16.12.07

Yöneticilik Bir Angarya mı?

Birçok insanın yönetici olmak istediğini görüyorum. Aslında aklı başında biri, yöneticilik işinin bir angarya olduğunu bilir ve bu işten uzak durur. Özellikle coğrafyamızda yöneticilik, insanlara talimat vererek iş yaptırma şeklinde uygulanmaktadır. Birçok yönetici, kendi elemanlarından gelen sorulara, telefonlara, e-postalara cevap vermekten ya da günlük sorunlardan iş yapamamaktadır. İşyerinde ortaya çıkan tüm sorunlarla yönetici ilgilenmek zorundadır. Birçok işyerinde sıradan bir yazışma, sıradan bir toplantı, sıradan bir karar bile yönetici olmadan alınamaz. Bazıları güçleri kendilerinde öyle bir toplarlar ki, çalışanlar tuvalete bile sormadan gidemezler. Böylece yönetici, bir sürü gereksiz konuyla uğraşır. Bu durumda olan bir kısım yönetici öğlen yemeğine bile çıkacak zaman bulamaz. Yıllık iznini son beş yıldır kullanamayan da sayısız yönetici vardır. Aslına bakarsanız bu insanlar yönetici unvanını taşıyan, ama çağdaş anlamda yöneticiliği bilmeyen insanlardır.

Yönetici kendi işini hafifletebilmek için işlerini çalışanlar arasında bölüştürebilir. Bu durum delegasyon / delege etmek olarak adlandırılır. Eğer söz konusu işler, gerçekten idari bir yetenek gerektiriyorsa, bu yeteneğe sahip olmayan insanlara bu işleri yaptırmak doğru olmayabilir. Eğer bu işleri yapabilecek yetenekte iseler, delege etmekten vazgeçip bu işleri astların iş tanımlarına eklemek ve kalıcı olarak sorumluluğu ve yetkiyi onlara vermek daha mantıklı olacaktır.

İdeal bir yönetici, kendisine ihtiyaç duyulmayan bir sistem kurar. Ne var ki, birçok yönetici vazgeçilmez olma fikrinden ötürü de böyle bir sistem kurmamayı tercih eder. Elbette birçoklarının böyle bir sistem kuracak bilgisi / becerisi de olmayabilir. Bir kısmı da elemanların yetersizliğinden yakınarak, işi onlara bıraksam da yapamıyorlar diye kendini savunur.

Yöneticinin yeni işi, astlarının muhakeme becerilerini geliştirerek kendi kendilerine karar alabilecek bir düzeye getirmektir. Bu da önemli ölçüde yöneticinin koçluk fonksiyonuna bürünmesini gerektirir. Koçluk, koçluk yapılan kişilerin potansiyelini ortaya çıkarmak ve geliştirmek anlamına gelir. Yöneticisine bağlı çalışanlar, yönetici onlara talimat vermeden doğruyu bulabiliyorlarsa yöneticinin zamanı boşa çıkar ve yönetici rahatlar.

Talimat vererek iş yaptırmaktan bir adım ötesi, çalışanların işleri kendi kendilerine yapması ise, iki adım ötesi de çalışanların yeni fikirlerle işi geliştirmesidir. Aslına bakarsanız sayısız insan da iş hayatında fikrinin sorulması için can atmaktadır. Çünkü fikri sorulan insan değerli kabul edilir. Dolayısıyla çalışanların fikirleriyle katkıda bulunma gibi bir motivasyonu vardır. Sayısız işletmede bu motivasyon çok kötü şekilde harcanmakta ve çalışan ters-motivasyona girmektedir. Çalışanlar fikirleriyle ve uygulamalarıyla işi geliştirecek olursa, bağlı oldukları yönetici de onlarla birlikte ilerler. Ne var ki, yönetici kendisine rakip olabilecek bir astı birçok örnek de istememektedir. Onun için vasat performansta bir departmana rastlama olasılığı daha fazladır. Sıradan bir yönetici ve sıra dışı davranma isteği ve potansiyeli olan ama bu potansiyelleri ortaya çıkmayan çalışanlar, şirketin ileri gitmesini de engellerler.

Birçok yönetici, astların potansiyellerini geliştirmeyi istese de yangın söndürmekten diğer bir deyişle güncel sorunlarla boğuşmaktan bu tür koçluk gibi işlevi yerine getirmeye zaman bulamaz. Koçluk işlevini yerine getirebilmek de ayrıca özel bir bilgi ve yetenek seti gerektirmektedir. Yönetici bu yetenek setine de sahip değilse, yapabildiği en iyi işe yangın söndürmeye odaklanır. Kendi işinin yangın söndürmek değil, yangın çıkmayan bir ortam oluşturmak olduğunu da bilmeden angaryasını taşır durur.

1.12.07

Etkisiz İnsanların 7 Tipik Özelliği

Amerikalı bir araştırmacı, etkisiz insanların 7 tipik özelliği nedir diye merak etmiş ve aşağıdaki sonuçlara ulaşmış. Yedi temel özelliğin başlıkları araştırmacıya, başlıkların altındaki açıklamalar da bana ait. “Tepkiseldirler.”

Gelişme ve değişim yaratmak yerine, başkalarının yaptıklarına tepki verirler. Bir şeyler olur ve üstüne konuşurlar ya da harekete geçerler. Bu tepkisel yaklaşımlar, önemli ölçüde sorgulanmayan bir kültüre, kısa vadeli çıkarlara dayanır.

“Açık bir hedefle çalışmazlar.”

Geleceğe ilişkin açık ve net bir hedefleri bulunmaz. Tepkisel yaklaşımlar aslında, hedefsizliğin bir sonucudur. Vizyon, yapılan işin kendisidir. İşin nasıl yapılacağı, ne olduğundan daha önemlidir. Üstelik “işi yapmak gerçekten gerekiyor mu” sorusuyla uğraşılmaz, hatta bu soru çoğu zaman akla bile gelmez. Nasıl sorusu, ne ve niçin sorularını önemsizleştirmiştir.

“Acil olan şeyi en önce yaparlar.”

Neyin öncelikli olduğunu hiç belirlemediklerinden, öncelikli yapılması gerekenler geniş zaman dilimleri içinde yapılmazlar, vadeleri bittiğinde, artık bu işler acil işlere dönüşür. Tıpkı dersini zamanında çalışmayıp kendini başka şeylerle oyalayan öğrencilere benzerler. İş teslim zamanı (öğrenci örneğinde sınav günü)geldiğinde kriz içine girerler; acilleşen işlere odaklanırlar. Kriz süreci (iş teslim, iş bitirme süreci) bir şekilde sona erip yeni döneme girildiğinde ders alıp geleceği hedefe göre planlamak yerine, rehavet içine girerler. Bu rehavet ortamı içinde geleceğin krizlerini ortaya çıkaracak işleri yaparlar ya da yapmadıkları işler geleceğin krizlerini ortaya çıkarır.

“Kazan / Kaybet anlayışı hakimdir.”

Kafalarında mutlaka kazanmak anlayışı hakimdir. İşte, apartmanda, siyasette ve diğer ortamlarda, diğerleri her zaman rakiptir. Rakiplerle birlikte kazanmak yerine herkesin kaybetmesi yeğdir. Bu hayatta ya kazanırsınız, ya kaybedersiniz. Başka türlüsü olamaz. Birlikte Kazanma (win-win) masal kitaplarında anlatılan bir hikayedir.

“İlk önce anlaşılmayı isterler.”

Kendileri mutlaka haklı, hatta en haklı olduklarından önce kendileri konuşmalıdırlar. Diğerleri onların kıymetli mesajlarını anlamalı ve dinlemelidir. Zaten diğerlerinin söyleyecekleri çok da fazla değerli bilgileri yoktur. Kendi söylediklerine odaklı olduklarından hiç kimse birbirini dinlemez ve saatlerce yapılan toplantılardan güçlü olanın kararıyla çıkarlar. Ama herkesin kafasında hala kendi fikri vardır.

“Eğer kazanamıyorsa, taviz verir.”

Çok kötü kaybetmektense, az kaybetmeyi tercih ederler. Bu birlikte kazanma anlayışına yakın görülebilir, ama aslında ilgisi yoktur. Kıran kırana bir kazan / kaybet mücadelesinden sonra, hala iki tarafın da kaybettiği “başarılı” bir modele varılamamışsa, taraflardan birinin kaybettiği ideal modele ulaşılmış demektir. Artık diyalog içinde birlikte kazanma anlayışını gerçekleştirecek zemin kalmamıştır. Taraflardan birinin galibiyeti kabul ediliyorsa, diğer taraf en az zararla durumu kurtarmak için taviz vermeye başlar.

“Değişimden korkar ve iyileştirmelerle ilgilenmez.”

Durum ne kadar kötü olursa olsun, ortaya çıkacak bir değişimden sonra durumun daha kötü olmayacağına ilişkin bir garanti yoktur. Değişimden konferanslarda söz etmeyi çok severler, ama kendilerini değiştirmeye ihtiyaçları yoktur. Onlar zaten mükemmeldir. İyileştirmelerle ilgilenmezler; “damlaya damlaya göl olur” onlara ait bir atasözüdür ve sadece söylendiği dönem için geçerlidir. Büyük bir kriz ortaya çıkmadıkça değişmezler.

Ne dersiniz, bir birey olarak sizde bu özellikler var mı, varsa ne yapmayı düşünüyorsunuz? Ben, kendi hesabıma kara kara düşünüyorum.

27.11.07

Eşik Beceriler

Uzun yıllardır yakın çevremdeki genç insanları gözlüyorum. Oldukça da şanslı olduğumu söyleyebilirim. Hepsi iyi niyetli ve zeki insanlar. İyi birer üniversite öğrencisi / mezunu insanlar bunlar. Genel olarak sosyal becerileri iyi, insanlarla rahat diyalog kurabiliyorlar; kafaları çalışıyor; karmaşık bir meseleyi hızlıca anlıyorlar. Bazısı anlamaktan öte yeni bir şey de üretebiliyor. Ancak birçoğunun potansiyellerini kullanabilme konusunda bazı basit (bana göre basit) eşikleri atlamakta güçlük çekiyorlar.

Bunlardan birincisi planlama. Birçok genç gününü, yarınını, hafta sonunu planlamaktan aciz. Örneğin, “Pazar günü Ahmet ile buluşacağız.” diyor. Ne zaman ve nerede buluşacağı belli değil. Pazar günü gelinceye kadar netleştirmiyor. Pazar günü de Ahmet telefonunu bir yerde unutuyor, iletişim kurulamıyor; sonuçta da görüşme gerçekleşmiyor. Bu basit örnek, iş ve sorumluluk için de geçerli. Örneğin, pazartesi akşamına bir sunum hazırlayacaksanız ve günlerden Cuma ise, Cumartesi-Pazar gezip tozmaz, sunum için çalışırsınız. Böylece Pazartesi günü yetişti yetişmedi derdi olmaz. Pazartesi gününe kadar yapmazsanız bir de elektrik filan kesilirse sunum gerçekleşemez. Komik ama “temel planlama becerileri” diye seminerler düzenlemek gerekiyor. Çünkü gençler önceliklerini belirleyemiyor. Aslında sorumsuz da değiller, bir iş yetişmediğinde vicdan azabı da çekiyorlar; mahcup da oluyorlar ama sonuç değişmiyor.

Planlama becerisi eksikliği ile at başı giden bir başka sorun da, geç kalkmak. Üç yaşından beri sabah 5-6 civarında kalkan biri olarak, diğer insanların kalkış saatleri hep anormal gelmiştir. Diyeceksiniz ki, “seninki anormal.” Peki diyelim ki, erken kalkmak anormal; ama ciddi avantajlar veriyor. Güne erkenden hazırlanabiliyorsunuz. Size ekstradan üç saat zaman veriyor. İster oku; ister trafik başlamadan yola çık, ister bisiklete bin; ister bir kahvaltı toplantısı yap.. Şimdi bir genç düşünün; zeki, sosyal becerileri iyi ve sorumluluk sahibi; ama geç kalkıyor (geç deyince saat 10:00’da değil, 08:00’de kalkıyor). Bu arkadaşımız bu uyku düzeniyle, yaşamda çok güçlük çeker. Gideceği yere yetişemez, işlerini yetiştiremez, okuması gerekenleri okuyamaz; bakması gereken internet sitelerine bakamaz. Az uyumak demiyorum; ama erken kalkmak başarı için gereken zamanı bize veriyor. İsterseniz gece saat 22:00’de yatın. Birçoklarının gece saat 22:00-24:00 arasını verimli kullandığını söylemek çok zor. Televizyon ya da internet başındalar. Ama zannetmeyin ki, televizyonda belgesel izliyor ya da İnternet’te araştırma yapıyor; büyük olasılıkla zaman öldürüyor.

Yine bu gençlerden birisiyle bir toplantı yapacaksınız; o genç geç gelirse ona yüklediğiniz değer düşüyor. “Çok akıllı, çok iyi ama bir toplantıya zamanında ulaşmaktan aciz.” Bir yere dakik varıp varmadığınız sizin planlama ve problem çözme becerilerinizin düzeyini gösterir.

Eşik becerilerden biri de giyim kuşam. Asistanlarımdan biri, her zaman çok şık giyinir. Onu tanıdığım günden beri bir gün tıraşsız, bir gün üstünde uyumlu ve ütüsüz bir kıyafet olmadan görmedim. Zamanlamaya dikkat eder. Verdiği sözleri tutar. Sosyal becerileri de gayet iyi. Kendini sürekli geliştiriyor. Kafası da çalışıyor. Sonuç: Birçok kuruluştan genç yaşına rağmen liderlik, yöneticilik teklifleri alıyor. Bütün bu söylediklerime dikkat eden başka bir genç arkadaşımız da Türkiye’nin zirve noktalarından birinde danışman oldu. Net anlaşılması için söyleyeyim: Bu iki arkadaşımız bütün zeka ve sosyal becerilerine rağmen, eğer planlama, zamanlama, erken kalkma, giyim kuşam konularında titiz olmasalardı, bugün ulaştıkları başarılara ulaşamazlardı.

http://zaman.com.tr/yazar.do?yazino=617156

29.10.07

Sembollerle Problem Çözme

Türk toplumu, sembollerle yaşayan bir toplum. Türlü türlü anlamları olan bıyıklar, türlü türlü anlamları olan sakallar, şapkalar ve elbette başörtüsü toplumun gündemini şekillendiriyor. Ulusal bir sorun olduğunda bayrak asmaya, yürüyüş yapmaya son derece meraklıyız. Bu sembollere bir yenisi daha eklendi. Siyah kurdele. Televizyondaki spikerlerden biri, bu siyah kurdelenin çok derin anlamlar içerdiğini belirtiyor. Sembolik anlam dünyamız bir miktar daha zenginleşiyor.

Ancak akıllarda asılı kalan soru şu. Bu semboller problem çözmeye yarıyor mu? Bir üniversite öğrencisi, sadece bir takım sembolleri kullanarak derslerini öğrenerek sınavlarında başarılı olabilir mi? Ya da bir dükkan sahibi, sadece Türk bayrağı asarak satışlarını artırabilir mi? Bir ev kadını, balkonuna Türk bayrağı asarak evinin temizlenmesini sağlayabilir mi? Facebook isimli devrimci internet oluşumunda (Anlaşılması için en basit şekilde açıklamaya çalışayım: bir tür eski dostlarla kontağınızı tazeleme sitesi) herkes kendi resmi yerine siyah kurdele ya da Türk Bayrağı koyuyor. Acaba bu çaba, PKK saldırılarını nasıl durduracak? Herhalde PKKlılar özellikle bu Facebook isimli sitedeki olanları görüyorlarsa çok eğleniyorlardır.

Cumhuriyet Bayramı’nın 13 şehit verdiğimiz günlerin üstüne gelmesi, ülkedeki yürüyüşlerin ve mitinglerin sayısını artırdı. Televizyonlar, gazeteler bu miting ve yürüyüş haberleriyle dolu. Ama bu yürüyüşler ve mitingler, PKK terörünü nasıl durduracak? Ayrıca bir araya gelecek yüz binler ya da milyonların güvenliği nasıl sağlanacak, ayrıca terör eylemlerine hedef oluşturmayacak mı?

Daha ötesi yapılması çok istenen ve beklenen sınır ötesi harekat, PKK’yı bitirecek mi? 1982 yılından beri, Türk Ordusu PKK’yı yok etmek için yurt içinde ve dışında mücadele ediyor. Birçok kez de Irak’a girerek, gerek uçaklarla, gerekse karadan harekatlar yapıldı. Yeni bir harekat, acaba son harekat olacak mı? Bir intikam arayışıyla Türkiye’nin Irak’a girmesi acaba, satranç oyununda rakibin bizi üstüne çekmek için düzenlediği bir hamlenin sonucunda daha zor bir duruma düşmemize yol açabilir mi? Daha ilginç bir soru 25 yıldır bir problemi kaba kuvvetle çözemiyorsanız, acaba bu problemin bundan farklı bir yöntemle çözülmesi gerektiğine işaret ediyor olabilir mi?

PKK lideri Abdullah Öcalan hapiste olduğu halde, (başı olmayan yılan hareket edemez) PKK nasıl hareket ediyor? Neden PKK terör saldırıları ve sözde Ermeni soykırımı yasa tasarılarının onaylanması, ABD’nin hiç istemediği “Türkiye’nin İran ile enerji anlaşması” yapmasının ardından geldi?

İstanbul’un nüfus açısından Türkiye’nin kamburu olduğunu düşündünüz mü? 80 şehirli bir ülkede, kabaca 80 milyon nüfus var. İstanbul’da abartarak söylüyorum 20 milyon insan yaşıyor. Düşünün ki, her şehrimizde 1 milyon kişi yaşasaydı, İstanbul’da trafik sorunu olur muydu? Esas soru şu: Eğer Hakkari’de ve diğer Doğu ve Güney Doğu illerimizde 1 milyon nüfus olsaydı, bu şehirler gelişmiş birer şehir olarak insanlara eğitim, iş ve sağlık imkanları vermez miydi? Çalışacağı iyi bir işi olan, gidecek kaliteli hastanesi olan, çocuklarına verebileceği kaliteli eğitim imkanı olan insanların olduğu yerde teröre geçit olur muydu?

Toplumumuz öyle bir rüzgara kaptırmış ki kendini bu tür soruları düşünmek yerine, sembollerle problem çözme arayışına gidiyor. Sembollerle problem çözülseydi, matematik sorularını çözmek için öğrencilere ihtiyaç olmaz; sadece eksi, artı, eşittir, büyüktür işaretlerini yazar problemleri çözerdik.

9.9.07

İkinci Şans

Her yeni doğan gün aslında insanlara yeni bir yaşam kurmak ve değişmek için ikinci bir fırsat veriyor. Bir dergi bu konuları işlediğim İkinci Şans başlıklı seminerimle ilgili söyleşi yaptı. Ondan bazı bölümleri paylaşmak istiyorum.

Seminerinizin ismi “İkinci Şans”. Niçin seminerinize böyle bir isim seçtiniz?

İkinci şans her şeye yeniden başlama fırsatıdır. Birçok insan yaşamında ikinci bir şans ister. Sıklıkla ikinci şans, bir başarısızlığın ardından istenir. Bir sınavda başarısız olursak ikinci şans isteriz. Eşimizle sorunlar çözülmez hale geldiğinde, keşke evlenmeseydim ya da başkasıyla evlenseydim deriz. İşimizi yönetirken başarısız olursak, keşke öyle yapmasaydım da, şu şekilde yapsaydım deriz. Bazen çok öfkelenir, kırarız birisine. Başa dönmek için ikinci bir şans isteriz. Her seferinde alternatif hareketi yapabilmek için ikinci bir şansı isteriz.

İkinci şansın içinde bulunduğumuz dönemle bir ilişkisi var mı?

İçinde bulunduğumuz 2000’ler, tam bir değişim dönemi. Daha önceki yaşama alışkanlıklarımız, iş yapma yöntemlerimiz işe yaramıyor. Hatta bugün yaşanılan sorunların birçoğu, eski yaşama alışkanlıklarımızı bugüne ve geleceğe taşımamızdan kaynaklanıyor. Hala eski usullerle çocuk yetiştiriyor, çalışıyor, müşterilerimize hizmet veriyoruz. Geçmişin alışkanlıklarında ısrar edenler mutsuzlar, başarısızlar, zarar ediyorlar... İşte bunların hepsini değiştirmek için ikinci bir şansa ihtiyacımız var.

Her zaman ikinci bir şans verilmiyor ama?

Son şansınızı kullandığınız zaman ikinci bir şans verilmez. Son şansa gelinceye kadar uzun bir süreç vardır. İnsanoğlu aslında bir bilgisayar oyununda olmayı çok ister. Bilgisayar oyunları, oyuncuya birkaç hak verir. Ekranda iki-üç tane adam resmi olur; hata yaptıkça adamlar biri eksilir; ama oyuna devam edersiniz. İşte son adama geldiğinizde artık devam edeceğiniz bir şey kalmaz; orada oyun biter. Bizim ihtiyaç duyduğumuz şey son şansa gelmeden ikinci şanslarımızı kullanabilmek. İşte benim seminerimin de amacı bu.

Başarılı olan insanların ya da kurumların da ikinci bir şansa ihtiyacı var mıdır?

Başarı, oldukça bakış açısına bağlı değişen bir kavram. İş yaşamında genel müdür yardımcılığına kadar yükselmiş, yüksek gelirli, makam sahibi bazı insanlar bile, yeniden başlasaydık başka türlü yapardık diyorlar. Yaşam her zaman değişik alternatifler sunar, diğer alternatifi seçmiş olsaydık belki bugün olduğundan daha mutlu ve başarılı olacaktık.

Peki ikinci şanslarımızı kullanabiliyor muyuz?

Harika bir soru. Birçok örnekte ikinci bir şans verilmesine rağmen ikinci şansımızı da kullanamıyoruz. İkinci şansı kullanmak demek, ikinci seferinde yeni bir şey yapmak demektir. Çoğu zaman ikinci bir şans verildiğinde, aynı şeyi yapıyoruz. Aynı insanlar, aynı metotla farklı sonuç alamazlar. Farklı sonuçlar almak için yeni ve farklı şeyler yapmayı denememiz gerekiyor.

Sizce insanlara ikinci bir şans veriliyor mu?

Bir başkasına ikinci bir şans tanımak konusunda çok bonkör değiliz. İnsanlar kendi hatalarının telafisi için ikinci bir şans istiyorlar ama başkalarına ikinci bir şans vermek istemiyorlar. Bu çelişkiyi de çözmemiz gerekiyor. İş dünyası açısından bakıldığında, iş dünyasında sonuçlar belirli bir sürece yayıldığından hemen her zaman ikinci şans oluyor; bununla birlikte piyasanın verdiği her şansı ikinci şans sanmak saflıktır. Piyasa kişi ve kurumlara çok kısa sürede son şansını kullandırır ve işlerini bitirir.

Peki, herkes için ikinci şans sayılabilecek bir şey var mı?

“Yarın”, ikinci şanstır. Elbette yen bir şey yapacaksınız. Zararın neresinden dönülürse kardır diye bir söz vardır. Yarın ya da bir sonraki an, değişmek ve istediğimiz sonuçları almak için ikinci fırsattır. Yarın, işimizi yapış şeklimizi, eşimize, ailemize, arkadaşlarımıza, müşterilerimize davranış şeklimizi, yaşamımızı kurgulamak ve değişmek için ikinci bir şanstır. Bu şansını kullanamayan kişi ve kuruluşların, son şanslarını kullanamadıklarında isimleri telefon rehberlerinden silinecektir.

3.9.07

Arkadaşlarınızı Seçiyor musunuz?

Arkadaş edinme birçok örnekte tesadüfen oluyor. Üniversiteye ya da liseye ilk gittiğimizde yan yana oturduğumuz, ilk tanıştığımız kişi arkadaşımız oluyor. Ya da okula giderken yolda birlikte yürüdüğümüz kişi arkadaşımız oluyor. Askerde koğuşta ranzada yatan kişi arkadaşımız oluyor. Bu ve benzeri durumları birçok kişi yaşıyor. Özetle arkadaşlarımızı seçmiyoruz; arkadaşlarımız yanımıza yakınımıza düşen kişilerin arasından oluyor.

Yakın arkadaşlarımız bunalımlı tiplerse bizi de bunalıma sürüklüyorlar. Eğer kitap okumayı seviyorlarsa biz de kitap okumayı seviyoruz. Sinemayla ilgileniyorlarsa biz de sinemayla ilgileniyoruz. Sürekli futbol konuşuyorlarsa biz de futbol konuşuyoruz. Hani insan ne yerse odur derler ya, arkadaşımız kimse biz de biraz ona benziyoruz. Bir de kara delikler var. Onlardan uzak durmak gerekiyor. Sürekli eleştiriyor ve bütün enerjimizi emerek bitiriyorlar.

Tesadüfen edindiğimiz arkadaşlardan iyi anlaştıklarımızla uzun zaman geçiriyoruz. Onlara bağlanıyoruz. Arkadaşlık ilişkisinin başlangıcında bir gün bu arkadaşlığın biteceğini ya da araya giren olaylar nedeniyle, yediğimiz-içtiğimiz ayrı gitmeyen bu insanı bir gün gelip çok seyrek göreceğimizi düşünmüyoruz. Ama bir gün geliyor. Arkadaşımız evleniyor; iş için ya da okumak için başka bir şehre gidiyor ya da okul bitiyor memleketine dönüyor ve bizim sürekli dertleştiğimiz arkadaşımız kayboluyor. Sistemimizin içinden önemli bir parça çıkıyor ve yaşam sistemimiz bozuluyor.

Yeni arkadaş edinmeyi de bilmiyoruz. Yeni arkadaş edinebileceğimizi düşünmüyoruz bile. Arkadaşlık ilişkisi çok önemli ölçüde bizden başlar. Önce biz arkadaş olmaya değer, karakter sahibi, ilgili ve bilgili birisine dönüşmeliyiz. Öncelikle verdiğimiz sözleri tutmaya, buluşma saatlerine uymaya çalışmak gerekiyor. Dürüst, mütevazi olmak, hakkaniyetli davranmak, nezaket arkadaşlık açısından kritik karakter özellikleri. Bunun yanı sıra bir arkadaşla paylaşacak bir şeyler yapmak gerekiyor. Yani değişik bir şeyler okumak, değişik bir yerlere gitmek, değişik bir şeyler izlemek gerekli. Yoksa arkadaşımıza verebileceğimiz bir şey olmuyor.

Arkadaş olarak seçeceğimiz kişi de benzer özellikleri taşımalı. Yani sözünün eri, ilgili, bilgili ve hareketli bir insan olmalı. Kara delik olmamalı. Şimdi diyelim ki çevremizde böyle bir insan var. Tanımıyorsak gidip tanışmalı. Tanışmak için bir sürü yöntem var. Zamanı olup olmadığını sorup bir konuda fikrini sorup bir sohbet başlatabiliriz. Artık kişiyi tanıyorsak, arkadaşlığımızı ilerletmek için onu bir yerlere davet edebiliriz. Yürüyüş yapmaya, eve sohbet etmeye, bir sergiyi gezmeye ya da başka bir etkinliğe. Diyelim ki, sizi reddetti. Vazgeçmeyin değerli bir arkadaş adayı çok bulunmuyor. Başka bir fırsatta yeniden davet edin. Yine olmazsa bir daha davet edin. Benim bu konuda yaptığım davetlerin bir sayısı var. Kişiyi gerçekten değerli buluyorsam 10 kez arayarak davet ediyorum. Belki ilk seferinde çekinip reddetmiş olabilir ya da zamanı olmamış olabilir ya da başka bir şey. Geçen yıllar içinde 35 kadar çok yakın arkadaş edindim. Hemen her dönemde aktif olarak zamanımı, düşüncelerimi paylaştığım iki-üç yakın arkadaşım olmuştur. Ama değişik nedenlerle de araya şehirler, ülkeler girince eski arkadaşlarımın yerini yeni arkadaşlarım aldı. Eskileri şu ya da bu nedenle hayatımdan uzaklaşırken içim burulmadı / hiç üzülmedim değil. Ama yaşamımdan çıkan her insan, yeni bir hediyenin / yeni bir arkadaşın habercisi oldu. Eski / yeni bütün arkadaşlarımla görüşüyorum. Hepsi bana ayrı zenginlikler kattı / katıyor.

Arkadaş olmaya değecek bir insan olmanız ve yeni arkadaşlar edinecek cesaretinizin olması dileğiyle.

29.8.07

Sıra Dışı Sanat Atölyesi

Sıra Dışı Sanat Atölyesi

31 Ağustos-1 Eylül Galata Meydanı

2 Eylül’de Tünel Meydanı

Saat 16:00-20:00

Sevgili Dostlar,

31 Ağustos – 1-2 Eylül tarihlerinde Beyoğlu’nda Sıra Dışı Sanat Atölyesi başlığıyla bir çalışma yapacağız.

Yoldan geçen insanlar bir sepetin içinden bir kelime seçecekler. Kelimeler, “açlık, serum, özlem, ihanet, ilahi adalet, çiçek bahçesi, eğlence, düğün, neden, zirve, tenis maçı, doğum, kaba kuvvetin sonu, suç, susuzluk, demokrasi, günah” gibi kelimeler olacak.

Katılımcı sepetten bir fiş çekecek. Fişte bir kelime yazacak. Diyelim ki fişte “Hüzün” kelimesi olacak. Katılımcı, oradaki malzeme kutusundan 5 malzeme seçerek bir eser yapmaya çalışacak. Diyelim ki, bir balon, bir kase, bir eski telefon, bir terlik, bir oyuncak araba seçecek ve bunlarla sevinci anlatan bir eser tasarlayacak.

Her katılımcıya parçaları birbirine bağlayabilmesi amacıyla, koli bandı, bant, Japon yapıştırıcı, ip ve iplik tedarik edilecektir.

Katılımcılar, etkinliği düzenleyenlerin belirleyeceği nesneleri, günlük yaşamdan ve orada hazır olarak bulunan farklı nesneleri kullanarak, 3 dakikalık süre içinde tasarlamaya çalışacaklar. Yapılan eserler de şenlik boyunca, yapan kişilerin isimleri de yazılarak, sergilenecek.

Etkinliğin amacı, sanatın sadece fildişi kulelerde yaşayan insanların işi olmadığını, sıradan insanların da sanat yapabileceğini göstermektir.

Bu etkinlikle ilgili yardıma ihtiyacım var.

Bu etkinlikte sıra dışı eserlerin tasarımında kullanılacak malzemelere ihtiyacım var.

Evde kullanmadığınız bozuk ya da eski eşyaların hepsini kullanabiliriz.

Örnek olarak:

Kağıt havlu rulosu, tuvalet kağıdı rulosu, küçük büyük ampul, mantarlar, mum, iğne, duvar saati, masa saati, kol saati, terlik, eski oyuncaklar (kırık ve bozuk da olabilir), dvd kutusu, vcd kutusu, CD-Rom, bardak, fincan, kupa, tabak, çay tabağı, kaşık, çay kaşığı, kalem, kurşun - tükenmez kalem, kalemtraş, silgi, iplik, dikiş iğnesi, misina, tencere, tava, şişe, kavanoz, pense, biblo, şilt, küçük yastık, vazo, cetvel, gönye, pergel, saksı, mendil, masa örtüsü, çarşaf, telefon, telefon ya da cep telefonu, eski kitap, telefon rehberi, karton kutular, ayakkabı kutusu, sulu boya, kalem kutusu, boya kutusu, iskambil kağıtları, satranç tahtası, satranç taşları, uzaktan kumanda, bilgisayar klavyesi, tepsi, Mouse, eski kasetler vb. gibi.

Yukarıda saymaya unuttuğum daha birçok şey olabilir.

Kırık, bozuk ya da çalışmıyor olması önemli değil ya da çok yıpranmış ya da eskimiş olması da önemli değil. Önemli olan sizin evde kullanmaktan vazgeçmiş olmanız. Onun için her türlü objeyi kutulayıp aşağıdaki adrese gönderebilirsiniz ya da bırakabilirsiniz. 31 Ağustos saat 14:00’ten önce ulaştırabilmeniz ayrıca kritik.

Tünel MNG Kargo

Sıra Dışı Sanat Atölyesi (0542-241 04 02)

Sokakta Şenlik Var.

Galipdede Caddesi 116 Tünel Beyoğlu

(Tel: 243 62 75-76) MNG Tünel

Eğer kargoyla gönderecekseniz, kargoyu ödemenizi de rica edeceğim. Çok sayıda insan büyük koliler gönderecek olursa onu karşılayacak bütçemiz yok. Herhangi bir sponsor yok. Para kazanılmayan ücretsiz bir sanat etkinliği bu. Ben kendi kişisel zamanımı veriyorum.

Ayrıca 31 Ağustos günü saat 12:00’a kadar Okull İstanbul’a da bırakabilirsiniz.

Hacı Ahmet Bey Sok

No.13 /1 Kadıköy İstanbul

(Tel: 0216 -345 66 88).

30 Ağustos’ta da Okull İstanbul’da insan olacak, bırakabilirsiniz.

Ayrıca etkinliğe katılarak siz de eser tasarlamak isterseniz dostlarla buluşmaktan çok sevineceğimi söylemek isterim.

Eğer malzeme gönderecekseniz bana 0542-241 04 02’den ulaşabilirseniz çok sevinirim.



Çok Sevgiler,



Melih Arat

0542-241 04 02

Sıra Dışı Sanat Atölyesi

31 Ağustos-1-2 Eylül Galata Meydanı

Saat 16:00-20:00

2 Eylül’de Tünel Meydanı

Kullanılacak Kelimelerden Bazıları:

“açlık, hüzün, serum, özlem, ihanet, ilahi adalet, çiçek bahçesi, eğlence, düğün, neden, zirve, tenis maçı, doğum, kalp gözü, intikam, ibadet, barış, ruhların buluşması, sevginin gücü, sır, zulüm, hiçlik, modern dünyanın ilkelliği, komedi, keşke, özgürlük, sadeliğin güzelliği, karmaşa, tecrübe, oyun, “O.B.R.”, nefret, sezgi, sevinç, zaaf, çaresizlik, altıncı his, yaratıcılık, karanlık, aydınlık, bilgi, vicdan azabı, keşif, kaba kuvvetin sonu, suç, susuzluk, demokrasi, günah”

27.8.07

Secret-Çekim Yasası

Secret isimli kitap ve film son zamanda oldukça popüler. Birçokları da bana bu film ve kitaptaki mesajın doğru olup olmadığını soruyor. Öncelikle kitabı okumamış veya filmi izlememiş olanlar için kitap ya da filmin temel mesajını özetle söyleyeyim. “Yaşamınızda olmanızı istediğiniz şeylere odaklanırsanız, onları yaşamınıza çekersiniz. Onlar yaşamınızda gerçekleşir. Yani bir bisiklet istiyorsanız ve bu bisikleti rüyanızda bile görecek kadar istiyorsanız, evrenin güçleri harekete geçer ve bu bisiklete bir gün sahip olursunuz.” diyor bu kitap.

Peki gerçekten bir şeyi çok ama çok isteyecek olursak, istediğimiz şey hayatımıza girer mi? Odaklanmanın müthiş bir gücü olduğunu öğrendim geçen yıllarda. Hatta daha ötesi, sadece amaçlarına ulaşmaya odaklanan insanların başarılı olduğunu da. Bununla birlikte odaklanmanın ne olduğunu iyice tanımlamak gerekiyor.

Sadece yaşamlarında bir şeyi istemekle kalanlar, tesadüfler olmadıkça istediklerine ulaşamayacaklar gibi geliyor. Yani diyelim ki, Ayşe “film yönetmeni” olmak istiyor. Sürekli olarak filmler izliyor; filmlerle ilgili kitaplar okuyor; televizyonda film yönetmenleriyle yapılan söyleşileri izliyor. Gece yatınca da hep kendini “film çeken bir yönetmen” olarak görüyor. Film yönetmeni olmayı çok istiyor. Ayşe bir şirkette muhasebeci olarak çalışıyor. Yıllar geçiyor ve hayaline ulaşamadan muhasebecilikten emekli oluyor.

Ayşe’nin şanslı olduğu bir versiyon da düşünelim. Ayşe muhasebeci olarak çalıştığı şirketten ayrılıp tesadüfen bir film yapım şirketine muhasebeci olarak giriyor. Bu arada hazırladığı senaryolardan birini patronu masasında buluyor ve “senaryo kimin” diyor. Ayşe hararetle kafasında kurguladığı filmi anlatıyor ve patronu Ayşe’yi hiç düşünmediği şekilde algılıyor ve filmi çekmesini teklif ediyor; Ayşe’de muhasebecilikten yönetmenliğe geçiyor.

Bir de Ayşe’nin gerçekten odaklandığı bir versiyon düşünelim. Bu versiyonda Ayşe sadece film izlemek, filmler hakkında kitaplar okumak ve yönetmen söyleşilerini incelemekle kalmıyor. Sürekli olarak insanlara yönetmen olmak istediğini söylüyor. Yönetmenlik kurslarına gidiyor. Senaryolar yazıyor ve senaryoları yapım şirketlerine gönderiyor. Başka yönetmen ve yapımcılarla kendisini tanıştıracak gazeteciler buluyor. Yurt dışındaki yönetmenlere ve yapımcılara kendini tanıtabilmek için ileri derecede İngilizcesini geliştiriyor. Sinema festivali yapılan şehirlere, ülkelere gidiyor; kokteyllerinde insanlarla tanışıyor. Bir yönetmen kendisine asistanlık teklif ediyor ve asistan yönetmen olarak sinema dünyasına giriyor.

İşte “Çekim Yasası” bu üçüncü versiyon olduğunda çalışıyor. Ama oturduğunuz yerden sadece hayal kurarak, isteyerek amaçlarınıza ulaşmayı beklerseniz işiniz şansa kalıyor.

Ancak Secret/Çekim Yasası isimli kitap bu küçük detayı – insanların amaçlarına ulaşmak için örgütlü bir çaba göstermesi gerektiğini söylemeyi unutmuş / atlamış. İnsanlar da sadece isteyerek bir şeylerin olacağını düşündürten bu kitabı seviyor / paylaşıyor.

***

Yeni hazırladığım bir kitap var: “El Yazısından Karakter Tahlili”. Bu kitap için Çizgisiz A-4 kağıtlara tükenmez kalemle yazılmış ve altına imza da atılmış örnek yazılara ihtiyacım var. Eğer yazınız üzerinden ücretsiz olarak karakter tahliliniz yapılmasını isterseniz ve kitapta isim ve imzanız olmadan yazınızın yayımlanmasına izin verirseniz bir yazınızı aşağıdaki adrese 15 Eylül 2007’ye kadar gönderebilirsiniz. Yazılar her zaman yazdığınız özende olmalıdır. Yani çok özenli ya da çok özensiz değil. “Hacı Ahmet Bey Sok. No: 13 / 1 Kadıköy İstanbul.” Geri bildirim için e-posta adresinizi yazmayı unutmayın.

20.8.07

Mühendis Zekâsı

Mühendis mantığı diye bir şey olduğu kabul edilir ve bazen mühendisler yaklaşımlarından ötürü eleştirilirler; bazen de övülürler. Eğer eleştiriliyorsa, “İşte mühendis kafası” denir; övülüyorlarsa “İşte mühendis zekası” denir. İşi zeka kısmından ele alarak bir iki mühendis fıkrası paylaşacağım, hepimize biraz bulaşsın diye…

Bir öğretmen, bir doktor ve bir mühendis golf sahasının kenarında, sahanın boşalmasını beklemektedirler. Mühendis:" Bu adamlar ne yapıyor böyle, 15 dakika önce bitirip sahadan çıkmaları gerekirdi." Doktor: "Bilmiyorum, ama yaptıkları büyük bir terbiyesizlik." Öğretmen: " Üstelik çok isabetsiz oynuyorlar. Vurdukları hiçbir top deliğe girmiyor. İşte görevli geliyor, onunla konuşalım." Görevli: "Kusura bakmayın. Sahadakiler, kör itfaiyeciler. Kulübümüzde geçen sene çıkan yangındaki dumandan gözlerini kaybettiler. Bu yüzden istedikleri zaman burada ücretsiz oynamalarına izin veriyoruz. Öğretmen: "Ne kadar üzücü, eğer çocukları varsa onlara ücretsiz ders verebilirim." Doktor: "Çok güzel bir fikir, ben de hastanedeki doktor arkadaşlarla konuşup onlar için bir şeyler yapabilir miyiz diye bakacağım." Mühendis: "Bu adamlar gündüz değil de, neden geceleri oynamıyorlar?"

Basit bir bakış açısı değişikliği sonuçları olduğu gibi değiştirebiliyor.

***

Bir matematikçi, bir fizikçi ve bir mühendise bir kırmızı top verip bunun hacmini nasıl bulacaklarını sormuşlar. Matematikçi, bir mezura ile etrafını ölçüp, çevre uzunluğundan hareket ederek formülle yarıçapını hesapladıktan sonra diğer bir formülle yarıçapından hacmini bulacağını söylemiş. Fizikçi ise topu suya batırıp yer değiştiren suyun hacmini ölçerek topun hacmini bulabileceğini söylemiş. Top son olarak mühendisin eline verilmiş, mühendis topu şöyle biraz çevirip bakmış ve sonra:"Bana kırmızı toplar katalogunu bulun" demiş.

Bazen sorunların çözümü yazılı olarak bir yerlerde duruyor olabilir. Bilgiye erişip bakmak öncelikli olabilir.

***

Bir mühendis, bir fizikçi ve bir matematikçi bir oteldedir. Önce fizikçi uyanır, yangını görür ve yangın hortumunu bulur ve başlar hesap yapmaya. Su basıncı, alevin şiddeti, aradaki mesafe falan derken hesaplara göre minimum miktarda suyu ve minimum enerjiyi hesaplar ve yatağına döner. Daha sonra matematikçi kalkar kokunun etkisiyle hole koşar. Bir de bakar ki yangın var. Derken çözüm aramaya koyulur. Yangın söndürme hortumunu bulur ve - çözümü buldum diye bağırarak yatağına geri döner. Derken mühendis burnuna gelen duman kokusuyla uyanır, hole çıkar, bir de bakar ki bir yangın var. Eline geçirdiği bir kovaya su doldurarak yangını söndürmeye çalışır.

Sorunları teori de çözmenin ötesinde uygulama yapmak gerekiyor.

***

Adamın biri bir gün yolda giderken bir kurbağa görür ve kurbağa dile gelir.
- Ben aslında bir insanım, eğer beni bir kere öpersen çok güzel bir prenses haline gelirim"
Adam kurbağayı eline alır ve cebine koyar. Kurbağa tekrar dile gelir
- Eğer beni öpersen çok güzel bir prenses olacağım ve seninle evlenmeye hazırım.
Adam kurbağayı cebinden çıkarır, şöyle bir bakar ve gülümseyerek yeniden cebine koyar.
Kurbağa yalvarmaya başlar
- Eğer beni öper ve güzel bir prenses haline çevirirsen. Seninle evlenirim.

Adam tekrar kurbağayı çıkarır, şöyle bir bakar ve gülümseyerek cebine koyar
Sonunda kurbağa dayanamaz:
- Senin neyin var? Sana çok güzel bir prenses olduğumu ve beni öpersen seninle evleneceğimi söyledim. Neden beni öpmüyorsun?
Sonunda adam konuşur
- Bak, ben bir mühendisim. Kızlarla uğraşacak vaktim yok, fakat konuşan bir kurbağa çok ilginç geliyor.

Gerçekten de evleniyoruz; çocuk yapıyoruz; dünya işlerine karışıyoruz. Bu dünyadaki birçok ilginç şeyi de bu sırada ıskalıyoruz. Dünya tarihi, aşkların, evliliklerin ya da yapılan çocukların tarihi değil, bir şey bulan ve bir şey yapan insanların tarihi. Dünyadaki ilginç şeyleri ıskalamamanız dileğiyle.

14.8.07

Ağrı Dağı’nın Zirvesi’nden Notlar

Bu yıl üçüncü defa Ağrı Dağı’na tırmandım. Tırmanış sırasında yaşadıklarımızdan, oradaki konuşmalarımızdan ve sonrasındakilerden birkaçını paylaşmak istiyorum. Önce en son gördüğüm bir haberden başlayacağım. Döndüğümüz gün birkaç gün önceki gir gazetede Ozan Orhon ile yapılan bir söyleşide Ozan Orhon çok sıkıldığı zamanlarda ya da yaşamında sorun olduğu zamanlarda kendini yemeğe verdiğini ve 132 kiloya kadar çıktığını okudum. Ardından da midesine kelepçe taktırarak 60 kilo vermiş. Sonra kelepçeyi çıkartınca tekrar kilo almış.

Bir insanın kendi idaresiyle az yemek yemesi yerine, kelepçe taktırarak kilo vermesi ne kadar acı bir şey. Daha komik olanı, kimsenin böyle birine esas çözümün kendi yaşamlarımızda idareyi ele almamız gerektiğini söylememesi.

Ağrı Dağı’na tırmanırken ekip arkadaşımız Züleyha soruyor: “Hocam, siz çok sıkıldığınız zaman ne yaparsınız? Yani Ağrı’ya tırmanırken fiziksel olarak, ruhen zorlanıyoruz. Duygusal olarak yoğunlaşıyoruz. Çıkıyoruz; ama Avrupa’nın en yüksek dağı, kendisinin yanında karınca gibi kalan bedenlerimizi eziyor. Böyle zamanlarda siz ne yapıyorsunuz? Sigara mı içiyorsunuz? Uyuyarak kaçmak mı istiyorsunuz?”

Ekip arkadaşımız İbrahim, benden önce cevap veriyor: “Sıra Dışı Yaşam Felsefesi’nde böyle bir şey yok. Yani sıkılınca, sorun olunca, sigara da içmezsin, alkol de içmezsin, uykuya da kaçmazsın.”

Ben de “Benzer bir soruyu Betül de sormuştu diyorum. “Kızınca, çok sinirlenince bir şeyleri yumruklamak, bir şeyleri fırlatmak istemez misiniz?” Benim tüm bunlara cevabım “hayır” idi.

Zaten sigara da içmiyorum, alkol de… Ama başım sıkışınca da başvuracağım şeyler bunlar olamaz ya da Ozan Orhon gibi gibi yemeğe de vermem kendimi. Mümkünse sıkıntılarımı yakın bulduğum biriyle paylaşırım, anlatırım. O da mümkün değilse yazarım. Bir de dua ederim.

Tırmanış’ın son gününde Züleyha, Betül’ün kendisine telefonla “Zorlanırsan, enerji içeceği filan iç.” dediğini söylüyor. Ben de “Hiç enerji içeceğini içtin mi?” diye soruyorum Züleyha’ya. O da diyor ki, “Bir kez ama tadı acıydı. Bitirememiştim.” diyor. Sonra soruyor: “Siz hiç içtiniz mi?” “Yoo, hiç içmedim. Hiç ihtiyacım olmadı. Yani zaten ben de enerji fazlası var” diyorum. Bu arada farkında olmadan elim kalbime doğru gidiyor ve ikimizin de ağzından aynı anda aynı sözler dökülüyor: Enerji, insanın kalbinden, yüreğinden gelir, başka bir şeyden değil.

Ağrı’dan indikten sonra birkaç soru var kafamda. Acaba hangisi daha zor? Ağrı Dağı’na çıkmak mı? Çok yardım ettiğiniz bazı insanların nankörlük yapması mı? Birden ekonomik olarak her şeyinizi kaybetmeniz mi? Sonra düşünüyorum, Ağrı Dağı’na çıkmak çok kolay geliyor. Üç defa değil, bin defa çıkarım Ağrı Dağı’na…

1.8.07

Eşref Saati

Arzu, kardeşi Kemal’e doğum gününde sıra dışı bir hediye almak istiyordu. Fakat eşi benzeri olmayan bir hediye olmalıydı bu. Arkadaşı Pelin ile karşılaştıklarında Pelin çok mutluydu. “Biliyor musun” dedi Pelin, Alaçatı bugünlerde çok moda bir yer. Sabah okuduğum bir dergiye göre dünyanın en güzel kafeteryaları, kahvehaneleri Alaçatı’daymış. Oraya gitmek istedim. Keşke bir vesile olsa da orayı hem görebilsem, hem de dünyaya tanıtabilsem dedim. Türkiye’deki harika birçok şeyi tanıtamıyoruz. Ama başka uluslar, özellikle Amerikalılar çoğu zaman çok da ilginç olmayan şeyleri çok popüler hale getirebiliyorlar. Bugün patron, Çeşme ve Alaçatı bölgesindeki otellerle ilgili uluslar arası bir web sitesi geliştirme projesi verdi. İnanabiliyor musun? Düşündüm ve oldu.”Arzu “Pelincim, tam eşref saatindeymişsin.” dedi. Sonra “buldum” diye bir çığlık attı. “Kemal’e bir eşref saati alacağım.” Pelin ne olduğunu da anlamadan şaşkın gözlerle bakıyordu. “Eşref saati” satılmazdı ki! Arzu, Pelin’den ayrıldı ve bir saatçiye gitti. Büyük kadranlı bir kol saati sordu. Fiyatında anlaştıktan sonra saatçiye saatin camını açmasını rica etti. Kadranda “beş” için ayrılmış bölümdeki ince metal çubuğu kaldırdı ve oraya Rotring marka bir kalemle Eşref yazdı. Artık her gün saat beş olduğunda Eşref saati gelecekti.. Arzu’nun kardeşi Kemal’in doğum günü Cumartesi gününe denk gelmişti ve aile bu doğum günü kutlamasını Cumartesi sabah kahvaltıda yapmıştı. Ancak Arzu, Kemal’e doğum günü hediyesini vermedi ve “senin doğum günü hediyen eşref saatinde verilecek” dedi. Saat beş olunca, Kemal’e şöyle bir soru sordu: “Tek bir dilek dileme hakkın olsa ne dilerdin? Kendi isteklerinin olmasını mı, yoksa başka insanlara yardım edebilmeyi mi?” Kemal, ablasının ona sıra dışı bir hediye vermek üzere bir oyun kurduğunu anladı. Dur bir düşüneyim dedi. “Eğer kendi isteklerimin olmasını seçersem, mutsuz olurum.” dedi. “Alaaddin sihirli lambasından kendisini mutlu edecek şeyler istedikçe, başına hep problemler gelir. Ne zaman cini serbest bırakır; o zaman mutlu olur. Başkasına yardım edecek olursam, dostlarım artar, kendimi iyi ve mutlu hissederim. Evet, tek bir dilek hakkım olsa, başkalarına yardım edebilmeyi isterim.” dedi. İstediği cevabı duyan Arzu, arkasında sakladığı hediyeyi uzattı. Kemal paketi açtı ve saat beş itibariyle eşref saatini gösteren saati aldı. Arzu devam etti: Artık her gün, günde iki defa eşref saatin gelecek. Sabaha karşı ve akşam beşte, insanları yardım etmeyi iste ve onlara yardım etmek için bir şeyler yap. Dileklerin gerçek olacak.”

***

Kemal, kolundaki sıra dışı hediye ile sabaha karşı uyandı. Saat tam beşi, yani eşref saatini gösteriyordu. Kendini birilerine yardım etmekle sorumlu hissetti. Ama sabahın beşinde kime ne yardım edebilirdi ki? “Dua edebilirim” diye düşündü ve aç ve açıkta olanlara Allah’ın yardım etmesi için dua etti. Sonra bu yetersiz geldi. Yataktan kalktı ve geceden kalmış bulaşıkları yıkadı. Geceleyin misafir gelmişti ve bir sürü bulaşık çıkmıştı. Annesi kendini yorgun hissetmiş ve bulaşıkları yıkamadan yatmıştı. Böylece annesine yardım etmiş olduğunu düşündü. Sabahleyin annesi bulaşıkları yıkanmış olduğunu görünce, “Herhalde Arzu yıkadı, ben de bu zamanı poğaça yapmak için kullanayım” diye düşündü. Kemal sabah okula giderken annesi yeni yaptığı poğaçalardan bir torbaya bolca koyarak verdi. “Anne ama bunlar çok fazla hepsini yiyemem ki” dedi. Annesi ısrar edince okula yollandı. Durağa doğru yürürken evsiz bir adam gördü. Adam onu görünce, Kemal rahat yürüsün diye yol verdi. Böyle bir berduştan beklenmeyecek kadar ince bir davranıştı bu. Kemal, adamın özenli davranışı fark etti ve durdu. İşte yardım etmek için fırsat önünde duruyordu. Adama dönerek size biraz poğaça ikram edebilir miyim diyerek poğaça torbasından bir-iki tane kendine ayırarak gerisini adama uzattı. Adam parasını ödemeye teklif etti. Kemal “ama bu benim size hediyem” dedi. Adamcağız, Biliyor musun evladım, bu sabah keşke biraz ev poğaçası olsa da yesem diye içimden geçirmiştim dedi. Herhalde eşref saatindeymişim.” dedi. Kemal gülümsedi ve saatine baktı. “İkimiz de eşref saatindeymişiz amcacım” dedi. Okula gittiğinde bir kompozisyon yazması istendi ve yaşadığı bu öyküyü yazdı. Öğretmeni, tüm sınıfa yüksek sesle okuttuğu bu öyküye 10 üzerinden 10 verdi.

17.6.07

Daha Az Uyumanın Sırrı

Lale, sabahları bir türlü uyanamamaktan son derece üzgündü. Saat çalıyor ama Lale uyku mahmurluğuyla saate uzanıyor ve saati kapatıp uyumaya devam ediyordu. Bu yüzden de bir sürü yere geç kalıyor ya da sabah yapılması gereken işleri yapamıyordu. Uykuya doyamıyor; sekiz saatten aşağı hiçbir uyku ona hiç yetmiyordu. Arkadaşı Merih ise günde üç dört saat uykuyla dolaşabiliyor; bu durumu hiç sorun etmiyordu. İki genç kız bazen birlikte kalıyorlar; Merih sabah beş-altı gibi kalkarken Lale sekizden önden önce yataktan doğrulamıyordu. Lale, Merih’in bu özelliğine gıpta ediyor; nasıl yaptığını soruyordu. Ancak Merih’te nasıl daha az uyku ile idare edebildiğini tam bilmiyordu. Neden bazılarının daha az uyuyarak yaşayabildiği ve bazılarının daha çok uykuya ihtiyaç duyduğu bir sır gibiydi. Bu konudaki kitapları okumaya karar verdiler.

Lale’nin okuduğu bir kitapta insanların yüzde üç-dördünün iki-üç saat uykuyla yaşayabildiği, yüzde elliden fazlasının ise sekiz buçuk saat uykuya ihtiyaç duyduğu belirtiliyordu. Geri kalanlar ise üç saat ile sekiz saat arasında bir uykuyla idare edebiliyordu. Peki bu farklar nereden kaynaklanıyordu?

Yapılan araştırmalar, 200 saat hiç uyumadan yaşayabilen insanlar olduğunu gösteriyordu. Bu bilgi, insanın hiç uykuya ihtiyacı olmadığını gösterebilirdi. Ancak 200 saatlik uykusuzluktan sonra zihinde ve ifadelerde karışıklık, bulanıklık hakimdi. Uyku ile ilgili kuramlardan bir tanesi, insanın günlük yaşamdaki bilgilerini uyku sırasında beyninin kitaplığına yerleştirdiğini iddia ediyordu. Uyunmadığı zaman bu dosyalama işlemi yapılamıyordu. Ancak bu konuda bir ayrıntı vardı. Yeterince uyunamadığı zaman bu dosyalama işlemi gerçekleşmiyordu. Uyku beş aşamalı bir süreçti. Dosyalama işlemi beşinci aşamada gerçekleşiyordu. Bu beşinci aşama “REM” denilen (Rapid Eye Movement-Hızlı Göz Hareketi) aşamasıydı. İnsanlar beşinci aşamada alt beyin rüyaları görüyor; gözlerde sanki bir aksiyon filmi izlercesine hızlı bir şekilde hareket ediyordu. Hızlı göz hareketlerini açıklayan tam bir kuram henüz gelişmemişti. Melih Arat bir söyleşisinde, beşinci aşamadaki uykudaki göz hareketlerinin beynin bir işlemi ters gerçekleştirmesiyle ilgili olabileceğini söylemişti. Uyanıkken göz gördüklerine ilişkin bilgiyi sinirler aracılığıyla beyne ulaştırıyor ve beyin onu bir resme dönüştürüyordu. Alt beyin rüyalarının görülmesi sırasında bunun tersi oluyordu. Beyin resmi kendi kendine görüyor; sanki onu gözüyle görüyormuşçasına gözlerine onu takip etmesine ilişkin talimatlar gönderiyordu. Melih Arat, neden bazı insanların az uyuyarak yaşayabildiğini, bazılarınınsa yaşamadığını açıklamak için de bir model bulmuştu.

Sekiz saat uyuyan sıradan bir insan belki dördüncü beşinci saatten sonra “Hızlı Göz Hareketi” aşamasına geçebiliyordu. Alarmlı saat çaldığında beyin o dosyalama işlemlerini tamamlamadıysa kişi kalkamıyordu. Kısa süre uyuyan nadir yüzde üçlük kesim ise, başını yastığa koyar koymaz “Hızlı Göz Hareketi” moduna giriyor ve dosyalama işleri bittiğinde rahatça kalkabiliyordu. Eğer herkes “Hızlı Göz Hareketi” moduna hızlıca girebilse, herkes daha az uyuyabilirdi.

Hızlı Göz Hareketi moduna girmenin sırrı ise gün içinde zihinsel ve fiziksel olarak yorulmaktı. Birçok insan sadece bir yönde yoruluyordu. Hızlıca uykunun beşinci aşamasına geçebilmek içinse hem zihinsel, hem de fiziksel olarak yorulmak gerekiyordu. Diyelim ki, bütün gün üniversite hazırlık problemi çözer gibi problem çözmek ve iki saat koşmak gerekiyordu ya da bunların alternatifleri. Uzun süre bir şey yazmak, bir konuşma yapmak, bisiklete binmek, spor salonuna gitmek, yük taşımak ve benzerleri. Kısa süre uyku uyumak için bunları bir gün yapmak da yetmiyordu. Sürekli yapmak gerekiyordu. Teori tersine çalışıyordu. Her iki yönden de çok yorulan insanların daha fazla uyuması ve dinlenmesi gerektiği düşünülüyordu; ama bu insanların hızlıca beşinci aşamaya geçebildikleri için daha az uyku onlara yetiyordu. Bir de zihinsel ve fiziksel olarak çok çalışarak üreten insanların başarı duygusu daha yüksekti. Bu da onlara fazladan enerji veriyordu. Lale, her gün çok miktarda kitap okumaya ve düzenli olarak spor yapmaya başladı. İki hafta sonra beş saatlik uyku ona yetmeye başlamıştı.

11.6.07

Kalp Gözünün Mührünü Açmak

Birçokları köşemde kullandığım gözleri kapalı fotoğrafın nedenini merak ediyor. Bunu defalarca açıklamama rağmen bugün yeni bir açıklama daha getirmeye çalışacağım. Fiziksel gözümüze o kadar çok görüntü yansıyor ki, o görüntülerin arkasındaki gerçeği bir türlü göremiyoruz. Gerçeği sezebilmenin nadir işe yarar yöntemlerinden biri, gözümüzle bakmayı bırakıp kalbimizle görmeye başlamak.

Gökyüzüne baktığımızda özellikle haber bültenlerinin gözlüğüyle baktığımızda bir sürü gri bulut ve sisin arkasındaki gerçeği göremiyoruz. Bazen bulutlar, bazen de gökyüzünün maviliği, evreni görmemize izin vermiyor.

Şimdi kullanacağım ifade biraz sert gelebilir ama… Fiziksel gözlerimizin açıklığı oranında, kalp gözlerimiz o kadar kapanıyor. Aklımızı, düşüncelerimizi durulaştıramıyoruz. Nerede yaşıyorsak, oranın koşuşturmacısı içinde önümüze gelen konuşmalar, sorunlar, haberler kafamızı iyice bulandırıyor ve asıl olanı ıskalıyoruz.

ABD’de tüketim toplumuna dönüşmüş insanlar, neyi neden satın aldıklarını bilmeden onları satın alabilmek için para kazanıp duruyorlar. Dünyada çok satan kitapların içinde “Ferrarisini Satan Bilge” diye bir kitap var. Yazar “hayatın anlamını bulmuş” gibi görünüyor. Ancak yine de Ferrarisi’ni satıp parasını cebine indiriyor. Gerçekten hayatın anlamını bulan birisi Ferrarisi varsa onu satmaz, onu terk eder.

Türkiye’de seçimler, siyasetçiler, ekonomi, cinayet haberleri, bombalar, liselerden görüntüler bütün bunları takip eden insanların kafası iyice bulanıyor. Bütün bu gürültünün patırtının içinde önemli olanın, asıl olanın ne olduğunun farkına varamıyor. Daha ilginç olanı, insanların çoğu gördüklerinin arkasında başka duru ve net bir gerçek olduğunun / olabileceğinin dahi farkında değiller.

Gözlemlediğim insanların konuşmalarının çok büyük bir bölümü, etkimizin hiç olmadığı konularda konuşmakla geçiyor. Bunun yanında etki yaratabilecekleri konularda da hiçbir şey yapmıyorlar. Örneğin Cumhurbaşkanlığı seçimleri konusunda ya da seçimler konusunda durmadan konuşurken, aile içindeki sorunları çözmek için hiç konuşmuyorlar.

Zamansızlıktan şikayet eden insanlar, akşamları kendilerini televizyona mahkum ediyorlar. Aileleriyle, misafirleriyle sohbet etmek yerine, seyrettikten sonra geriye birçok örnekte hiçbir şey kalmayan dizileri seyrediyorlar. Uykuları yetişmiyor; çünkü televizyon erken yatmalarına bile izin vermiyor. Onu da seyredeyim, bunu da bitireyim derken, vücutları için kullanacakları zamanı televizyon izlemek için harcıyorlar.

İstanbul’un trafiğinden şikayet edenler, kendi varlıklarıyla trafiği yarattıklarının farkında bile değiller.

Çocuklarının kitap okumamasından, ders çalışmamasından şikayet eden anne-babalar kendileri kitap okumuyorlar. Gözlerimiz görüyor; ama sanki kalp gözlerimiz mühürlü gibi. Yaşamın içindeki gözümüzü boyayan gereksiz ayrıntıları temizlemenizi, kendi yaşamınızdaki tutarsızları ortadan kaldıracak cesarete ve güvene erişerek varsa kalp gözünüzün mührünü açabilmeniz dileğiyle.

12.5.07

Problem Çözmenin Kuvvetli Yolu

Serüven, ilkokulun bahçesinde yürürken kendisinden biraz daha irice bir çocuk ona geldi ve bilerek çarptı. Serüven ne olduğunu anlayamamıştı ki, Serüven’e çarpan çocuk “önüne baksana ayı” diyerek Serüven’i itti. Serüven “sen ne diyorsun, hem kendin gelip çarpıyorsun, hem de ağzını bozuyorsun” dedi. Öbür çocuk bir kere daha Serüven’i itti ve Serüven sendeleyerek yere düştü. Çocuk, Serüven’in yere düşmüş bedeninin üstüne atlayıp vurmaya başladı. Serüven de ilk başta sersemlik geçirse de, o da ona vuran çocuğa vurmaya başladı. Boğuşma çok uzun sürmedi. Karşısındaki çocuk iri, ama koftu. Serüven çocuğu yüz üstü yatırdı; sağ kolunu arkaya çevirdi ve pes ettirdi. Çocuk “pes, pes...” diye Serüven’in durması için yalvarıyordu. Serüven, durdu ve bir aydınlanma geçirdi. İçinden dedi ki, “ben ne yapıyorum, bu çocuğu dövdüm, yendim, elime ne geçti?” Çocuğun üstünden kalktı, arkadaşlarının “bravo, amma dövdün, çok iyi çaktın” gibi sözlerinin arasından sınıfa doğru yürüdü. Derste sürekli olarak, niçin kavga ettiklerini düşündü. Kavga konusunun da, kavganın da çok anlamsız olduğunu düşündü. O sıra ilkokul çocuğu olarak sürekli uzaylıları düşünüyordu. “Uzaylılar şimdi beni izlemiş olsalardı, ne gülerlerdi kimbilir?” “İnsanoğlu kısacık bir zamanda parlıyor, kızıyor ve kavga ediyor. Halbuki koca evrende bizim kavga konularımız ve kavgalarımız ne kadar küçük ve değersiz.” Serüven, daha sonraki yıllarda kendisini kızdırsalar da, hatta elle dürtükleseler de kavga etmeyi bıraktı. Bir daha hiçbir kavganın dövüşün içine girmedi. Ne kendisi saldırdı birisine, ne de bir saldırıya cevap verdi.

Peki, birisi saldırınca ne yapıyordu dersiniz? Öyle ya kendini savunması gerekmez mi, dayak yer sonra... Evet, kendini savunuyordu. Ama yine de fiziksel yolla savunmayı bırakmıştı. Ya bir sözle ya da karşısındakinin gücünü kullanarak kendini savunuyordu. Hani şu uzak doğu dövüş sanatlarının bir kısmı “aikido” gibi, rakibinin gücünden yararlanır ya onu gibi... Bazen de rakibini şoka sokan şeyler yapıyordu. Örneğin, lisedeyken yumruk atan bir çocuğa “öldün sen” diye öyle bir haykırmıştı ki, çocuk dört nala kaçmıştı. O sözü söyledikten sonra yapacağı hiçbir şey yoktu; sadece ısıracak köpek gibi havlamıştı o kadar... Bir seferinde kendisine ara sokağın birinde bıçak çekip parasını isteyen bir soyguncuya "bıçağın çok güzel, nereden aldın?" demişti. Adam dumura uğrayıp nereden aldığını söylemiş. Serüven devam etmiş: "Bak hep böyle bir bıçağım olsun istedim; kaça aldıysan o bıçak için iki katını verebilirim." demiş. Adam birdenbire bir hırsız kimliğinden kopup, birdenbire bir tüccar kimliğine bürünmüş ve pazarlığa başlamışlar.

Serüven, konuşurken bağırmayı, sesini yükseltmeyi de bırakmıştı üniversiteye geldiğinde. Çünkü sorunları akıl yolunca çözemeyen insanlar, kaba kuvvetin ilk aşaması olan bağırmayı tercih ediyorlardı. Serüven için çok zor olsa da, insanlara kızdığında yüksek sesle bağırarak aynı kelimeleri söylemeyi bırakmıştı. Ne zaman bağırması gerekse, bağırmak yerine fısıltıyla söyleyeceğini söylemeye başladı. Bir süre sonra, içinden kızdığı şeylere bağırmak yerine espri yaparak cevap vermeye başladı.

Örneğin, bir meslektaşı sen “akılsızın birisin” demişti bir gün. Serüven de, “ne kadar iyi niyetlisin, herkesi kendin gibi biliyorsun” diye cevap vermişti. Çevresindekiler çok gülmüştü bu cevaba... Serüven ama ilerleyen zamanlarda bundan da vazgeçti. İlerleyen dönemde “sen akılsızın birisin” diyen birine “bunu tespit edebildiğin için sen çok akıllı olmalısın” demişti. Adam bu sözün üstüne ne diyeceğini şaşırmış, sırtını dönüp gitmişti.

Serüven, sorunları parayla çözmekle, kaba kuvvet kullanarak çözmenin aynı anlama geldiğini düşünüyor artık. Sorunları çözmenin en iyi ve en ekonomik yolu, yaratıcılıkla, akıl kullanarak çözmek... Serüven’e göre bunun başlangıç noktası ise, önce zor da olsa eski alışkanlıkları terk etmek.

8.4.07

İngilizce Öğrenmek

Atilla İngilizce öğrenmek istiyordu. Okul yılları geride kalmıştı ve okuldaki İngilizce dersleri bir işe yaramamıştı. O da bir kursa gitti. Ne var ki, kursta ikinci kura geçtiğinde ikinci kur açılmadı. Aradan birkaç ay geçtikten sonra kur açıldı; fakat bu seferde iş yüzünden o devam edemedi. Her gün bir kelime öğrensem üç yılda bin kelime öğrenirim dedi. Her gün sözlükten bir kelime çalışıyordu. Ama onda da süreklilik sağlayamadı. On on beş gün çalıştıysa da sonra bıraktı. Alt yazılı filmler izledi. Epeyce bir film kültürü olmuştu ama bu pratiğin İngilizce bilgisine neredeyse hiç katkısı olmadı. İngilizce öğrenmekten umudunu kesecekti neredeyse. Bir taraftan da İngilizce öğrenemeyeceğini düşünmeye başlamıştı. Belki dil öğrenmek, keman çalmak gibi bir yetenekti ve Atilla’da da bu yetenek yoktu. Çalıştığı şirkete yeni biri başladı. Bir gün onu İngilizce bir yönetim kitabı okurken gördü. Şaşırdı ve imrendi. Bir gün yeni çalışma arkadaşına merhaba hayırlı olsun dedikten sonra nasıl İngilizce öğrendiğini sordu. Herhalde İngilizce eğitim yapan bir üniversiteden mezun olmuştu. Cevap şaşırtıcıydı. “Kendi kendime öğrendim.” Atilla herhalde “yurt dışında filan kaldın” dediyse de bu tahmin de doğru çıkmamıştı. Yeni iş arkadaşı Dursun şöyle cevap verdi: “Biraz oyunlarla, biraz yarışmalarla biraz da kişisel ödüllerle, merdiven çıkar gibi. Merdivenler basamak basamak çıkılır ve merdivenleri çıkmayı bırakan evine ulaşamaz.” Yani sürekli bir çaba göstermek gerekiyordu.

Atilla, Dursun’un söylediklerini düşündü. Merdiven örneğini de… Merdiven temelden başlar. Kendi İngilizce bilgisini düşündü. Bir kere temeli sağlam değildi. Temel dilbilgisi kurallarını ve en temel kelimeleri ve fiileri bile çok iyi bilmiyordu. Öncelikle apartmanın zemininden başlamaya karar verdi. Sanki hiçbir şey bilmiyormuş gibi. Bir de merdiven örneğini kullanmaya kararlıydı. Merdivenin basamakları eşit yükseklikteydi. İnsan da merdiveni çıkarken çoğu zaman her basamağı çıkmak için eşit zaman ayırırdı. Çok katlı bir binanın merdivenlerini çıkarken insan bazen yorulur yavaşlar ama durmazdı. Üstelik bu iş ancak beşinci kattan sonra başlardı.

O da her hafta İngilizce çalışmaya iki defa ikişer saat ayırmaya karar verdi. Dairesine ve iş yerindeki odasına hep merdivenle çıkıyor, merdiven örneğini aklında canlı tutuyordu. Gerçekten temel düzeydeki birkaç kitabı bu yöntemle bitirdi. Ondan sonra yeni çalışma arkadaşının “oyun ve eğlence” ile öğrenme yöntemine geçti. Orta düzeyde bir İngilizce ulaşınca İngilizce bir fıkra kitabını alıp Türkçe’ye çevirmeye başladı. Bir de eski kitapçılardan eski İngilizce dergiler aldı. Her hafta bunların belirli bir kısmını okumaya çalışıyordu. Eğer o hafta için öğrenmeye karar verdiği bölümü bitirebilirse, yarışı kazanmış oluyordu ve kendisine bir sinema ısmarlıyordu. Bu arada eski film izleme tekniğini de yeniden devreye aldı. Evde bir müzik setine bağlı bir DVD player vardı. Önce filmi izliyor; sonra televizyonu kapatıyor ve sadece müzik setinden İngilizce konuşmaları dinliyordu.

Bu arada yaşadığı şehrin turistik yerlerine ilişkin bilgileri de İngilizce olarak çalıştı. Kendisine gönüllü ve ücretsiz rehber diye bir yaka kartı hazırladı ve turistlerin bol olduğu yerlere gitmeye başladı Pazar günleri. Turistlere İngilizce’sini geliştirmeye çalıştığını söylüyor ve isteyenlere bildiği kadarıyla tarihi cami ve yapıları gezdirebileceğ ini belirtiyordu. Her Pazar en az birkaç turisti bu şekilde gezdirerek İngilizce konuşma pratiği yapma şansı da bulmuştu. Pazar günlerini iple çekiyordu. Çünkü yeni insanlarla tanışmak onlarla konuşmak çok eğlenceliydi. Bir taraftan Cumartesi günleri de çalışmalarına devam ediyordu. Bir Pazar günü yeni tanıştığı bir turisti gezdirdikten sonra ona bir İngilizce bir yönetim kitabı hediye etti. Atilla heyecanla kitabı işe götürdü ve fırsat buldukça okumaya başladı. İşte arkadaşlarından biri onun elinde kitabı görünce nasıl İngilizce öğrendiniz diye sordu. Atilla da cevap verdi: “Biraz oyunlarla, biraz yarışmalarla biraz da kişisel ödüllerle, merdiven çıkar gibi.”

18.3.07

Göç Etmeye Hazır mısınız?

Farklı sorunlara kısa kısa çözüm önerileri...

Organ Bağışı kampanyalarının başarısı, vatandaşlarımızın sürücü ehliyetlerine ya da nüfus cüzdanlarına 'organlarımı bağışlıyorum' diye bir not düşülebilmesine bağlı gibi. Diyelim ki, bir otobüs devrildi. 30 ölü var. İçlerinden 20'sinin kimliğinde organ bağışı yaptığı belirtilmiş.

***

İstanbul'un trafik sorununun çözümleri:

İki yaka arasında deniz ulaşımından öteye; bir yaka için de deniz ulaşımı... Metrodan çok daha ucuz. Örneğin Bakırköy'den Beşiktaş'a nasıl gidebiliriz? Bakırköy'den kalkan bir deniz otobüsüne binersiniz; Yenikapı, Kumkapı, Eminönü, Karaköy, Kabataş'a dolmuş gibi uğrar ve sonunda Beşiktaş'a ulaşırsınız...

Kadıköy'den Kartal'a ulaşmak için Kadıköy'den bir deniz otobüsüne binersiniz; Moda, Kalamış, Caddebostan, Suadiye, Bostancı, Maltepe, Cevizli'ye dolmuş gibi uğrar ve sonunda Kartal'a ulaşırsınız.

Otobüse, özel arabaya binmek yerine, bisiklete binersiniz. Avrupa'nın tüm büyük şehirlerinde bisikletle ulaşım için özel yollar ayrılmışken İstanbul'da ve İzmir'de bu tür yollar bulunmuyor ve özellikle de şehir idarecilerinin bisikletle ulaşıma dönük böyle bir özendirmesi ve çabası bulunmuyor. Halbuki bisikletle ulaşımın o kadar çok avantajı var ki: Benzin yakmıyorsunuz; spor salonuna gitmek zorunda olmadan spor yapıyorsunuz; kalori harcıyorsunuz; uzak bir yere ulaştığınızda kendinizi başarılı hissediyorsunuz. Bu satırların yazarının katlanabilir bir kırmızı bisikleti var. Bisiklete biniyor, vapurla karşıya geçiyor. Bisikletimi katlayıp metroya ya da otobüse biniyorum. Bu arada yolda bisiklet sürerken arabalar, minibüsler ve bazı otobüsler beni ezmeye çalışıyor. Çünkü ben yolun bir parçası değilim.

***

Genel olarak Türkiye'nin tüm sorunları, nüfusun coğrafyaya dengesiz bir şekilde dağılmasından ve İstanbul'da yoğunlaşmasından kaynaklanıyor. Kapkaç, hırsızlık, trafik, sokak çocukları, depreme dayanıksız evler, okullarda sınıfların kalabalık olması, hastanelerdeki kuyruklar ve hatta terörün bile kökenindeki neden Türkiye'deki nüfusun dengesiz bir şekilde dağılması ve göçtür.

Amasya da Türkiye'nin en güzel şehirlerinden biridir ve bir noktadan bir noktaya ulaşım on dakika kadardır. Afyon yine oldukça güzel bir şehirdir. Kastamonu'da gezilecek ve görülecek yerlerin sayısı neredeyse İstanbul kadardır. İnegöl'ün doğasına hayran olmamak, Kahramanmaraş'ın oksijeniyle ruhlarımızı temizlememek mümkün değildir. Ancak bu şehirlerin nüfus yoğunluklarına baktığımız zaman İstanbul'la kıyaslayabilmek mümkün değildir. Elbette İstanbul'un dışındaki şehirlerde iş imkanları da oldukça kısıtlıdır. Bununla birlikte eğitim ve sağlık imkanları da oldukça yetersizdir. Böyle olunca insanlar Batı'ya ve özellikle İstanbul'a göç ediyor. Göç de trafiğe, gecekondulaşmaya, eğitim ve sağlık hizmetlerinin İstanbul'da da yetersizleşmesine ve daha birçok soruna yol açıyor.

Çözüm: Tersine göç. Sakın bugün köyünüze geri dönmeyin ama. Sizin tek başınıza dönmenizin bir anlamı yok. Büyük şirketler genel merkezlerini Türkiye'nin taşra şehirlerine taşıdıkça çalışanları da taşınacak. Bu şehirlerde özel okullar da açılacak, özel hastaneler de... Yol da yapılacak, uçak da inecek.

Özetle, şirketinizin genel merkezini İstanbul'dan haritadan beğendiğiniz bir şehre taşıyın; eğer bu bedeli ödemeye hazır değilseniz; ne kapkaçtan ne trafikten ne de diğer sorunlardan şikayet edin.

23.2.07

Neden Birden İşler Ters Gidiyor?

Osman dört yıldır bir şirkette çalışıyordu. İşinden memnundu. Üçüncü yıldan sonra biraz heyecanını kaybetmişti ama yine de işinde elinden geldiğince verimli olmaya çalışıyordu. Sabah zamanında gidip akşam zamanında çıkıyordu. İşler nasıl diye sorulduğunda aklına ufak tefek şikayet edecek konular gelse de “iyi” diye cevap veriyordu. Ancak dördüncü yılın sonunda İnsan Kaynakları yöneticisi kendisini yanına davet etti ve işten çıkarıldığını bildirdi. Osman deyim yerindeyse şok olmuştu.

***

Rabia ile Begüm sürekli birlikte takılan iki arkadaştılar. Üniversite birinci sınıftan itibaren yakın arkadaş olmuşlardı. Birlikte ders çalışıyor; birlikte sinemaya gidiyor; evlerinde birbirlerini ziyaret ediyorlardı. Dışarı çıkacakları zaman, ne zaman nereye gidileceği konusunda bazen fikir ayrılıkları oluyordu; hatta bunun sonucunda çatışmalar da… Ama yine de arkadaşlıkları sürüyordu. Bir gün Begüm Rabia’ya ders notu getirecekti; ne var ki ders notunu getirmeyi unutmuştu. Rabia bu duruma inanılmaz büyük bir tepki verdi. Sanki Begüm Rabia’nın çok önem verdiği bir varlığına zarar vermişti. Rabia’nın tepkisi o kadar şiddetliydi ki, o günkü kavgadan sonra bir daha konuşmadılar. Begüm olan bitene bir anlam verememişti.

***

Ahmet Bey, televizyon tamircisine dert yanıyordu.’ Düne kadar hiç problemsiz çalışıyordu. Birden bozuldu. Ne olduğunu anlayamadım. Bozulması için hiçbir geçerli neden yok. Bir şey durup dururken bozulmaz ki…’

***

Faruk ile Sevinç birbirlerini severek evlenmişlerdi. Mutlu olduklarını düşündükleri birkaç yıldan sonra evlilikleri önemli ölçüde bir alışkanlığa dönüşmüştü. Ancak yine de görünen bir sorun, büyük kavgalar ve çatışmalar yoktu. Yaşam standartları da ortalamanın üstündeydi. Evliliğin beşinci yılında Faruk, Sevinç’ten ayrılmak istediğini söylediğinde Sevinç inanılmaz ölçüde şaşırmıştı.

***

Derimax isimli deri konfeksiyon şirketi, 1990’ların başında kurulmuştu. Özellikle İstanbul Beyazıt’ta alışveriş yapan Rus turistlere deri ceketler ve kabanlar satıyorlardı. Derimax’ın işleri özellikle 1990’ların ortalarında zirveye çıkmıştı. Milyon dolarlar kazanıyorlardı . Ancak 1998 geldiğinde şirketin işleri bıçak gibi kesildi. Depoda milyon dolarlık mallar vardı. Çeklerle alınmıştı, hiç satış yoktu ve montların borçlarının geri ödenmesi imkansızdı. Derimax yöneticileri problemin üstünden gelemeyerek iflas ettiler.

***

İnsanlar özellikle yavaş yavaş gelişen değişimleri anlamakta güçlük çekiyorlar. Değişim bir eşiği aştığında ise iş işten geçmiş oluyor. Bir kova düşünün. Kovadaki su, doldukça yükselir. Ancak bir sorun yoktur. Kova su almak için tasarlanmıştır. Ancak kova su aldıkça su yükselir. Yine sorun yoktur. Ancak kovadaki su en üst noktaya geldiğinde kova taşmaya başlar. Daha önce bir sorun olmayan su akışı, artık radikal bir soruna dönüşmüştür. Önceki durumla ilgisi olmayan bir durum söz konusudur. Aslında olacaklar önceden bellidir; ancak önlem alınmamıştır.

Bir şirkette çalışırken birden atılıyorsanız, siz farkında olmasanız da kovayı dolduran bir şeyler olmuştur. Bir arkadaşınız ya da eşiniz sizden ayrılmaya karar verdiyse siz fark etmeseniz de onları rahatsız eden kovayı dolduran bir şeyler olmuştur. Bir televizyon ya da bilgisayar birden bozulmaz, tıpkı bir paket lastiğinin gerile gerile kopması gibi bir sürecin sonunda bozulur. Biz görmesek de televizyonun içinde bir yerde bir parça ısınmıştır ya da başka bir sorun olmuştur. Tüm diğer örneklerde de bizim fark etmediğimiz bir sürü aksaklık kovayı doldurmuştur. Dolayısıyla kovanın taşması bize şaşırtıcı ve anlamsız geliyor. Kovanın taşmaması için olan bitenin farkında olmak ve zamanında müdahale etmek gerekiyor. Yaşamınızdaki kovaları taşırmamanız dileğiyle…

17.2.07

İmkânsızı Başarmak İçin

Uzun zamandır yaşamlarında mucize kabul edilebilecek sonuçlar alanları inceliyorum. Kimlerin başına mucizeler geliyor?
Öncelikle mucize olabileceğine inananların başına mucizeler geliyor. Bir imkansızın olabileceğine inanmayanlar her zaman haklı çıkıyor ve sıradan yaşamlarına devam ediyorlar. Bununla birlikte bir imkânsızın gerçekleşebileceğine tüm kalpleriyle inanan ve bunun için çalışan insanlar, imkansızın gerçekleşebildiğini ve sıra dışı yaşamlarına devam ediyorlar.

Seminerlerimde uyguladığım bir imkansızlık deneyi var. Öncelikle gruba fiziksel bir sorunu tarif ediyorum. Sorun bir pipet ve çok ince bir iplikle ilgili. Katılımcılar, pipet ve ipliğe bakarak verdiğim amacın başarılamayacağını düşünüyorlar. Bu deneyin 15 saniyelik bir süresi var. Katılımcılar birer birer iplik ve pipetten oluşan deneyi yapıyorlar. Her biri 15 saniye uğraşmasına rağmen başarılı olamıyor. Değil 15 saniye birkaç dakika uğraşsalar bile olmayacak gibi bir izlenim oluşuyor. Katılımcıların yarısı denedikten sonra benim bu problemi 5 ayrı şekilde bir ya da iki saniye içinde çözdüğümü söylüyorum. Katılımcılar bu imkansızlık probleminin çözülebildiğini öğrenseler de hala kendilerinin yapabileceğini düşünmüyorlar. Sonlara doğru bir kişi problemi bir saniye içinde çözüyor. Katılımcılara birer birer deneyin başında ne düşündüklerini soruyorum: “Yapabileceğinize inanıyor muydunuz? Yoksa yapamayacağınıza mı inanıyordunuz?” Yapamayanların hepsi, pipet ve ipliği ellerine aldıklarında problemin çözümünün imkansız olduğunu, sadece pipet ve iplikli deneyde başarılı olmuş olanlar, deneyin başında “yapabileceğine inandığını” belirtiyor. İşte mucizelerle ilgili durumumuzda yaşamlarında mucizelerle karşılaşmayacağına inananlar, karşılaşmıyorlar; karşılaşabileceklerini düşünenler ise bu mucizelerin ortaya çıkmasına vesile oluyorlar.

Bu arada mucizeyi mühendislik mantığıyla tanımlayayım. Elimizde bir hedef var; bu hedefi başarmak için 100 birime ihtiyacımız var; elimizde ise sadece iki birim var. Aradaki 98 birimin tamamlanması imkansız gibi görünüyor. İşte bu eksik olan 98 birim tamamlanabilirse mucize gibi bir şey olmuş olur. Mucize gibi tanımlanabilecek sonuçlara örnekler vereyim: Üniversitede notları ortalama bir öğrencinin Harvard Üniversitesi’nin yüksek lisansına kabul edilmesi; motosiklet kazası geçirmiş ve felç olmuş ‘hayatın boyunca koltuk değnekleriyle yürüyeceksin’ dedikleri birinin yürümekten öteye dünyanın en iyi dansçılarına ve sporcularına kaslarını nasıl kullanacaklarına ilişkin örnek olacak bir sağlığa kavuşması, üç yüz kişilik bir bölükle, yüz bin kişilik bir ordunun mağlup edilmesi, bir saat içinde iki yüz kilometre ötede bir yere elden bir belge teslimi ve benzeri.

Yaşamlarında bu tür olağanüstü sonuçlar alanların özelliklerini şöyle sıralayabilirim.
Birincisi kendileri için mucizenin ne olduğunu tanımlamışlar. İnsanlara yaşamınızda bir mucize olabilecek olsaydı, bu ne olsun isterdiniz diye soruyorum. Çoğu zaman yanıt alamıyorum. Dolayısıyla yaşamımızla ilgili ne olursa mucize deriz sorusunun cevabını vermeden bu mucize olmayacak. İkinci olarak bu mucizenin olacağına inanacaklar. Daha önce belirttiğim gibi inanmayanların başına mucize gelmiyor. Üçüncü olarak ne kadar anlamsız görünürse görünsün çaba gösterecekler. Elinizde sadece üç yüz asker de olsa ve karşımızdaki ordu yüz bin kişilik de olsa, o sıra yapılabilir en akıllıca şey ne görünüyorsa onu yapmak gerekiyor. Başkaları bizimle alay da etse, her çabamız ret ile de karşılaşsa hiç vazgeçmeden çalışmak gerekiyor. Dördüncü olarak bu mucizenin olabilmesi için herkesten fazla çalışmak gerekiyor. Herkes kadar çalışarak mucize olmuyor. Beşinci ve en azından benim öğrenebildiğim kadarıyla bir mucize için en önemli olansa yardım etmek. Ancak başkalarının yardımı, desteği ve anlayışıyla bizim mucizemiz gerçekleşecekse, biz de başkalarının yaşamındaki mucizelerin ve olumlu şeylerin ortaya çıkması için yardım etmeliyiz.