20.12.09

Kimler Marka Olamaz?

Hikayesi olmayan marka olamaz. Fark edilecek bir yönü olmayan marka olamaz. Müşterisine arka çıkmayan marka olamaz. Paralı ya da parasız reklam yapmayan marka olamaz. Çalışanı işini sahiplenmeyen maka olamaz. Can sıkıcı olanlar marka olamaz.

Marka Konferansı'nın onuncusu düzenlendi. İlk dört yıl üst üste bu toplantıya katıldığımda kendim için oldukça ilginç bilgiler toplamıştım. Sonraki yıllarda asistanlarımı göndererek konferansta sunulan bilgileri edinmeye çalıştım. Konferans günü ben de eğitimde olduğum için asistanım Şule Genç'in programa katılmasını sağladım. Konferans’ın bitişinden hemen sonra buluştuk ve neler olduğunu sordum.

Şule’nin konferansla ilgili ilk yorumu size ilginç gelebilir: "Marka Konferansından çok bir Marka Partisi idi." Ayşegül Yürekli'nin organize ettiği bu toplantı için bu yorumu duymak aslında normaldi. Ayşegül Hanım ve ekibi, yıllardır modern pazarlama kavramlarını iyice sindirmiş olmalılar. Bugün markalaşma çok önemli ölçüde etkileşimi ve eğlenceli olmayı da içeriyor. Bir marka eğlenceli olabildiği ya da can sıkıcı olmadığı ölçüde hızlı tutunuyor. Marka konferansı ilk başladığı yıllardan beri çok rağbet görüyor. Bunun nedenlerinden bir tanesi de hem ayrıntılara hem de eğlenceye önem verilmesi. Elbette bir konferansın en önemli özelliği, yeni bilgilerin sunulmasıdır. Onu da dünya çapında uzmanlar, danışmanlar ve yöneticilerle yapmaya çalışıyorlar.

Marka Konferansı'nın daha önceden tanımlanmış bir konuşmacı listesi olmasına rağmen sıra dışı bir şekilde birçok sürpriz isim de bu yılki etkinliğe katılmış. Hülya Avşar ve İclal Aydın gibi isimler de Marka Konferansı'nda görünen sıra dışı isimlerden. İnsanın aklına neden böyle bir şey yapıldığı geliyor. Neden bu kadar markalaşmış iki isim, programda yer almadığı halde, programa dahil ediliyor? Bunun birçok nedeni vardır; ama benim yorumum sonucuyla ya da "Müşteri Sadakati" ile ilgili olacak. Belirli bir işle ilgili standartları sağlarsanız müşteri memnuniyeti yaratırsınız. Ama müşteri beklentilerini aşarsanız Müşteri Sadakati yaratırsınız. Bu restoranlarda sipariş etmediğiniz halde gelen ve ücreti alınmayan ikramlar gibidir.

Konferansta Dean Aragon ve Guy Murphy, "Marka Ego"sundan söz etmişler. Bugün Türkiye'de birçok marka ve markanın yöneticisi, komik ve anlamsız bir böbürlenme içindedir. "Biz şöyle büyüğüz, biz böyleyiz" diye hem kendi aralarında hem reklamdan tutun üretime kadar her türlü tedarikçiye kocaman bir fil egosuyla yaklaşırlar. Bu fil egosunun yoğun olduğu tutum insanları ve tedarikçileri kırarken yeni fikirlerin ve mantıklı eleştirilerin de gelmesini de engeller. Jonathan Bank'in Türkiye'deki tüm girişimcileri ilgilendiren bir tespiti var. Ucuzluk markaya hareketlilik getirir; ama farklılaştırmaz. Birçok marka fiyatla oynayarak kendini farklılaştırmaya çalışıyor. Ama insanlar, ucuza değil, farklı ve kaliteli olana yöneliyorlar. Tüm ülkelerde gelir piramidinin en alt ve geniş olan diliminde düşük gelirliler yer alır; onlara hitap edebilmenin yolu gerçekten de ucuz olmaktır. Ne var ki, bir şey çok ucuzladığında o markanın gerçek alıcıları markayı terk ederler.

Martin Roll isimli bir konuşmacı, Singapur Hava Yolları'nı neden bir marka olarak beğendiğinin altını çizmiş: Bir yolculuk sırasında bir bebek avazı çıktığı kadar ağlıyor. Hosteslerden biri, bebeği annesinden alıyor ve hostes kabinine götürüp pışpışlayıp uyutuyor. Normalde bir hostesin görevi, ağlayan bir bebeği susturmak değildir; iş tanımında yazmaz. Ama markasıyla ve müşteri hizmeti özdeşleşmiş bir hostes iş tanımına bakmaz. Stefan Segmeister, yaptığı konuşmada 7 yıl çalışıp 1 yıl dinlendiğini/kendini yenilediğini anlatmış. Bence ilginç. Ama toplum ortalamasının çok üstünde.

22.11.09

Kalkmak İçin Düşmek Gerek!

Artık çok yaramaz bir öğrenciydi. Sürekli olarak eşek şakaları yapardı. Bir keresinde sınıftaki öğretmen sandalyesinin üstüne zamk sürmüştü. Hoca derse geç kalınca başka bir öğrenci öğretmenin taklidini yapmak için öğretmenin yerine oturunca bir daha sandalyeden kalkamamıştı. Pantolon sandalyeye yapışmış çocuk sandalyeden kalkabilmek için pantolonunun o bölümünü kesmek zorunda kalmıştı. Bu işi Artık’ın yaptığı öğrenilince, Artık “öğretmenin arkadaş sizin taklidinizi yaparak sizinle alay edecekti. Ben de ona bir ders vermek istedim.” diyerek bir de üste çıkmayı başardı. Artık aynı zamanda sürekli top peşinde koşan, hiç ders çalışmayan bir çocuktu. O güne kadar sınıfları kopya çekerek ya da öğretmenlerin hoşgörüsüyle geçmişti. Her yıl en az üç dört dersten bütünlemeye kalıyordu. Bütün yaz da o bütünlemelerin telaşıyla geçiyordu. Lise birinci sınıfa gelince işler iyice ters gitti. Bütün derslerden kalmıştı ve o yılki kural gereği, sınıf tekrarı yapması gerekiyordu. Kendi sınıf arkadaşlarından kopacaktı. Artık bu sonucun oluşacağını elbette biliyordu; ama inanmak istememişti. Sınıfta kalınca hem kendisi, hem de ailesi çok üzüldü. Ama bu gerçeği değiştirmek mümkün değildi. Artık ilk kez bir yaz tatilinde ders çalışmadan ve bütünleme sınavlarına hazırlanmadan rahat bir tatil yaptı. Tatilin sonunda, “Keşke ben her yıl dersleri okul döneminde versem, yazın da rahat rahat tatil yapsam.” diye düşündü. Her gün sistemli bir şekilde ders çalışıyor ve sınavlarda sınıfın en iyi notlarını alıyordu. Artık değişmişti. Kalkabilmek için düşmek gerekiyordu.

**

Bora ile Pınar, mutlu bir çift gibi görünüyordu. Güzel bir evleri vardı. İkisi de çalışıyordu. Sabah işe gidiyor; akşam işten geliyorlardı. Yıllar böyle geçti. Yaşamları iyice sıradanlaştı. Ev, iş, alışveriş derken günler birbirinin aynısı şeklinde geçiyordu. Özellikle Bora bir şeylerin ters gittiğini düşünmeye başladı. Her şey iyi gibi görünüyordu; her şeyin normal gitmesi Bora da bir şeylerin ters gittiği fikrini uyandırmıştı. Bora’nın bir asker arkadaşı, ısıtma endüstrisinde iyi iş var dedi ve yeni teknoloji bir ısıtma cihazını üretip satmak için Bora’ya ortaklık teklif etti. Bora maaşlı çalışıyordu. Girişimci olmayı hiç düşünmemişti. Arkadaşı işi öyle güzel anlattı ki, Bora sonunda işten ayrılıp bu ısıtıcı üretimi ve satışı işine girmeye karar verdi. Bir önceki yıl Türkiye’de bir şirket, ısıtıcı işinden trilyoner olmuştu. Düşük maliyetli bir ısıtıcı yapacaklar ve onunla çok para kazanacaklardı . Birikmiş tüm paralarını bu işe yatırdı. Üç ay sonra ilk mallarını piyasaya çıkardılar. Ne var ki, piyasa bekledikleri gibi değildi. Ne kendileri ne de başka ısıtıcı üreticileri ısıtıcı satamıyorlardı . Havalar bir türlü soğumuyordu. İnsanlar değil, evde ısıtıcı kullanmak kapı pencere açık oturuyorlardı . Bora masraflara çok uzun süre katlanamadı. Para bitmişti. Ortağıyla işi kapatmak zorunda kaldılar. Bu süre içinde Bora depresyona girmişti. Bütün bu süreçte Pınar kocasına destek olmuştu ve yaşadığı başarısızlıktan ötürü onu suçlamamıştı. Evin gelirini Pınar sağlıyordu. Bora işe yaramamaktan ve başarısızlığından ötürü çok rahatsızdı. Bunalımı ilerledi ve bir gün avucuna aldığı hapları tam ağzına atacaktı ki, Pınar mutfakta onu gördü ve “Ne yapıyorsun!” diye bağırdı. Bora elindeki hapları bıraktı; ağlamaya başladı. Bora ve Pınar bir psikiyatri doktoruna gittiler. Pınar, Bora’yı teselli edebilmek için ona sürprizler yapıyor; eskisine göre çok daha fazla ilgi gösteriyordu. Nişanlılık dönemi tadında bir ilişki düzeyini yakaladılar. Bora yeniden bir işe girdi, birkaç ay sonra eski sıradan hayatlarına dönmüşlerdi. Bora artık sıradan yaşamlarından hiç şikayet etmiyordu. Bir şeylerin değerini anlamak için bazen kaybetmek gerekiyordu.

21.11.09

Ne Olmak İstiyorsunuz?

İnsanın ne ölçüde dürüst olduğu, kendini yalnız sandığında anlaşılır. İnsanlar, büyük bir şey çalmakla küçük bir şey çalmanın ikisinin birden hırsızlık olduğunu farkında değildir.


Trabzonlu bir okurumun babası soruyor: “Dürüstlük eğitimi verilebilir mi?” Kısa bir an düşünüp kurs yaparak dürüstlüğü öğretmenin çok zor olduğunu söylüyorum. Çünkü dürüstlükle ilgili sorunların birçoğu çocuklukta kök buluyor.

7 yaşında ilköğretim öğrencisi bir çocuk otobüse binerken bilet atmalı mıdır, atmamalı mıdır? Fiili uygulama da birçok anne-baba çocuğuna bilet parası ödemeden otobüse / metroya / vapura biniyor. Çok fazla kabul etmek istemesek de aslında, kamusal bir malı belirli ölçüde çalmış oluyoruz. Marketten alışveriş yaparken izin almadan fazladan poşet alıyor muyuz? Taşıma ihtiyacının dışında ve izin almadan poşet aldığımızda yine belirli ölçüde bu poşeti çalmış oluyoruz. Bütün bunları gören çocuk da farkında olmadan nasıl davranılması gerektiğini öğreniyor. Ancak bu öğrenme, davranışı kapsarken, davranışın niteliğini kapsamıyor. Çocuk, tıpkı anne-babası gibi bu davranışın dürüst bir davranış olup olmadığını sorgulamıyor. Benzer şekilde büyüyen çocuk, sonunda okuldan mezun oluyor. Okuldan yeni mezun olan çocuk okulu bittiği halde öğrenci kimliğini kullanarak, öğrenci indiriminden yararlanıyor ve bunu yaparken hala belirli ölçüde hırsızlık yaptığının farkında değil.

Dünyanın dört bir tarafında önemli olduğunu sandığımız meseleleri konuşurken, en önemlilerini ıskalıyoruz. Birçok anne-babanın çocuklarıyla ilgili amacı, çocuklarının bir meslek ya da iş sahibi olarak para kazanmaları. Çocuk da benzer bir şekilde bir baltaya sap olmak istiyor. Birçok öğrenci üniversite tercihi yaparken, istediği mesleği değil, çok para getirecek olanı tercih ediyor. Anne-baba da ilginç bir şekilde çocuğunun kendisine çok para getirecek mesleği tercih etmesini onaylıyor. Hatta daha az gelirli olabilecek meslek tercihlerini reddediyor. Çünkü günümüzde birçokları için yaşamın temel amacı para yoluyla sahip olmaktan ibaret.

Neredeyse hiçbir anne-baba görmedim ki, farkında olarak ve vurgulu bir şekilde çocuğunun “iyi bir insan” olmasını istesin. Aynı şekilde neredeyse hiçbir genç görmedim ki, ne olmak istiyorsun diye sorduğumda “İyi bir insan olmak” istiyorum desin.

Şimdi başka bir şeyi sorgulayalım; sahip olmak ile iyi bir insan olmak arasındaki fark nedir? Sahip olmak demek, insanın dışarıdaki varlıkları kendisine bağlamasıdır; iyi bir insan olmaksa insanın içten bir dönüşüm geçirmesidir; iyi bir insan olmak, insanın niteliğidir. Sahip olduklarımızı bu dünyada bile bir yerden bir yere taşımak çok zor; evleri, arabaları, elbiseleri örneğin Türkiye’den Amerika’ya gidecek olsanız çok zor götürürsünüz ya da götüremezsiniz. Kefenin cebi olmadığı için öte aleme de gitmiyor. İyi bir insan olma niteliğini ise tamamen çıplak dahi olsak dünyanın her yerine kolayca götürebilirken, öte aleme de taşıyabiliyoruz.

Buraya dürüstlük tartışmasından örneklerle gelmiştik. Çok kimsenin bağlantı kuramadığı şey şudur. Otobüse bilet atmadan binmenin hırsızlık olduğunu fark eden bir çocuk, ders çalışması gerektiği halde yararsız başka işlerle uğraşmasının bir tür kendi zamanını çalmak olduğunu düşünebilir. Hz. Peygamberimiz (S.A.S) dürüstlükte eşi olmayan bir insandı; onun için Muhammed-ül Emin lakabıyla tanınmaktaydı. Bugün çocuklarımızı üniversite sınavına hazırlamadan önce, dürüst ve iyi bir insan olarak yetiştirmeliyiz. Dürüst ve iyi bir insan üniversite sınavına zaten gereği gibi hazırlanacaktır.

9.11.09

Yüksekte misiniz, Alçakta mı?


İnsanlar yaşlanıyorlar; ama olgunlaşmıyorlar. Kucaklamayı, hoş görmeyi ve sabretmeyi öğrenemiyorlar. Kızıyorlar; suçluyorlar, parmakları kabahatli olarak hep başkalarını gösteriyor; yetmiyor bazen yumruklarını sallıyorlar. Bazen haklılar da. Karşılarındaki kişi kendilerini delirtiyor.

Ne var ki, başka bir yol var. Sinirden delirmek, sürekli başkasına kızıp onu suçlamanın, tartışmanın dışında bir yol var.

Ahmet Bey, araba sürerken aniden sağ sokaktan bir araba üstüne fırlıyor; neredeyse kaza olacak yan sokaktan fırlayan arabanın içindeki yaşlıca sürücü kadın açık bir şekilde hatalı. Ahmet Bey pencereyi açar ve bağırır: "Allah cezanı versin kadın, sokaktan ana yola böyle mi çıkılır!"

Adam kurt gibi acıkmış bir şekilde akşam eve gelir; hayalinde harika bir yemek vardır. Ancak karısının yemek için eti pişirdiğini ama yemeğin yanına pilav ya da makarna gibi tamamlayıcı bir şey hazırlamadığını fark eder. Açlıktan gözü döner ve karısına bağırır: "Kadın, bütün gün evde oturuyorsun, akşam eve geliyorum, bir yemek hazır değil. Ne iş yapıyorsun sen bu evde!"

Otobüs oldukça doludur. Yeni binen yolcular, ortadaki bir öğrenci grubu sohbete dalarak ilerlemediği için önde sıkışıp kalırlar. Yeni binen bir amca, çocukların sohbet edip ilerlemediğini görünce kızar: "Katır tepesiciler, yürümek için illa otobüse bir katırın binip sizi tepmesi mi lazım?" Çocuklardan biri: "Yoo, amca. Sen de binsen olur." deyince adam bastonunu çocuğa doğru sallamaya başladı. "Yol açın da şu çocuğun hakkından geleyim."

Ahmet, Hasan ile buluşacaktır. Ne var ki, Hasan geç kalır. 10 dakika, 20 dakika geçer ama Hasan gelmez. Hasan’a telefon açar. Hasan telefonu meşgule alır. Bu arada 30 dakika geçer. Ahmet, beklediği için iyice kızar. Buluşma saatinden 35 dakika sonra Hasan gelir. Ahmet gözlerinden ateş çıkarak: "Sen ne biçim bir insansın, geç kaldığın yetmiyormuş gibi haber de vermiyorsun."

Beş yaşındaki Osman’ın ailesi Ömerlere misafirliğe gitmiştir. İki çocuk oyun odasında bir treni paylaşamamaktadır. Osman, "bırak biraz da ben oynayım" der. Ömer de "deminden beri sen oynuyorsun." diye karşılık verir. Ardından Osman, Ömer’in elindeki treni almaya çalışır. İki çocuk birbirlerine girerler.

Bir anne-baba çocuğu bir kusur işlediğinde onun çocuğu olduğunu bilir ve eğilerek çocuğunu kucaklar. Eğilip kucaklayabilmenin bağışlayabilmenin sırrı, daha yüksekte olmaktır. Onun için yaşından bağımsız olgunlaşmış insanlar, diğer insanlar yüksektedir. Yüksekte oldukları için kucaklamayı bilirler.

Onlar için sokaktan fırlayan yaşlı bir kadın soför sadece kararlıdır. Eşleri yemeği hazırlayamadıysa kalkıp ona yardım ederler. Otobüstekiler ilerlemiyorsa "Çocuklar sohbeti bırakıp ilerler misiniz?" derler. Geç kalmış birisinin mutlaka bir nedeni vardır. Arkadaşları bir oyuncağı vermiyorsa, başka bir oyuncakla da oynayabilir. Ancak eğer yükselemiyorsa karşısındakiyle bir tür güreş müsabakasına girer. Yaşamımızdaki gerilimi düşürmenin aklen, zihnen ve bedenen ilerlemenin yolu yükselmektir. Sadece güçlü olanlar bağışlayabilir; sadece yüksekte olanlar kucaklayabilir.

Görsel kaynağı: http://www.flickr.com/photos/martinturner/4084752183/

15.8.09

İnsan İştahlı İnsan

Nurhan'ın ailesi, Nurhan'ın bütün becerilerinin ortaya çıkmasını istiyordu. İlkokul ikinci sınıfta Nurhan'ı bir mandolin kursuna gönderdiler. Nurhan mandolin ile ikinci ayın sonunda ünlü "Love Story" filminin şarkısını çalabiliyordu. Ailesi Nurhan'ın bu performansına hayran olmuştu. Annesi bir arkadaşını ziyaret ettiğinde, arkadaşının kızının kendi kategorisinde yüzme madalyası aldığını öğrendi. Eşiyle görüşerek Nurhan'ı da bir yüzme programına yazdırdı. Üç ay sonra Nurhan küçük bir yarışmada ikinci oldu. Annesi-babası yine çok mutluydu. Bu arada babası bir dergide evde bir hayvan beslemenin çocuklarda sosyal becerileri geliştirdiğini okudu. Nurhan ile evcil hayvanların satıldığı bir dükkana gittiler; Nurhan'a beğendiği bir köpeği aldılar. Ona "Köpük" adını verdiler. İlk başta Köpük'e bakmak çok zor oldu. Çünkü hayvana evde nereye dışkılayacağını öğretemediler. Köpük bir insan gibi sözden anlamıyordu. Bir gün evdeki halıya katı dışkısını yapınca, annesi babasına "Bu hayvanı getirmesini bildiğin gibi, pisliğini temizlemesini de biliyor olmalısın." dedi. Babası da Nurhan'a "Kızım, Köpük'ü senin sorumluluk duygunu geliştirmesi için aldık; sen temizlemelisin." dedi. Nurhan, hiç sitem etmeden halıyı temizlemeye başladı.

Nurhan, her sabah erkenden ve akşamda okuldan gelince köpeği gezdiriyordu. Ancak köpeği gezdirmek için sabah oldukça erken kalkıyordu. Aksi takdirde okula yetişemiyordu. Bu arada mandolin çalışması gerekiyordu. Öğretmeni bir sürü ödev veriyordu. Her gün yarım saat çalışması gerekiyordu. Nurhan çok çalışkandı ve ödevini yapmak için çok çabalıyordu. Bu arada hem okulun derslerini yetiştirmek, hem mandolin çalışmak, hem de köpeği gezdirmek Nurhan'ın tüm zamanını alıyordu. Hafta sonu da yüzmeye gidiyordu. Derken okuldan bir yazı geldi. Okulda hafta sonu öğleden sonraları, küçük bir ücret karşılığı takviye ders verilecekti. Nurhan'ın anne-babası da "Aman kızımız geri kalmasın" diyerek bu derslere de kayıt yaptırdılar. Böylece Cumartesi sabahları, Nurhan önce köpeği gezdiriyor, ardından yüzmeye gidiyor; sonra da okulun takviye derslerine gidiyordu; dönünce de köpeğini gezdiriyordu.

İlkokul dördüncü sınıfa geldiğinde sınıf arkadaşlarından bir tanesi olan Mahir, kendi şehirlerinde satranç şampiyonu olmuştu. Mahir'in başarısı tüm okulda konuşuluyordu. Bütün sınıf arkadaşları, Mahir ile aynı sınıfta olmaktan gurur duyuyordu. Nurhan, Mahir'in en az kendisi kadar meşgul olduğunu biliyordu. Kendisi de çok meşguldü ama ne müzikte kayda değer bir başarısı vardı. Ne de yüzme de şehir çapında bir başarı elde etmişti. Köpük'e de yeterince zaman ayıramıyordu. Onu her sabah ve akşam gezdiriyordu; ama evdeyken müzikle uğraştığı için ya da ders çalıştığı için onunla tam ilgilenemiyordu. Bir teneffüste Mahir'in yanına gitti ve satrançtaki başarısının sırrını sordu. Mahir de "Basit bir numaram var. Yaptığım işe bir hayvan gibi yaklaşıyorum." dedi. Nurhan bu cevaba çok şaşırdı, "nasıl yani?" dedi.

"Çok basit. Hayvanların bir numarası vardır. İki tane değil. Örneğin, kaplumbağanın evi sırtındadır. Köpekler çok iyi koku alır. Baykuşlar gece görebilirler. Yarasalar sonar sistemiyle ilerler. Çitalar çok hızlıdır. Kaplanlarda çok yırtıcıdır. Zürafaların boyu da çok uzun. Filler çok büyüktür. Ama bu saydıklarımın hiçbiri iki işi aynı anda yapmazlar. Örneğin Baykuş hem gece görüp hem de yılan gibi sokmaz. Filler çok büyüktür ama Çitalar gibi hızlı koşmazlar. Kaplumbağaların evi sırtındadır ama köpekbalığı gibi yırtıcı dişleri yoktur. Köpekler çok iyi koku alır; ama kirpi gibi dikenleri yoktur."

"Bütün bunların senin satranç başarınla ne ilgisi var?"

"Ben bir tek satrançla uğraşıyorum. Babam bana tenis de oynamamı önerdi; aynı zamanda ata binmemi de ve bir yabancı dil kursuna gitmemi de. Ekonomik durumumuz da bütün bu kursları karşılamaya müsait. Açıkçası benim de ilgimi çeken konularda kurslardı bunlar. Ama hayvanları başarılı kılan tek bir iş yapmaları. Ben de tek bir işe kafayı takarsam, bunda başarılı olabileceğime inandım. İlkokul birinci sınıftan beri satranç oynuyorum. Oyunu zevkle oynuyorum ve daha uzun yıllar, belki de dünya şampiyonu oluncaya kadar sürdürmeyi düşünüyorum. Ama eğer ikinci bir işe elimi atsam başarısız olurdum. Başarılı olmak için komik ama hayvan gibi davranmak lazım. İnsan gibi olunca çok cephede savaşıp kaybediyoruz. Hani konudan konuya atlayanlara derler ya 'Maymun iştahlı', bu söz gerçeği yansıtmıyor; asıl 'insan iştahlı' demek lazım. Çünkü sıradan bir insan odaklanmayı bilmiyor."

7.8.09

Tünel Bakış Açısı

İnsan psikolojisi oldukça ilginç çalışıyor. Özellikle çocuklar ve gençler bazen yaşadıkları küçük dünyayı büyük dünya zannediyorlar. Örneğin, bir genç kendisini yetersiz hissediyor. Çevresindekiler de verdikleri olumsuz geribildirimlerle gencin bu düşüncesini destekliyorlar. Aslında söz konusu genç sıradan performansın biraz üstünde performansa sahip. Ama bunu fark edecek durumu yok.

Bir tüneli içinden, dünya ne kadar görünürse o kadar görünüyor. Yeterince ışık ve hava yok.

Bazen de iki kardeş arasındaki sorunlar da aynı şeye yol açıyor. Altlı üstlü ranzada kalan iki kardeş, birbirleriyle iyi de geçinebilirler; kötü de. Hepimiz birbirimize benzemek zorunda değiliz. Ama farklılıklarımız da bir geçimsizlik kaynağı olmak zorunda değil. Öyle olduğunda da bu dünyanın çok küçük bir parçası.

Bazen bir spor turnuvası, bu turnuvadaki insanlar için hayatın en önemli noktası oluyor. Bir satranç turnuvasında, bir anne maça girerken şöyle sesleniyor: "Bu maçı kaybedersen eve giremezsin." Halbuki sayısız çocuk var ki, hayatlarında bir satranç taşına bile dokunmamış. Ya da sayısız turnuva yapılıyor. Birinde başarılı olamazsan bir başkasında başarılı olabilirsin.

Üniversite öğrencileri de bazen tünel bakış açısına kilitleniyorlar. Okulda işler iyi gitmiyor; aileleriyle işler iyi gitmiyor; sosyal yaşamlarında işler iyi gitmiyor. Aslında birkaç küçük değişiklik ve çabayla iyi de gidebilir ama onlar tünel bakış açısına kilitlenmiş şekilde başka hiçbir şeye bakamıyorlar.

Bir lise öğrencisi hormonlarının etkisiyle bir genç kıza ya da genç erkeğe aşık oluyor. Bir şekilde arkadaşlık etmeye de başlarsa bu ilişkideki tüm sorunlar, dünyanın en büyük sorunlarına dönüşüyor. O kadar ki, bu gençler, başka hiçbir şeyi düşünemiyor. Afrika'daki açlık, Ortadoğu'daki savaş, Türkiye'nin ekonomik sorunları ya da yaşamın bin bir türlü güzel yüzü, güzel bir şiir ya da güzel bir şarkı veya güzel bir yemeğin lezzeti, sahip olduklarımızın güzellikleri veya değişik fırsatlar gündeme giremiyor.

Tünel nedir? Tünel, bazen bir dağın içinden geçer ve bir kestirmedir. Eğer çok uzunsa ve biz çok yavaşsak diğer arabaların tozu, egzoz dumanı bize o tüneli yaşanmaz hale getirir. Bir yol bulup çıkmak da çok zor olabilir. Bazen bir tünel bacası bizi rahatlatır. Bazı tüneller de bir boru formundadır. İster bir dağın içinde olsun; ister boru formunda olsun tünelin dışında koca bir dünya vardır.

Bazı tüneller yılan gibi dolanır dururlar. Tünelin ucundaki ışık da görünmez yani. Tünel bir iki aydınlatma biriminin ışığıyla loş kalır. Böyle durumlarda insan, çok az ışık geldiği için dış dünyayı tamamen unutur. Onun için aklı başında insanlarla takılmak ve zaman geçirmek, tünel bakış açısının belki de en önemli panzehirlerinden biridir.

Dışarıda koca bir dünya var. Bizim küçücük dünyalarımızın kocaman zannettiğimiz minicik sorunları bize fark ettirmese de dışarıda koca bir dünya ve bu dünyanın sonsuz rengi ve lezzeti var.

Tünel bakış açısına kilitlenenlerdenseniz, ister bir baca açarak, ister bir kazmayla bu tüneli kırarak, isterse koşar adım tünelin sonuna varmak için koşarak harekete geçmek ve büyük dünyanın sonsuz ışığına ulaşmak gerek.

26.7.09

Farkındalık ve Sorun Avcılığı

Spot: Her insan ilginç bir şekilde kendinin fanatiğidir; mantıksız da olsa kendinin fanatik taraftarıdır ve tamamen hatalı ve yenilmiş olsa da, yenilmediğini iddia eder. Fanatik kendini iyileştiremez.

Bir yere geç kaldığımız için sorun yaşıyorsak, planlama becerilerimizde ve zaman kullanma alışkanlıklarımızda sorun var demektir. Birçok insan bir yere geç kaldıktan sonra, eğer gittiği yere kabul edilmişse geç kalma olayını sorgulamadan yaşamına devam eder. Halbuki insan geç kalma olayını iyice sorgulasa yaşamında devrim yapabilecek bir sürü şeyin farkına varır. Gittiği yere geç kalan kişinin (eğer geç kalma rutine dönmüşse) verdiği sözleri tutmakla ilgili bir sorunu vardır. Ayrıca sözlerini yerine getiremiyorsa, bir sürü insanla da sorun yaşıyordur. O sorunları da birer birer inceleyecek olursa kendini geliştirecek birçok fırsatın farkına varır.

Kişisel gelişim nereden başlar sorusunun birçok yanıtı olsa da, en önemli yanıtlardan bir tanesi, insanın kendisinin farkında olmasından başlar. İnsanın kendini geliştirmesi, olumsuz özelliklerini ortadan kaldırırken, olumlu özelliklerini pekiştirmesi anlamına gelir. Diğer bir deyişle, iyi yaptığımız ve olumlu sonuç getiren davranışlarımızı çoğaltacağız ve olumsuz sonuçlar getiren davranışlarımızı (bazen de yapmadıklarımızı) değiştireceğiz. İşe, değiştirmemiz gereken davranışlarımızdan başlayabiliriz. Ne var ki, çok az kişi değiştirmesi gereken davranışların farkındadır. İnsan her zaman her durumda kendini haklı görme eğilimi gösteriyor. Dolayısıyla kim bir sorun yaşarsa yaşasın kendi açısından sorunu değerlendiriyor ve karşı tarafı haksız buluyor. Sorunu düşündüğü ya da başkasına aktardığı zaman da kendi açısından görüyor ve kendisinin haklı olduğuna ilişkin deliller yetersiz de ve mantıksız olsa da, o delil kırıntılarını kendini haklı çıkarmak için kullanıyor.

Kendimizi geliştirmek için sorunları samimi bir şekilde masaya yatırmalıyız. Bir sorunu masaya yatırabilmek için, bir sorun avcısı gibi yaşamımızdaki irili ufaklı sorunları belirlemek için bir çaba içine girmeliyiz. Ardından bir dizi sorun yakalarız. Okulda olumsuz sınav neticeleri, işyerinde yetiştirilmemiş işler, arkadaşlarla ya da ast-üstlerle ve aile üyeleriyle sorunlarımız olabilir. Birisiyle ilişkimizde bir sorun varsa, o soruna az ya da çok bizim de katkımız vardır. Dolayısıyla yaşamımızda herhangi bir konuda yaşadığımız sorunu samimi bir şekilde incelediğimizde, o sorunun bir davranışımızın ya da yapmadığımız bir davranışın sonucu olarak o sorunun ortaya çıktığını görürüz. İlişki sorunlarının dışında performans sorunları da olabilir. Diyelim ki, dersler kötü gidiyorsa ya da raporlar yetişmiyorsa, olasılıkla bu kötü gidiş bizim tembelliğimizin, zamanı iyi kullanamamamızın; yanlış bölümde çalışıyor – okuyor olmamızın, önceliklerimizi belirlemede başarısız olmamızın bir sonucu olabilir. Dolayısıyla her sorunu ameliyat masasına yatırdığımızda sorunun içinde kendimizi buluruz.

Bazı yazarlar ve danışmanlar, her şeyin insanın içinde olduğunu düşünüyor. Her şey insanın içinde değil. İnsanın içindekiler dış dünya ile ilişkiye girdiğimizde ortaya çıkıyor. Bir dağa tırmanmaya kalktığınızda kararlılık düzeyiniz, dağa bir ekip olarak çıkıyorsanız arkadaşlarınızla uyum beceriniz ortaya çıkıyor. Bir arkadaş toplantısına gittiğinizde giyim kuşam seçiminizin doğru olup olmadığını, orada yeni tanıştığınız insanlarla bir sohbet başlatıp başlatamadığınız da ortaya çıkıyor. Başlattığınız sohbetler, birden bire şiddetli bir tartışmaya ve iddialaşmaya dönüşüyorsa orada bir ilişkiyi makul bir düzeyde tutamadığınıza ilişkin bir işaret oluşuyor. Dışarıya çıktığımızda kendimizi tanıyoruz.

Birçok insan hastalandığı zaman ilaç içip onu iyileştirmeye çalışıyor. Hastalıkların neredeyse tamamı, bizim yaşam şeklimizden (yeme içme alışkanlıkları, stres düzeyi, spor yapma/yapmama) kaynaklanıyor. Vücuttaki ağrılar, acılar, şişler, ateşlenmeler, kızarıklıklar bizim yaşam şeklimizdeki hataların habercisiyken, günlük yaşamdaki tartışmalar ve sorunlar bizim kişiliğimizdeki ya da davranışlarımızdaki hataların habercisidir.

9.7.09

Küçük Beyza'dan Hayat Dersleri: En Süper Anne, Benim Annem

Spot: Yaşamda bir çok insan neyin değerli, neyin değersiz olduğunu şaşırıyor. Dikkatimizi ve enerjimizi değerli olana odaklamakta Küçük Beyza’dan öğreneceklerimiz var.

Elazığlı 10 yaşındaki Beyza Yıldırğan’ın ödüllü kompozisyonunu paylaşmak istiyorum:
Yağışlı karanlık bir gece geçirdiğimiz kaza küçücük mutlu ailemizin üstüne bir kabus gibi çöktü. Kazadan ben ve babam burnumuz bile kanamadan kurtulurken, anneciğim maalesef ağır bir şekilde yaralandı. Onu bana uzun zaman göstermediler. Nasıl göstersinler ki yaşama şansı sadece yüzde yirmiymiş. Ağır bir iç kanama geçiriyormuş. Bu nedenle annemin yanında sürekli kalan ve onu en çok gören kişi anneannemdi. Bense dedemle birlikteydim. Sürekli hastaneye gidiyor ama çoğu zaman annemi görmeden dönüyordum. Dedem inanılmaz fedakârlıklar yapıyordu benim için ama onun yerini hiçbir şey dolduramıyordu. Ona en çok ihtiyaç duyduğum bir zamanda onsuz büyüyordum, az değil altı yıl. O günlerle ilgili ilk aklıma gelen kaza sırasında annemin ayağından fırlayan botuna sahip çıkmış ve ona sıkı sıkı sarılmış olduğumdu. Hastanedeydik, polis amcalar elimden botu almaya çalıştıkça daha çok sarılıyor annemin, annemin deyip ağlıyordum.

Bir gün yine hastaneye gittik, ben yine içeri giremedim. Çok huzursuzdum. Dedem beni birilerine emanet etti ve içeri girdi. Bir süre arkasından üzgün gözlerle baktım. Birden bir kedi dikkatimi çekti. Bembeyaz tüyleri, kahverengi gözleri olan bir kediydi. Her şeyi unuttum uzun bir süre onunla oynadım. Saatler su gibi akmış; ben ise farkında bile olmamıştım. Sanki birileri anneciğime duyduğum özlemi dindirmek için onu özel olarak yollamıştı. Derken dedeciğim geldi elimden tuttu eve doğru yürümeye başladık. Kedicik bizi birkaç sokak takip etmişti. Sonra gözden kayboldu. Hüzünlenmiştim. Birden kendimi toparladım. Ben üzülürsem annem hissedebilirdi. Dedem hep öyle diyordu ya… Yemeğini yemezsen annen üzülür. Ağlarsan annen üzülür. Üzülmeyecektim çünkü annemi o kediden daha çok seviyordum. Yine bir gün hastane dönüşü evdeydik. Her zamanki gibi sadece dedem ve ben… Birden elektrikler kesildi. Öylesine karanlıktı ki… Annemin olmasını çok istedim o anda… Durumu fark eden dedeciğim aceleyle bulduğu mumu yaktı. Gölgelerin ilgimi çektiğini görünce bana gölge oyunları yaptı. Yarı karanlık odada kah duvarda bir köpek beliriyor, kah kanat çırpan bir kuş… İnanılmaz güzeldi. Günlerdir bu kadar güldüğümü ve mutlu olduğumu hatırlamıyorum.

Bir sabah dedemin telaşlı bir şekilde beni kaptığı gibi hastaneye götürdü… O gün bizi içeri alırken hiç zorluk çıkarmadılar. Yukarı çıktık çığlıklar geliyordu. “Sökün şu makineleri, ölmek istiyorum, kurtulmak istiyorum! Artık bu acılara dayanamıyorum.” Derken kapı açıldı. Anneciğim bembeyaz örtüler arasında en son gördüğümden beri inanılmaz değişmiş bir haldeydi. Ben sadece sesini benzettiğim bu kadına şaşkın şaşkın acaba gerçekten o mu diye bakarken doktor amca beni ona doğru uzattı ve adeta onu paylayarak: “ Sen kendin için yaşamayacaksın zaten. Şu kucağımdaki yavrun için yaşayacaksın.” dedi. Annem benim yüzümdeki masum ifadeyi görünce ağlamaya başladı. Sadece o da değil orada bulunan ben de dahil herkes… Ben hem ağlıyor hem de anneme takılı olan makinelerin hortumların ne işe yaradığını soruyordum. Hortumlardan birinden kanlı bir sıvı geliyordu. Doktor amca adının diren olduğunu söylediği bu hortumlar ile annemin içinde temizlik yaptıklarını ve kirleri çıkardıklarını söyledi. Sesimi çıkarmadım ama direnden de yaptığı işten de nefret etmiştim. Annem o günden ve o sözlerden sonra hayattan kopmakta iken hayata dört elle, sevginin verdiği güçle yeniden sarıldı ve benim için yaşadı. Neticede geçirdiği sekiz ameliyattan sonra anneciğim şimdi çok iyi. Ancak akciğerinin biri hava kaçıran bir balon gibi -tüm uğraşılara rağmen- söndüğü için alındı. Akciğerin olması gereken yerde şimdi büyük bir boşluk var. Ben işte bu boşluğu kocaman sevgimle doldurmaya çalışıyorum. Anneciğimi davranışlarımla, eğitim hayatımdaki başarılarımla mutlu ederek yaşadığı acıları unutturmak en büyük hedefim… Beş kilogramdan fazla kaldırması yasak olduğu için anneciğim beni asla kucağına alıp sevemese de yavrusunu kucağında taşıyan bir anne gördüğümde yüreğim hep sızlasa da O, hayatta ya bu her şeye değer.

28.6.09

Rasyonellik – Mantık Yürütme

Problemler, belirli bir nedenin sonucunda ortaya çıkarlar. Çaydanlıktaki suyun kaynamasına yol açan, çaydanlığın altındaki ateştir. Üşümemize neden olan, havanın soğuk olmasıdır. Bir sınavdan iyi sonuç alamamamızın nedeni, yeterince hazırlanmamış olmamızdır. Gerçekleşen her şeyin olmasına yol açan başka bir neden vardır.

Bir çocuk geç uyandıysa, geç yatmıştır. Geç yatmasının nedeni, televizyondaki bir programa takılmasıdır. Televizyondaki programa takılmasının nedeni, onun en sevdiği yıldızın programda olmasıdır. Bir sonuç, birçok olayın birbirine neden olmasıyla ortaya çıkıyor. Bu örnekte çocuğun geç uyanmasına arka arkaya birçok şey neden olmuştur.

Bir problemi çözmek için problemin kaynağını bulmak ve bu nedeni ortadan kaldırmak gerekir. Bir eve yüksek su faturası geliyorsa, muhtemelen bir yerde bir su kaçağı vardır. Bu su kaçağına yol açan delik bulunur ve tıkanırsa su faturaları düşer.

Bir problemin kaynağını bulmak için kullanılan temel soru "neden" sorusudur. Problemle karşılaşıldığında "Neden bu olur?" diye sorulduğunda, bu soru bizi bir başka nedene götürür. Bulduğumuz cevaba bir kez daha "Neden?" diye soracak olursak yeni bir cevap daha buluruz. Temel sorumuz olan "Neden?" sorusunu sormayı sürdürürsek sonunda gerçek nedene erişiriz.

Örneğin bir evde müzik seti sık sık bozuluyor. Neden bozuluyor? Çünkü sık sık sigortalar atıyor. Peki neden sigortalar atıyor? Çünkü sigortalar bazen kısa devre yapıyor. Neden sigortalar kısa devre yapıyor? Çünkü sigorta kutusuna bazen bir miktar su geliyor. O zaman da kısa devre yapıyor. Neden sigorta kutusuna su geliyor? Çünkü çatı akıyor. Neden çatı akıyor? Çünkü çatıdaki kiremitlerden bir tanesi kırık, su oradan geliyor. Kiremit neden kırık?

Çünkü anten takmaya gelen usta kiremite bastı kırdı.

Bu örnekte kiremidi değiştirdiğimiz zaman, müzik setinin bozulma sorununu ortadan kaldırmış oluyoruz. Müzik setinin sık sık tamirciye götürmek bir çözüm değil ya da sigortaları değiştirmek. Kök neden ortadan kaldırıldığı zaman kalıcı çözüm sağlanmış oluyor. Kök nedeni ortadan kaldırabilmek içinse arka arkaya "neden?" diye sormak gerekiyor.

Mantık yürütmede sapılabilecek yanlış bir yol da vardır: Yetersiz done ve bilgiyle bir sonuca varmak. Bir film ekibi, çölde çekim yapıyormuş. Oradan geçen bir yerli yönetmene demiş ki, "Yarın yağmur yağacak. Hazırlıklı olun!" Yönetmen çekimi iptal etmiş. Gerçekten ertesi gün sağnak yağmur yağmış.

Yönetmen yerlinin yaptığı uyarıya bayılmış ve sekreterine bu adamdan para karşılığı her gün hava tahmini almasını istemiş. Gerçekten adam hava tahmini veriyor ve tüm tahminleri de doğru çıkıyormuş.

Çok önemli bir çekim öncesi yönetmen yerliye bizzat sormuş: "Yarın hava nasıl olacak?"

Yerli omzunu silkmiş. "Bilmiyorum, radyo bozuldu."

Bu küçük fıkradaki yönetmen, yerlinin hava raporunu doğru söyleyince onun özel bilgi toplama yolları olduğu sonucuna varıyor. Gerçekçi bir sonuca ulaştıracak akıl yürütme, neden sonuç ilişkisiyle birlikte, bu neden sonuç ilişkisini açıklamaya yeterli ve doğru bilgi ile gerçekleştirilir.

27.6.09

İnanılmaz Öykü

Spot: Henry Ford demiş ki, "Dünyadaki en büyük keşif, bir insanın yapabileceğini düşünmediği bir şeyi yapabilmesidir." Dünyada bizi sınırlayan şey, bizim düşüncelerimiz ve bizim kararlı olmayışımızdır.

Elazığ'da doğan ve yaşayan küçük Esra, ilkokulu bitirdikten sonra çok iyi Anadolu Liselerini tutturmasına rağmen ihtilal öncesi ortamın karışıklığını öne süren babası tarafından okuması engellendi. Esra, çok genç yaşta evlendirildi; ardından üç çocuk annesi oldu. İlk oğlu Emrah'ın Anadolu Lisesi sınavlarında iyi bir netice alacağını düşünürken, Emrah 100 sorudan sadece 15 net çıkarabildi. Anne Esra şok olmuştu. Bu durumu kabul edemiyordu. İlkokul mezunu olduğu halde, oğluna çok tempolu bir şekilde ders çalıştırmaya başladı. Önce kendisi öğreniyor; ardından oğluyla birlikte çalışıyorlardı. Ailedekilerin ve çevredekilerin bu çabalardan çok fazla umudu yoktu. Ne var ki, Emrah sömestre tatilinden sonra netlerini 100 soruda 96'ya kadar çıkardı. Girdiği sınavda Türkiye'de ilk 500'e Elazığ'da ilk 5'e girdi. Dershanesinde ise 120'cilikten birinciliğe yükseldi.

Anne Esra çok sevinçliydi. Ehliyet almak üzere bir kursa yazılmaya gitti. Kurstaki görevli eğitimin durumunu sorunca ilkokul mezunu olduğunu söyledi. Görevli de kendisine dışarıdan mı bitirdiğini sordu. Bu olay Anne Esra'nın yüreğini burktu. Hem eğitim durumu sorulduğunda neden "Ben Üniversite mezunuyum." diyemiyordu ki. Kurstan eve döndükten sonra eşi ile konuştu. "Ben" dedi, "ortaokulu, liseyi bitirmek istiyorum. Üstelik üniversiteye gitmeyi düşünüyorum." Eşinin de desteğini alan bir taraftan üç çocuklu bir ailenin sorumluluğunu üstlenen Anne Esra dışarıdan ortaokul ve lise bitirme sınavlarına girmeye karar verdi. Karar verdikten sonra çok kısa bir sürede iki ay içinde önce ortaokul diplomasını ardından ise lise diplomasını almaya hak kazandı. Oğlunu sınavlara hazırlarken tüm okul içeriğini öğrenmiş ve çok zorlanmadan sınavları geçmişti.

Şimdi sıra üniversite sınavındaydı. Üniversitede örgün eğitim yapan bir bölümü kazanmak, açık ortaokul ve liseyi bitirmeye benzemezdi. Ancak kendisinin sınavı kazanacağına inancı tamdı. 1995 yılında Fırat Üniversitesi Sosyoloji Bölümünü kazanarak üniversite öğrenimime başladı. Üç çocuk annesi bir kadın nasıl üniversite okuyacaktı? Vizeler, finaller derken okulu uzatmadan 1999 yılında iyi bir dereceyle mezun oldu. Master yapmak istiyordu. Bu kadarı da uçuk bir hayaldi, bir anneydi o. Anneler master yapmaz, çocuk büyütürdü. Derken 1999 yılında mezun olduktan hemen sonra aynı bölümde yüksek lisans öğrenimi görmeye başladı. 2001 yılında yüksek lisans öğrenimimi tamamladı ve yine aynı yıl aynı bilim dalında doktora programına kabul edildi. 2007'nin Ağustos ayında doktorasını tamamladı. Küçük Esra, önce Anne Esra olmuş, ardından Öğrenci Esra olmuş ve doktoranın tamamlanması ile birlikte Dr. Esra Hanım olmuştu. Doktora tezi oldukça ilginçti; televizyonun ev kadınlarının gündelik yaşamlarını nasıl etkilediğini araştırdı. Kadınların yaşamlarında televizyon dizilerinin etkisi o kadar ilginçti ki, tezi ulusal gazetelerde bile haber oldu. Bu arada mezun olduktan sonra Elazığ'da Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı değişik okullarda sınıf öğretmeni olarak görev yaptı. Şu anda özel yetenekli çocukların eğitim gördüğü Elazığ Bilim ve Sanat Merkezi'nde rehberlik biriminde öğretmenliğe devam ediyor.

Dr. Esra Gülmez'in büyük oğlu Emrah Bilkent Uluslararası İlişkiler Bölümü'nü bitirdi. Şu anda Hollanda'da çalışıyor. İkinci oğlu Yunus Taha Hacettepe Eczacılık'ta öğrenci, Üçüncü oğlu Emre ise Amerika'da Berkeley Üniversitesi'nde öğrenci. Zorluklardan, imkansızlardan, sınavların zorluğundan şikayet etmek isteyen varsa, bu yazıyı duvarını asıp tekrar tekrar okusun. Kocaman bir teşekkür size Dr. Esra Hanım hepimizi yüreklendiren öykünüz için.

18.6.09

Kendine Güvenmek

İnsanlar kendileri hakkında genellemeler yapıyorlar. Bazı insanlar kendilerini özgüvenli buluyor. Bazıları da “benim kendime hiç özgüvenim yok.” diyor. Bunların sınırını aşan genellemeler.

Aslında herkesin kendine güvendiği konular vardır. Örneğin, bir anne topluluk önünde konuşmaktan korkabilir; ama hızlıca güzel bir yemek hazırlamakta çok iyi olabilir. Çok iyi olduğu bu konuda da özgüveni yüksektir. Bir öğrenci matematikte kendine hiç güvenmezken bisiklete binmekte kendine fazlasıyla güvenebilir. Bir profesyonel, sunum yapmakta ya da bilgisayarda özel bir programı kullanmakta kendini iyi bulmayabilir; ama otomobil sürerken kendini ralli şoförü gibi becerikli hissedebilir. Öyleyse bir insanın genel olarak özgüveninin yüksek ya da düşük olduğu sonucuna varamayız. Kendimizi başarılı bulduğumuz konularda özgüvenimiz yüksek, başarısız bulduğumuz konularda özgüvenimiz düşüktür değerlendirmesi akla yatkın geliyor.

Birçok insan, özgüven belirli bir beceri ve performans alanıyla ilgili olmasına karşın, kendisiyle ilgili yaptığı genel bir değerlendirmede kendini özgüveni yüksek ya da düşük buluyor. Bu durum kişinin kendini değerlendirirken odaklandığı alanlarla ilgilidir. Kişi eğer kendi özgüven derecesini değerlendirirken başarısız olduğu alanları dikkate alırsa kendini özgüveni düşük bir birey olarak değerlendiriyor. Öyleyse insanların kendi iyi oldukları alanları daha çok düşünmesi, kendileriyle ilgili toptancı çıkarımlarını iyileştirecek.

Yeni kalkıştığımız bir işte başarılı olmamız, yılmadan çabalamamız genel olarak özgüven seviyemizin yüksek olmasıyla ilgili. Çocukluğundan itibaren onurlandırılan ve olumlu sıfatlarla tanımlanan ve dolayısıyla kendileri hakkında pozitif inanışları olan bireyler kalkıştıkları işlerde diğer insanların yaşadıkları sorunları yaşıyorlar. Aynı tür bir işte özgüveni düşük insanlarda aynı sorunları yaşıyorlar. Ancak özgüveni genel olarak yüksek olan sorunu rahatça aşarken, özgüveni düşük olanı sorun boğuyor.

Örneğin, bir kişi otomobil sürmeyi öğrenirken debriyaj ve vitesi eş zamanlı hareket ettirmesi gerekir. Özgüveni yüksek kişi, bu eylemi daha kolay yaparken, özgüveni düşük kişi bir türlü bu eylemi yapmayı başaramaz. Burada kendini besleyen bir döngü vardır. Özgüveni yüksek kişi, sürekli olarak “bu işi ben hallederim” diye yaklaşıyor ve işini hallediyor; hallettikçe de özgüveni daha da çok gelişiyor. Özgüveni düşük kişinin de başına tersi geliyor. Dolayısıyla aldığımız sonuçları, kendimiz hakkındaki düşüncelerimiz belirliyor.

Kurgusal olarak insanın bir tane iyimser meleği, bir tane de onu sürekli eleştiren ve her şeyin ters gideceğini söyleyen bir kötümser meleği olur. Özgüveni yüksek insanların iyimser melekleri çok gevezedir ve o kişiyi olumlu davranışlara sürürkler; özgüveni düşü insanlarınsa kötümser melekleri gevezedir. Kötümser melekler de kişi frenler ve olumsuz fısıldamalarla kişiyi beceriksiz hale getir.

O zaman kulağımızı iyimser meleğin yapıcı sözlerine açmalı ve kötümser meleğimizi de susturmalıyız.

31.5.09

Kurallar ve Sınırlar

Her konuda özgür düşünmeyi ve özgür hareket etmeyi savunurum. Hatta bu konuda çevremdeki insanlar iflah olmaz, gerçek bir özgürlük savaşçısı olduğumu düşünürler. Özellikle zihinlerimizde o kadar fazla kısıtlama var ki, insanları zihinlerindeki kısıtlamalardan kurtaracak örnekler vermeye çalışırım. Ne var ki, bazı kurallar ve kısıtlamalar da özgürlüğümüzü geliştirir.

Örneğin, fırında bir yemek pişirecek olsak, fırının kapağı pişen yemeğin sınırını çizer. Eğer fırının kapağı kapanmazsa o yemek fırınlanmış olmaz. Belirli bir süre için saydam fırın kapağının kapanması, yemeğin o müthiş lezzete ulaşmasına yol açar. Ama süreyi aşan bir fırınlama (sınırlama ve pişirme), yemeğin yanmasına yol açar. Ham yiyecekler, belirli bir kısıtlama-sınırlama ile fırınlanacak olursa tadından yenmez olur; ancak süre ve ısı açısından kısıtlamanın da ölçülü olması gerekir. Ardından fırından çıkarılan yemek özgürlüğüne kavuşmuş olur; ancak deyim yerindeyse kızgındır. Tıpkı zor şartlar altında pişen bir insanın özgürlüğüne kavuştuğunda ilk anda sinirlerinin hala bozuk ve kızgın olması gibi. Yemeğin uygun bir süre demlenmesi ve yenilebilir kıvama gelmesi gerekir. İnsanlar da belirli kısıtlamalarla piştikten ve demlendikten sonra olgunlaşır ve özgürleşir.

Beni telefonla arayan insanların sıklıkla duyduğu birkaç söz vardır. “Sesinizi duyduğuma sevindim; şu anda bir görüşmedeyim; bir dakika içinde mesajınızı alabilir miyim?” Bu ifade görüşmenin sınırını çizer. Telefon görüşmesi hızlı bir şekilde sona erecek şekilde mesaj alışverişi olarak gerçekleşir. Karşı tarafın zihni berraklaşır ve ne diyecekse kestirmeden onu söyler; ben de ona cevabını veririm. Eğer telefonu açan kişinin bir telaşı varsa ve bunu belirtmezse, konuşmayı seven insanlar, konuşmayı uzatır da uzatır; bir türlü sadede gelemez; karşısındaki kişi de gerilmeye başlar, ne desem de bu konuşmayı bitirsem diye. Bir türlü doğru giriş cümlesini bulamaz ve konuşma yıpratıcı bir telefon görüşmesine döner.

Sosyal zekası yüksek insanlar, bir ilişkinin en başında bu ilişkinin kurallarını belirleyelim de, sonradan başımız ağrımasın diye bir yaklaşım gösterirler. Eşler, anne-baba çocuklar, ortaklar, patron ve çalışanlar, çalışma arkadaşları arasındaki neredeyse tüm sorunların kaynağı düzenleyici kural ve sınırlamaların olmamasıdır. Her ilişki kendine ait bir anayasaya sahip olsa ve insanlar bu anayasalara uysalar; uymadıklarında daha önce onayladıkları bu anayasalar hatırlatılsa hayat son derece kolay olur. Özellikle çocuk yetiştirme sürecinde, çocukların da kendi kararlarıyla kabul ettikleri kurallar, çocukların ileriki yaşamlarında kurallarla yaşamaya alışmasına yardım eder. Örneğin top oynama ya da çizgi-film seyretme ile ilgili kuralları okul öncesinde edinen çocuk, öğrencilik yıllarında arkadaşlarıyla da ilişkilerine kendi kendine kurallar getirebilir. Eğer diğer çocuklar da bu kurallara uymayı başarabilirse son derece keyifli arkadaşlıkları olur.

Kurallar ve kurallara uyma davranışı, toplumsal ve ilişkisel düzenin kaynağıdır. Kuralları sorgulayarak daha iyisiyle değiştirmeye ve geliştirmeye gerek var; gelişme böyle sağlanıyor. Bununla birlikte daha iyisini bulup ortaklaşa kabul edinceye kadar da eski kurala uymanın düzenin kaynağı olduğunu da unutmamalıyız. İlişkilerdeki anarşi, ilişkilerdeki kuralsızlığın bir sonucudur.

2.4.09

İnsancıl Kapitalizm-4

Tango isimli dünya çapındaki konfeksiyon mağazaları zinciri, harika koleksiyonlar sunuyordu. Kadınlar Tango’ya girdiklerinde kendilerinden geçiyorlar; deyim yerindeyse mağara devrindeki avcılar gibi ürünleri hedef alıyorlar ve ürünleri diğerinden önce avlamaya çalışıyorlar. Bu mağazada fiyatlar da oldukça uygun fiyatlı; kalite pek iyi değil; ama kadınların da bu mağazadan almaya niyetli oldukları şeyleri ömür boyu giymeye niyetleri yok. Tango’da çalışanlar asgari ücretle çalışıyorlar. İşleri çok yoğun ve çok yoruluyorlar. Tango’da da pek değer verilmiyorlar. Müdür "Güler yüzlü olun" diyor; ama kendisi çalışanlara karşı hiç güler yüzlü değil. Müdür elemanlara ne hatır soruyor; ne de herhangi bir ricalarında anlayış gösteriyor. Bütün bunlara rağmen bu insanlar için ismi bilinen bir marka kuruluşta çalışmak bile çok iyi. Çünkü asgari ücretle bile olsa iş bulmak çok zor.

Tango açıldığından beri, aynı caddenin işlek olmayan kısmındaki Ayşe Pezekoğlu’nun butiğinin işleri kötü. Ayşe Hanım, mallarını Osmanbey’den alıyor. Malları kendisi seçiyor. Ancak Tango mağazası kadar büyük toplu alışveriş yapamadığı için uygun fiyattan alamıyor. Ayrıca kendi tasarım ekibi olmadığından, Osmanbey’e mal veren mağazaların tasarımcısının zevki olan ürünlerin içinden tercihte bulunmak zorunda kalıyor. Ayşe Pezekoğlu’nun butiğinde çalışan Zehra, müşterinin ne istediğini çok iyi biliyor. Ancak Zehra’yı hiçbir zaman satın alma sürecine dahil etmediğinden Ayşe Pezekoğlu dükkanda gitmeyen ürünleri alıyor. Zaten caddenin işlek kısmında olmadığından çok müşteri gelmiyor ve gelen müşteriler de dükkanda ürünleri çok beğenmiyor. Ayşe Pezekoğlu’nun işleri kötüye gidiyor.

Tango’dan alışveriş yapan genç kadınlar arasında bu mağaza bir efsane. Öyle mükemmel bir pazarlama yapılmış ki, Dilara isimli genç bir müşteri, kendisine hayaliniz ne diye sorulduğunda, “Bir köyde yaşamak istiyorum; içinde bir Tango mağazası, bir de DVD’ci olsun yeter.” diye cevap veriyor. Dilara üniversiteyi bitirip iş aramaya başladığında Tango’nun eleman aradığını keşfediyor. Tango’nun muhasebe bölümünde işe başlıyor. Kuruluş, karı maksimize edebilmek için ürünleri sezon sonu indiriminde kalmayacak şekilde ithal ediyor. Aynı zamanda şirkette maliyetleri en altta tutabilmek için inanılmaz bir gayret var. Dilara’nın yöneticisi Nermin hanım da dengesiz bir insan ve sık sık bölüm çalışanlarını hırpalıyor. Ancak şirketin maliyetleri düşürme gayreti sırasında Nermin Hanım da kriz bahane edilerek işten çıkarılıyor. Dilara’nın Tango’ya bakışı değişiyor. Nermin Hanım’ı çok sevmese de, o çok sevdiği ürünleri satan kuruluşun pek de insani olmayan bir şekilde Nermin Hanım’ı çıkarması rahatsız ediyor. Nermin Hanım, 47 yaşında üniversite mezunu bir kadın. Muhasebe müdürlüğü pozisyonları için müracatlar da bulunuyor. Ancak büyük kuruluşların hemen hepsi 30-35 yaş aralığında genç muhasebe müdürleri arıyorlar.

Ayşe Pezekoğlu sonunda butiği kapatmak zorunda kalıyor. Ne iş yapacağını bilmiyor. İş aramaya başlıyor. 43 yaşından sonra dükkanı kapatmış lise mezunu bir kadın ne yapabilir ki? Şirketlerin hepsi genç ve üniversite mezunu insanlar istiyor. Ayrıca Ayşe Hanım’ın kurumsal bir şirkette çalışma tecrübesi hiç yok. Bu arada Tango’nun Nermin Hanım’ı işten çıkaran İnsan Kaynaklarından Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Serkan Bey de işten çıkarılıyor. Serkan Bey de 40 yaşında. Oğlu özel okulda okuyor. Taksitlerini hala ödediği bir villada oturuyor. Kriz ortamında Tango’daki maaşını ona verecek bir şirket bulabileceğini pek düşünmüyor. Bu arada Dilara, farkında olmadan ofis hırsızlığına başlıyor. Ofisten paket kağıt, zımba taşımaya başlıyor evine. Üstelik bütün özel görüşmelerini de şirket telefonundan yapıyor. Bu arada gazetede daha iyi bir iş fırsatı görünce görüşmeye gitmeye karar veriyor.

Ayşe Pezekoğlu, Nermin Hanım, Serkan Bey, Dilara ve Zehra tamamen birbirlerinden habersiz olarak bir iş görüşmesi için Kadıköy’den Karaköy’e giden bir şehir hatları vapurunun farklı kompartımanlarına oturuyorlar.

13.3.09

Yapıcı ve Yıkıcı Düşünme

Eleştirel düşünme, gelişmenin anahtarıdır. Eleştirilebilen bir şeyin geliştirilebilen bir tarafı vardır. Dolayısıyla her türlü eleştiri bir tür hediyedir. Eleştiriler yapıcı ve yıkıcı olarak ikiye ayrılabilir. Yapıcı eleştiriler, herhangi bir şeyin geliştirilebilir yönüne dikkat çeken eleştirilerdir. Yıkıcı eleştirilerse, sadece yıkmak ve yok etmek için getirilen eleştirilerdir. Yıkıcı eleştirilerin yaygınlığı, yapıcı eleştirilerin değerinin anlaşılmasını engellemiştir. Aslında yıkıcı eleştirilerden de öğrenilecek bir şeyler vardır; ancak yıkıcı eleştiri getiren kişinin düşmanca tavrı, bu eleştiriye uğrayan kişiyi duygusal olarak bozguna uğratır ve eleştiriden yararlanabilecek durumu kalmaz.

"Bu araba çok sarsıyor" dediğimizde aslında bir eleştiri getirmiş oluruz. Ancak bu eleştirinin söylenme şekli, yapıcı ya da yıkıcı eleştiri olmasını belirler. "Bu araba çok sarsıyor" dediğimizde, arabada düzeltilmesi gereken bir tasarım hatası olduğunu ya da değiştirilmesi gereken bir parça olduğunu söylemiş oluruz. Arabanın sahibi, gerekli değişiklikleri yaptığında arabanın sarsılması sona erecektir. Bununla birlikte "Bu araba çok sarsıyor" sözü, bir şikayet olarak ya da "Senin araban beş para etmez" anlamına gelen bir aşağılama olarak da söylenmiş olabilir. Bu şekilde söylendiyse yıkıcı eleştiri sınıfına girer. İnsanları zaten üzen ve eleştirilerden uzak durmak istemelerine yol açan bu aşağılama türünden eleştirilerdir.

Eleştirel düşünme, sorgulamayı ve daha iyisini istemeyi talep etmeyi ve alternatifini önermeyi içerir. Bununla birlikte eleştirel düşünme bazen şikayetlerle karıştırılır. Örneğin, yoğun kar yağışı yolları kapattıysa, "Allah kahretsin, neden kar yağıyor" demek; herhangi bir değişikliğe yol açmayacak gereksiz bir şikayettir. Getirilecek eleştiri; bir iyileştirme / geliştirme önerisi içermese de değişiklik yapılabilir bir konuda olmalıdır. İnsanoğlunun kar yağışına bulabildiği bir çare yoktur. Biz istesek de, istemesek de kar yağacaktır. Bizim yapabileceğimiz tek şey yolları açık tutmakla ilgilidir.

Eleştirel düşünmeyi, yıkıcı eleştirilerden ve şikayetlerden ayırmalıyız. Eleştirel düşünmenin bir akışı vardır. Öncelikle var olanlar eleştirilir. Bu anlamda çevremizde olanlar ve bazen olmamaları dolayısıyla sorun olarak var olanlar incelenir. Aynı zamanda rutin olarak yaşamımızda var olanlarda sorgulanır. Aşağıdaki soru seti, eleştirel düşünme için kullanabileceğimiz bir soru setidir:

Bu neden var?
Bu neden yok?
Bunun daha iyisi olamaz mı?
Bunun daha pratik olanı yok mu?
Bu tamamen olmadan yaşayamaz mıyız?
Başka bir koşul olsaydı, daha iyi olur muydu?
Bu nesnenin / sistemin / kavramın olmaması neyi değiştirir?
Bunun olması mantıklı mı?
Bu olması gereken bir şey mi? Yoksa bir şekilde yaşamımıza bir gün girmiş ve o günden beri var mı?
Sorgulanması ve yaşamımızdan çıkarılması mı gerekiyor?

Eleştirel soru setinin kullanımını birkaç değişik konuda inceleyebiliriz.

Neden bütün dersler okullarda yapılıyor? Derslerin bazı bölümleri, müzelerde işlenemez miydi? Örneğin tarih dersi müzede olamaz mıydı? Coğrafya dersinin bazı kısımları açık havada işlenemez miydi? Belgeseller neden ders olarak gösterilmez?

Neden okul servislerinde öğrenciler için emniyet kemeri olmaz? Öğrenciler, emniyet kemeri taksalardı daha güvenli seyahat etmezler miydi? Üstelik serviste emniyet kemeri takma alışkanlığı kazanan çocuk yetişkinliğinde de bu bu alışkanlığı sürdürmez miydi? Emniyet kemeri, inmeyi binmeyi zorlaştırmaz mı?

Deri mont giymek hayvan severleri kızdırıyor da, neden deri ayakkabı giymek kızdırmıyor?

11.3.09

Zayıflamak ister misiniz?

Kilo probleminiz varsa önce bunun nedenini bilmekte fayda var. Yaptığım incelemelerde insanın gereğinden fazla kilo almasına yol açan yüz kadar neden buldum. Bununla birlikte bu yüz nedenden bir tanesi diğer doksan dokuz nedenden çok daha etkili. İnsan yemek yemeyi bir tatmin amacı olarak kullanıyor. Yaşamımızdaki başarı ve mutluluk açığını yemek yiyerek gidermeye çalışıyoruz. Eşimizle mutlu değiliz ya da işler yolunda gitmiyor; istediğimiz gibi bir eğitim alamadık; sofraya oturduğumuzda bu eksiklikleri telafi etmek için hiç doymayacakmış gibi yemek yiyoruz. Aslında bizim yemeğe değil, başarıya, mutluluğa, hayatımızda düzene/düzelmeye ihtiyacımız var. Kadınların kilo almasının temelinde eşlerinin, çocuklarının onları mutlu etmemesi var.

Mahatma Gandhi'nin yemek ve olgunlaşma ile ilgili çok özel bir sözü var. "İnsan ruhu ne kadar fazla olgunlaşırsa, o kadar az yemek yer." İnsanın yemek yeme tutumu, bir tür olgunluk ölçer gibi çalışıyor. İhtiyaç duyduğundan fazlasını yiyorsan olgun değilsin. Nefsine hakim olabiliyorsan olgunsun. Müthiş bir ölçü. Başbakan da olsan, profesör de olsan, sanatçı da olsan, öğretmen de olsan fark etmez. Olgun olabilmen için yemekle ilişkini sağlıklı bir düzene oturtman gerekiyor. Yani büyük unvanlara ulaşmış olman ya da seksen yaşına gelmiş olman seni olgun yapmıyor. Sofrada kendine hakim olamayan biri, yaşamındaki diğer seçimlerde doğru olanı yapamayabilir ya da yanlış olanı da bilebile yapabilir.

Gereğinden fazla kilo alma konusunda bir istisna var. İlaç etkisiyle kilo alma. Bazılarımız kullandıkları ilaçların etkisiyle kilo alıyorlar. Bu durumun olgunlaşmayla bir etkisi yok. Kortizon tedavisi gören bir kişi, ilacın etkisiyle aşırı kilo alabilir.

Türk yemeklerini biz dünyanın en güzel yemekleri sansak da, Türk yemekleri monoton bir yapıya sahip görünüyor. Örneğin klasik bir Türk yemeği mönüsü yapalım Mercimek çorbası, pilav ve kuru fasulye. Mercimek çorbasından içtiğiniz birinci kaşıkla ikinci kaşık arasında bir fark yoktur. Çorba bitinceye kadar aynı monoton tadı vermeye devam eder. Restoranlarda az çorba denilen miktar, aslında insan için yeterli olabilecek bir miktardır. Fasulye yerken de durum fark etmez; birinci kaşıkla son kaşık arasında bir fark yoktur. Aynı monoton tat devam eder. Pilav için de durum aynıdır. Sofrada çeşitlilik (demokrasi) olmayınca tatmin duygusunu miktarı çoğaltarak çözmeye çalışıyoruz. Halbuki insan az yediğinde tadı damağında kalır. Okinawa adasında 100 yıldan fazla yaşayan insanların yemek kürü, günde 20 çeşit gıda almak. Adada yetişen otların çoğunluğunu oluşturduğu yeşillikleri tüketiyorlar. Biz de yemek yerken miktarı değil, çeşidi artırmalıyız.

Yemek yerken tat almayı da bilmiyoruz. Yemek sofralarında gördüğüm şey şu: İnsanlar ağızlarındaki lokmayı yutmadan, çatallarına aldıkları yeni bir parçayı ağızlarına götürüyorlar. Yediğinizin lezzetini anlayabilmek için ağzın boş olması gerekiyor. Yemek yerken acele edilmesinin de temel nedeni, yine başarı / mutluluk açlığımızı bir an önce yatıştırmak isteği. İnsanlar, eğer ağızlarındaki lokmayı bitirip yeni bir lokma alsalardı yemek yeme süresi kendiliğinden uzayacak ve daha az yenilerek tatmin duygusuna ulaşacaktık.

Okull İstanbul’da sık sık misafirlerime ya da ekip arkadaşlarıma kahvaltı hazırlarım. Sofraya insanların gözünü tatmin edecek kadar her şeyi bol bol koysam da, kahvaltılıkları olabilecek en küçük şekilde doğrarım. Peynirler, salatalıklar, domatesler ya da biberler, çatala gelebilecek büyüklükte ama alışılagelmedik ölçüde küçük doğranırlar. Yediğimiz küçük de olsa büyük de olsa aynı etki de tat bırakıyor. Birçoğumuz da sadece tatmin olmak için yemek yediğimizden bu küçük parçalar çok fazla yenmese de insanın daha fazla damak tadına ulaşmasına yol açıyor.