bilimleri Bölümü’nün yolunu tuttu.

Okul forması ve çantası ile sorarak bir asistanın odasını buldu ve “bir teleskop yapmak” istediğine ilişkin projesini anlattı. Asistan önce şaşırdı ve gülümsedi; sonra birkaç asistan arkadaşını da odaya davet ederek İlker’i tanıştırdı. Yarım saat kadar sohbet ettikten sonra İlker’e birkaç değişik kitaptan teleskop planları ve resimleri, teleskopların çalışma prensiplerine, mercek yapılarına ilişkin bilgilerin kopyalarını verdiler.

İlker, planları inceledikten sonra kendisine malzeme listesi hazırlamaya karar verdi. Ancak elindeki planlardaki teleskop malzemeleri hep büyük boyutluydu. Önce bunların küçük ölçülerini hesaplaması gerekliydi. Okuldaki matematik hocasıyla birlikte çalışarak ölçülerin % 30’luk daha küçük bir modeldeki karşılıklarını buldular.

Ardından iş, mercekleri ve aynaları bulmaya gelmişti. Çocukluğundan beri gözlüklerini aldığı gözlükçü Yusuf ağabeye giderek, uzun uzun gözlük camlarının teleskopa olup olmayacağını tartışlar ve sonunda Yusuf abisi ana şirketten uzmanlardan da destek alarak İlker’in ihtiyaç duyduğu mercekleri buldu. Üstelik İlker’in bu projesine destek olmak amacıyla tüm mercekleri de ücretsiz verdi.

Ardından merceklerin oturacağı teleskop borularını bulmak gerekiyordu. Soba borusu satan bir tenekeciye gitti; ama buradaki boruların hiçbirinin çapı istenilen ebadı tutmuyordu. Tenekeci, büyük bir nalbura gidip su borusu bakmasını tavsiye etti. Nalburdan ihtiyaç duyduğu iki boruyu aldıysa da üçüncü boruyu bulamamıştı. Bu boru beş santim çapında bir boruydu. İzmir’in hurdalığına bile gitti; ama yine de istediği boruyu bulamadı. Eve dönünce aklına annesine iş yerinden hediye edilen takvimin silindirik kutusu geldi. Aradı ve buldu. Tam istediği çaptaydı. Ardından malzemeleri birleştirebilmek için babasıyla birlikte bir cumartesi gününü harcadı. Bir tek teleskopun ayağı eksik kalmıştı. Tek tek tüm komşularına fotoğraf makinesi ayağı olup olmadığını sordu; birinin video kamera ayağı vardı. Onu 15 günlüğüne ödünç istedi.

İlker, müthiş bir heyecanla geceyi beklemeye başladı. Çatıya çıkacak ve hayranı olduğu yıldızları artık daha yakından görecekti. Sonuç hüsran oldu. Hiçbir şey görünmüyordu. Pazar günü tüm mekanizmayı babasıyla gözden geçirdi; ama pazar gecesi de bir şey görünmedi. Pazartesi günü teleskopu alıp Ege Üniversitesi Uzay Bilimleri Bölümü’ne gitti. Asistanlar İlker’in teleskopunu şaşkınlıkla incelediler. Her şey doğru görünüyordu. Yanlış olan baktıkları yerdi. Şehrin ışıkları yıldızların net olarak görünmesini engelliyordu. Pazartesi günü Manisa yolu üstündeki Sabuncubeli tepesine çıktılar ve tüm Samanyolu teleskopun ucundaydı. İlker, liseden sonra üniversitede uzay bilimleri bölümüne girdi. Okulu birincilikle bitirdikten sonra Avrupa’da Airbus’ta araştırma–geliştirme bölümünde çalışmaya başladı.

14/03/2004

Çalışmak sıkıcı mı, eğlenceli mi?

Pınar, üniversite sınavına hazırlanıyordu ve bu iş ona çok sıkıcı geliyordu. Motivasyonu oldukça düşmüştü. İlkokul ikinci sınıfa giden kardeşi Samet ise enerji fışkıran, inanılmaz ölçüde eğlenerek dolaşan bir çocuktu.

Samet, bir gün okuldan eve arkadaşı Alp ile geldi. Kendi aralarında bir yarışma düzenlemişlerdi. Samet arka arkaya iki bilmece sordu: “Kolu var, bacağı yok; dikdörtgeni var, karesi yok.” İkinci bilmece de şöyleydi: “Küçük, dikdörtgen kutu, içi insan dolu.” Alp birincisini bilemedi; Samet bir kağıda eksi bir puan yazdı. Cevap “kapı” idi. İkincisini ise bildi; cevap “televizyon”du. Ardından Alp sordu: “İncecik beli, elimin eli.” Samet düşündü, düşündü ama bulamadı. Cevap “çatal”dı. Ardından ikinci bilmeceyi sordu: “Bir Japon ne zaman ‘merhaba’ der?” Samet bu sorunun cevabını bildi ve bilmeceleri karşılıklı sormaya ve puanları yazmaya devam ettiler. Artık her gün düzenli olarak okuldan geliyor; daha önceden araştırıp buldukları bilmeceleri birbirlerine soruyorlar ve haftanın şampiyonunu ilan ediyorlardı. Her ikisi de bilmeceleri bulmak ve çözmek için büyük çaba gösteriyor ve yarışma sırasında inanılmaz eğleniyorlardı.

Pınar, Samet ile Alp’in bu eğlenceli öğrenme yöntemini, “Ben üniversite sınavına hazırlık için kullanabilir miyim?” diye düşündü ve arkadaşı Özlem ile anlaştı. Artık onlar da her akşam okuldan sonra buluşuyor ve birbirlerine test kitaplarından sorular soruyorlardı. Eskiden eziyet olan test çözme işi, şimdi tatlı bir yarışa dönüşmüştü.

Samet, bu bilmece işini sürdürürken evde yeni bir uygulama başlattı. Hayat bilgisi dersinde öğrendiklerini kağıtlara yazıyor ve evin duvarlarına, kapılarına yapıştırıyordu. Eve gelen misafirler tuvaletin kapısını açarken Güneş Sistemi’ndeki gezegenlerin isimleri ile karşılaşıyordu. Musluğun üstünde ise karasal iklimin özellikleri yazılı idi.

Pınar, küçük kardeşini gıpta ile izliyordu. Bu çocuk bir dahi olmalıydı. Öğrenmesi gereken kritik ne varsa yazıp çevresine yapıştırıyor; çevrede gözüne çarpıyor; böylece öğrenmek için fazla bir zaman da harcamıyordu. Pınar, “Neden ben de aynı yöntemi izlemiyorum?” dedi ve üniversite sınavına hazırlıkla ilgili ezberlemekte güçlük çektiği bilgilerin hepsini kağıtlara büyük büyük yazıp evin değişik noktalarına, duvarlara, kapılara, aynalara astı. Hatta bir adım öteye giderek yöneticiden izin aldı ve apartmanın dış kapısından itibaren zarif bir şekilde kağıtları apartmanın duvarlarına da astı. Eve her giriş çıkışı da bir öğrenme etkinliği ile dolmuştu. Samet, her hafta kendi notlarını değiştiriyordu. Bu çocuk gerçekten öğrenme konusunda çok yaratıcıydı. Pınar da her hafta kendi kağıtlarını değiştirmeye başladı.

Samet bir gün okuldan eve gelince bir şarkı tutturdu. “Mini mini bir kuş donmuştu, pencereme konmuştu” şarkısı vardır ya onu derste öğrendiği bir bilgiyle birleştirerek söylüyordu. “Mini mini bir Merkür olmuştu; Venüs’ün yanına konmuştu, aldım onu Mars’ın yanına...” Pınar, bu şarkıyı da duyunca küçük kardeşine daha da hayran oldu. Ezberlemekte zorlandığı formüllerin listesini çıkardı ve onları sevdiği şarkıların sözlerinin içine koyarak yolda yürürken söylemeye başladı.

Sonuç? Pınar üniversite sınavında ilk dört bine ve istediği bölüme girdi. Pınar, üniversite sınavıyla ilgili iyi haberi aldıktan sonra Samet’e bir hediye aldı. Samet, “Bu hediyeyi bana üniversiteyi kazandığın için mi aldın?” diye sorunca Pınar şöyle cevap verdi: “Hayır, bu hediyeyi bana çalışmanın istenirse ne kadar eğlenceli bir şey olabileceğini öğrettiğin için aldım.”

12/04/2004

15.10.06

Rutin hayatta motivasyon nasıl artar?

Önder’in iş arkadaşı Sibel her gün güler yüzle dolaşıyordu; motivasyonu çok yüksekti. Halbuki ikisi de aynı işyerinde çalışıyorlardı ve Önder’in kendisi dahil, birçok iş arkadaşı Sibel gibi mutlu ve motivasyonu yüksek değildi.

Önder, bir gün öğle yemeğinde denk getirdi ve Sibel’e sordu. “Sibel Hanım, son derece enerjiksiniz, son derece motivasyonunuz yüksek, bu işin sırrı nedir?” Sibel sakince, cevap verdi: “Rutinler...” Önder, “Benim de rutin bir hayatım var. Her gün işe geliyorum, işten de eve gidiyorum. Cumartesi günleri de alışverişe gidiyorum, pazar günleri de geç kalkıyorum ve dinleniyorum; ama sizin gibi enerjik değilim.” dedi.

Sibel, “Açıklamaya çalışayım.” dedi. “Ben haftanın her bir gününü zarf gibi görüyorum. Pazartesi günü zarfı var, salı zarfı var, çarşamba zarfı var vesaire. Ben her pazartesi günü aynı zarfı açarım ve o zarfın içindekini yaparım. Salı günü de aynı şekilde; salı günlerine ait zarfı açar onun içindeki zarfta ne yazılıysa onu yaparım. Benimle diğer insanlar arasındaki fark, birçok insanın böyle bir zarf sisteminin olmaması, varsa da zarfların içine koyduklarının farklı olması.” Önder merakla sordu: “Ne koyuyorsunuz bu zarfların içine? Hiç böyle bir şey duymamıştım.”

Sibel, “Ben ajanda kullanmıyorum; onun yerine sözünü ettiğim bu zarfları kullanıyorum. Örneğin pazartesi gününün zarfında ‘Anneni ziyaret et’ yazılıdır. Ben de her pazartesi akşamı eşimle annemi ziyaret etmeye giderim. Bunu hiç sektirmem, annemi her hafta görmek hem onu, hem beni mutlu ediyor.” Önder araya girdi; “Peki pazartesi işe de geliyorsunuz, onu yazmıyor musunuz?” Sibel, “Hayır yazmıyorum, zaten hafta içi her gün dokuz-altı mesaim olduğu belli, ben sadece akşamları ve hafta sonlarını, özgür olduğum zamanlar ne yapacağımı yazıyorum. Ayrıca işyeri için de günlük bir zarf setim var; ama o işte başarılı olmam, işlerimi bitirmemle ilgili.” diye devam etti.

“Salı günlerinin zarfında ‘alışveriş’ yazılıdır. O akşamı evin ihtiyaçlarını almaya ayırırım ve alışverişten sonra da yemek hazırlarım. Alışverişi sadece salı akşamları yaparım, böylece hafta sonuna alışveriş konusu sarkmaz.” Çarşamba gününün zarfında film notu vardır; akşamları, eşimle film seyretme gecemizdir. İşten çıkınca buluşur bir film satıcısına gideriz; kendimize bir film seçer, yemekten sonra onu seyrederiz. Üstüne de film üstüne bir sohbet yaparız.

Perşembe gününün zarfında “etkinlik” yazar. Devlet ve şehir tiyatrolarının biletleri çok ucuz biliyorsunuz; ailecek gidebileceğimiz bir oyuna gitmeye çalışıyoruz her perşembe. Perşembe insanların pek gezmeye gitmediği bir gün olarak daha da rahat bilet bulunuyor; ayrıca trafik de daha rahat oluyor.” Önder, “Her gün dışarıdasınız yani...” diye araya girdi. Sibel, “Aslında pek öyle değil. Bir tek pazartesi ve perşembe günü dışarıda oluyoruz. Diğer günler hep evdeyiz, ama bir şeyler yapıyoruz.

Cuma gününün zarfında da ‘Arkadaşları eve davet et’ yazılıdır. Her cuma ya eşimin, ya benim arkadaşlarımdan birini ya da bir çifti sohbete davet ederiz.” diye devam etti.

Önder, “Peki hafta sonu ne yapıyorsunuz?” diye sordu. Sibel de cevapladı: “Cumartesinin zarfında ‘kişisel gelişim’ yazar. Sabah eşimle birlikte erken saatte bir parka yürüyüşe gideriz. Dönüşte ikimiz de birlikte ya da ayrı ayrı kayıtlı olduğumuz kurslara gideriz. İngilizce, ud, ebru hangisiyse o kursa gideriz. Cumartesi günleri evde hiç televizyon açmayız. İkimiz de sessiz sessiz kitap okuruz; kurstan sonra.

Pazar gününün zarfında ise ‘aile ve gezme’ yazılıdır. Çoğu pazar günü bir aile büyüğünü ya ziyaret ederiz ya da o aile büyüğünü dışarıda bir yere götürürüz. O mutlu olur, biz de mutlu oluruz.”

Önder “Bütün bunlar size enerji mi veriyor? Yoruluyor olmalısınız.” Sibel “Bunların hepsi bana mutluluk veriyor. Ailemle birlikte oluyorum, eşimle çok uygun fiyata eğleniyoruz, yeni şeyler öğreniyoruz. Bütün bunları yapmak için ajanda bile kullanmıyorum. Bunları yapmış olmak bana sürekli enerji veriyor. Üstelik bunları yapmak için herkesin zamanı var; ama kimse zarfına bir şey yazmıyor. Zarflar boş kalıyor. Bizim zarflarda aynı şeyler yazıyor gibi görünüyor; ama her hafta farklı bir tiyatro ya da etkinliğe gidiyoruz. Yani sıra dışı yaşamayı rutin hale getirdik.”

13/11/2005

14.10.06

Hayatın çilingiri olmak

Anahtara sahip olmak önemlidir. Çünkü anahtar kapıları açar. Ancak ondan daha önemlisi, doğru anahtara sahip olmaktır. Doğru anahtar, girmek istediğimiz kapıyı açan anahtardır.

Ancak her zaman bu anahtara sahip olmayız. Öyleyse anahtar sahibi olmaktan daha önemlisi çilingir olmaktır. Çünkü çilingir, anahtara sahip olmadan kapıyı açan kişidir. Sıra Dışı Yaşam Becerileri isimli seminer programımın insanları birer çilingire dönüştürdüğünü söyler dururum. Hayatın çilingiri olmayı öğrenmek demek, deneme yapmaktır. Denemek; gitmediğiniz yere gitmek, konuşmadığınız insanlarla konuşmak, okumadıklarınızı okumak, yemediğiniz yemekleri tatmak demektir. Yapmadığınızı yapmak. Küçük ve çok önemli bir kural daha var ama... Geri dönemeyeceğiniz hiçbir şeyi denemeyin. Örneğin, adam öldürmeyi... Aslında her deneme enformasyon toplamaktır. Aslında kapıları açan da enformasyondur. Gerçek bir örnek verirsek, şu anda öğrenme ortağımız olan Yalçın isimli kıdemli bir öğrencimizin ev anahtarı kaybolmuştu, ve eve girmesi gerekiyordu. Ne var ki, anahtarı yoktu. Bakalım Yalçın ne yapacaktı? Kapıyı açmak için bir omuz atabilirdi. Eş dosttan bulduğu anahtarları teker teker belki açar diye deneyebilirdi. Bir tornavida ya da maymuncukla kendisi açmayı deneyebilirdi. Bir çilingir çağırabilirdi. Yalçın bunları yapmak yerine sahip olduğu kredi kartının verildiği bankanın yardım servisini aradı. Bankanın 24 saat hizmet veren bir yardım servisi vardı. Onlar anlaşmalı oldukları bir çilingiri ücretsiz olarak Yalçın'ın evine gönderdi ve kapı açıldı. Şimdi bu öyküde kapıyı açan çilingir midir, yoksa enformasyon mu? Bu öyküde kapıyı açan enformasyondur. İkinci bir şey de bir şartlanmanın kırılmasıdır.

Önce enformasyondan söz edecek olursak Yalçın, bankadan gelen yazıları okumayı denemiş ve yararlı olabilecek bir şeyi not almıştır. İlgili bir problemle karşılaşınca sahip olduğu enformasyonu kullanmış ve problemi çözmüştür. Ancak buradaki püf noktalardan bir tanesi de koşullanmanın kırılmasıdır. Türkiye'de birçok banka, kredi kartı sahiplerine bu tür hizmetler veriyor. Çilingirlikten uçak bileti satın almaya kadar. Tüm bu bankalar yine müşterilerine bu hizmetleri ücretsiz verdiklerini bildirseler de, benim sorduğum insanlar, bu hizmetleri kullanmayı düşünmemiş. Çünkü banka bir sebep göstererek bu hizmeti gerçek bir olay sırasında vermez ya da gizli bir maliyet çıkarır diye düşünmüşler. Bu şartlanma da insanları bu hizmetten yararlanmaktan uzak tutmuş. Yalçın, problemi çözerken enformasyon kullanırken, bir taraftan da bu önyargıyı kırıyor.

Her alanda deneme yapmak insanı zamanla bir çilingire dönüştürme potansiyelini taşıyorsa da, çilingire dönüşmenin başlıca yollarından biri de teklif etmektir. Teklif etmek; birine yaklaşmayı ve sormayı içerir. Eğer hiç sormayı denemezseniz, o insanlar sizin öyle bir şey istediğinizi nereden bilebilir? Sorularımızı, tekliflerimizi engelleyen sebeplerin başında ise önyargılar geliyor. "Kabul etmezler ki... Beğenmezler... İstemezler ki..." Bu tür düşünceler deneme ve teklif yapmayı engeller. Dünyada insanlar ve kurumlar kabul etmek üzere/kabul edilebilecek teklifleri bekliyor.

27.11.2005

13.10.06

Sıra dışı doğum günü kutlamaları

Üniversite öğrencisi Nevzat’ın doğum günü yaklaşmıştı. Okul arkadaşları Fahri, Ömer ve Faruk, ona sıra dışı bir doğum günü kutlaması yapmaya karar vermişlerdi.

Nevzat’ın doğum gününde Fahri, bir bahane uydurup saat 10.00’da Nevzatlar’a gitti; oradan birlikte okula gideceklerdi. Fahri, Nevzat’la evden çıkmadan önce Ömer’i arayıp “N’aber?” diye sıradan görünen bir telefon görüşmesi yaptı. Ömer ve Faruk, okul yönüne giden yolda bir önceki durakta bekliyordu ve bu yönde giden tek otobüse bindiler. Otobüse biner binmez, “herkese günaydın” dedi ve çok kalabalık olmayan otobüste Faruk elindeki çikolata kutusundan insanlara çikolata ikram etmeye başladı. İnsanlar “Neden çikolata ikram ediyorsunuz?” diye sorunca Ömer otobüsteki herkese duyuru yaptı: “Bir sonraki durakta Nevzat diye bir arkadaşımız binecek ve bugün Nevzat’ın doğum günü. Onun doğum gününü sıra dışı bir şekilde kutlamak istiyoruz. Eğer Nevzat binerken ben işaret verince hep birlikte ‘İyi ki doğdun Nevzat’ diye şarkı söylersek ona harika bir doğum günü hediyesi vermiş oluruz.” Otobüs yolcuları gülümseyerek “tamam” dediler ve otobüs bir sonraki durağa doğru ilerlemeye devam etti. Durağa geldiler; önden birkaç başka yolcu bindikten sonra Nevzat ve Fahri de otobüse binince Ömer işareti verdi ve otobüs koro olarak söylemeye başladı: “İyi ki doğdun Nevzat, İyi ki doğdun Nevzat.” Nevzat, ne olduğunu şaşırdı. İnsanlar güçlü bir şekilde koroyu sürdürdüler, sonra hep birlikte alkışladılar. Nevzat’ın bu arada iki gözünden sevinç gözyaşları dökülüyordu. Faruk, Ömer ve Fahri ile kucaklaştı, teşekkür etti. Gözlerinde yaş, yüzünde gülümseme “Oğlum, siz çılgınsınız!” diyordu. Daha sonra Faruk ve Ömer, herkese ufak pasta dağıttı. Herkes için ama elbette Nevzat için sıra dışı bir doğum günü kutlaması olmuştu.

Aşkın ile Sevgi, birkaç yıllık evliydiler. Sevgi’nin doğum günüydü ve Aşkın sıra dışı bir şekilde eşinin doğum gününü kutlamaya karar vermişti. Sabahleyin kalktı erkenden çiçekçiye gitti ve zarif bir gül buketi aldı. Eve döndü. Buket gülü, dairenin dış kapısına şeffaf koli bandıyla yapıştırdı. Eşi mutfaktayken onun kendisini kapıdan uğurlamasına fırsat bırakmadan “İşe geç kalıyorum.” diyerek dışarı çıktı ve dış kapıyı kapattı. Dairenin dış kapısında “Doğum günün kutlu olsun” notu ile çiçekler asılı duruyordu. Aşkın işten karısını aradı ve “Canım, taze mevsim meyveleri istiyor. Bir ara çıkıp taze mevsim meyvesi alır mısın?” diye ricada bulundu. Sevgi, bir saat kadar sonra evdeki işlerini bitirip çıkmak için hazırlandı ve dış kapıyı açtığında eşinin ona hazırladığı hediyeyi buldu. Yüzünü şaşkınlık ve sevinç dolu bir ifade ile kapladıktan sonra yerini sevinç gözyaşının eşlik ettiği bir gülümsemeye bıraktı.

Ertan’ın annesinin doğum gününe altı ay vardı. Ertan, annesinin doğum gününü sıra dışı bir şekilde kutlamaya karar vermişti. Ne yapabilirim, diye düşünürken bir gün İnce İnce Yasemince’yi izledi ve “Buldum.” dedi. Bir arkadaşından video kamerasını ödünç aldı. Annesinin çocukluk arkadaşları, annesinin anne–babası, komşuları, güncel aile dostlarını buldu ve her biriyle üçer beşer dakikalık anılarını kaydetti. Her görüşme, “Doğum günün kutlu olsun Yücel Hanım..” diye bitiyordu. En sona yerleştirdiği kayıtlarda Yücel Hanım’ın eşi yani Ertan’ın babası, Ertan’ın kız kardeşi Selma ve Ertan vardı. Sonunda hep birlikte “İyi ki doğdun Yücel” diyorlardı. Ertan, bu görüntü kasedini CD–ROM’a aktardı ve askere Kars Kağızman’a gitti. Annesinin doğum günü, yemin töreninden bir hafta kadar sonraya geliyordu. Ailesi, Kars Kağızman çok uzak olduğu için yemin törenine gidememişti. Ertan, annesini arayıp yemin töreninin VCD’sini gönderdiğini söyledi. Annesi, tam doğum gününde ulaşan VCD’yi VCD göstericiye taktı ve Ertan’ın onun doğum günü için hazırladığı VCD’yi izlerken gözyaşlarına boğuldu.

Bunlar da ne biçim doğum günü hediyesi! İnsanı hep gözyaşlarına boğuyor.

02.05.2004

2.10.06

Teklif etmenin gücü

Yaprak ailenin ilk kızıydı. Annesi onu tam bir hanımefendi gibi yetiştirmişti. Yaprak iki kız kardeşinden de çok daha güzeldi. O kadar güzeldi ki, onu görenler güzelliğinden utanır, gözlerini kaçırırlardı. Buna rağmen iki kız kardeşi ondan çok önce evlendi.

Yaprak bu güzelliğine rağmen otuz yaşına geldiğinde bir kişi bile ona evlenme teklif etmemişti. Kendisinden 15 yaş büyük olan Sefa Bey, bir toplantıda Yaprak'ı fark etti ve bu dünya güzeli kızın ailesine onunla evlenmek istediğine dair haber gönderdi. Yaprak'a fikrini sorduklarında hiç itiraz etmeden kabul etti. Aralarındaki yaş farkına hiç aldırmadı. Dedi ki, "Şu ana kadar bir tane bile evlenme teklifi almadım; bundan sonra da alacağımdan emin değilim. Bu teklifi kabul etmek istiyorum." Onun güzelliğine hayran olan yüzlerce erkek olmuştu aslında; ama hiçbiri evlenmeyi teklif etmeye cesaret edememişti.

Sevgi, Türkçe öğretmeniydi. Yaz tatilinde ilk defa Almanya'daki akrabalarını ziyaret etmeye gitti. Almanya'yı çok beğendi ve orada yaşamak istedi. Ancak ne çalışma izni vardı, ne de Almanca biliyordu. Yine de orada kaldığı dönemde Almanca bilen bir akrabasıyla çevredeki okullara giderek Türkçe öğretmeni olarak çalışmak istediğini söyledi. Ziyaret ettikleri beş okul onu reddetti. Ancak altıncı okul, randevu bile almadan gelen bu Türk öğretmeni kabul etti.

Apartmanın geniş bir bahçesi vardı. Galip Bey, hep bu bahçeye bir yüzme havuzu yapılmasını hayal etti. Ama apartman sakinlerinden kimsenin bu işe para ayırmak istemeyeceğini düşündü. Aradan dört yıl geçti. Bir film izledi, filmde bir genç, düzenli çalışmıyor sadece parası bittiği zaman bir mağazaya girip bir hafta her türlü işe yardım etmek istediğini söylüyordu. Elbette bir sürü mağaza sahibinden ret cevabı alıyordu; ama günün sonunda mutlaka bir tane mağaza sahibi, bir haftalığına çocuğa iş veriyordu. Galip Bey, bu filmi izledikten sonra apartman bahçesine havuz yaptırmanın maliyetini araştırdı ve ilk apartman yönetim kurulu toplantısında apartman bahçesine bir havuz yapılmasını teklif etti. Aslında hiç umudu yoktu, ama insanlar bu fikri çok sevdiler ve hemen kabul ettiler.

Çiko'nun aklı fikri televizyonda bir komedi programı sunmaktı. Ancak televizyonlarda hiç tanıdığı yoktu. O da kendisinin komedisini bir kamerayla kaydetti ve hazırladığı CD'leri televizyon kanalı yöneticilerine gönderdi. Bir yıl boyunca hiçbir televizyondan haber çıkmadı. Ancak bir kanalın yöneticisi, aynı televizyon kanalının radyosunda bir program yapmasını önerdi. Radyo programındaki başarısından sonra televizyonda da ayakta komedi yapmaya başladı.

Dünyanın en başarılı satıcılarından biri olarak emekli olmuştu; bir gazeteci bu ünlü satıcıyla söyleşi yaparken sordu: "Satıştaki bu başarınızın sırrı nedir?" Ünlü satıcı "Basit." dedi: "Ben hep satışı kaparım. Satış kapatmak, müşteriye görüşmenin sonunda 'Bu malı ya da hizmeti alır mısınız?' diye sormaktır. Birçok satıcı ürünü tanıtır; özelliklerini anlatır; faydasını belirtir; müşterinin ihtiyaçlarını nasıl karşılayacağını anlatır; ama malı satamaz. Çünkü satışı kapatmamıştır. Müşteriye 'Almak ister misiniz?' diye sormamıştır. Ben her zaman satışın ön adımlarında iyiydim; ama bundan daha önemli olanı satışı kapatmadığım, 'alır mısınız' diye ürün ya da hizmeti teklif etmediğim satış yoktur. Eğer bir teklif yapmazsanız, insanlar evet ya da hayır diyecekleri bir karar alma durumuna girmezler. Cevabın hayır olması da önemli değildir. Eğer 'hayır' cevabını duyma riskine girmezseniz, 'evet' cevabını hiç duyamazsınız."

04.12.2005