11.11.10

Başka Bir Dünyadan Haberler…

MIT’de Stratejik Yönetim programı ve Harvard Üniversitesi’nde 2 aylık liderlik eğitimi ile New York ve Chicago gezilerimden öğrendiklerimi paylaşmak istiyorum. İlk olarak Harvard’ı Harvard yapan şey, sınırlı öğrenci sayısı. Harvard Üniversitesi’ndeki öğrenci sayısı 35 bin kadar ve bu sayıyı aşmıyorlar. Okul öğrenci başına yılda ortalama 100 bin dolara yakın gelir elde ettiği halde, geliri ikiye katlama amacıyla kontenjanları ikiye katlamıyorlar. Dünyadaki pek çok üniversite büyüme eğilimindeyken, Harvard stratejik bilimsel bir neden içermedikçe (özel bir bilim dalının ortaya çıkması gibi) yeni bölüm açmıyor. Harvard, ekonomideki bir numaralı kural olan “az olan değerlidir” kuralını işleterek kendini zirvede tutuyor. Her yıl aldığı öğrenci sayısını artırmadığı için okul erişilmezliğini koruyor. Harvard’da gerçekten entelektüel ve bilgili insanlarla karşılaşıyorsunuz. Sınıf arkadaşım Boston’da yaşayan bir Hintli olan Syed’in İslam tarihi, Fethullan Gülen gibi güncel Türk liderleri hakkındaki bilgisi beni çok şaşırttı. Sohbetimiz sırasında bir de “Ziya Gökalp” hakkında ne düşündüğümü sorunca şaşkınlığım iyice arttı. İşletme alanındaki Hintli profesörleri saymazsak, Gandhi ailesi dışında bir tane bile Hintli düşünür ya da yazar tanımıyordum.

Boston’u Amerika’nın genelinden, New York’tan ve Londra’dan ayıran en büyük özellik, bu şehrin bir tür Birleşmiş Milletler Merkezi olması. New York’ta da her milletten insan görebilirsiniz, aynı şekilde Londra’da da. Ama Boston’daki kadar okumuş ve eğitimli uluslararası bir grup dünyanın sanırım başka bir yerinde yok. Bu uluslar arası ortam, aynı zamanda uluslararası fırsatların da kapısını açıyor. Bulunduğum süre içinde bir Bolivya Üniversitesi’nden, bir de Güney Kore Üniversitesi’nden ziyaretçi hocalık önerisi aldım. Türkiye’de, Türkiye’nin en iyi okullarında çok uzun yıllar ders verseniz bile, bu tür fırsatlar ortaya çıkmıyor.

Harvard ve MIT, Amerika’nın en gözde iki okulu. Bu okula giden öğrencileri diğerlerinden ayıran en büyük özellik, bu okullara giden öğrencilerin kendilerini bu okullara layık görüp şanslarını denemeleri. Bu okullar elbette çok iyi düzeyde İngilizce, çok iyi sınav neticeleri ve sınav ortalamaları istiyor. Bununla birlikte bu okullara girebilme ihtimali olan pek çok insan dahi, okulların sahip olduğu yüksek imaj dolayısıyla başvurmuyorlar. Dünkü gazetelerde, Türkiye’de bir sınav birincisinin vakıf üniversitelerini değil, Boğaziçi Üniversitesi’ni tercih ettiği haberi yer alıyordu. Büyük bir emek sonucunda yaklaşık bir buçuk milyon kişiyi aşıyorsunuz ve Türkiye birincisi oluyorsunuz. Sonuç, adını dünyada çok az insanın bildiği bir okula yazılıyorsunuz. ODTÜ’nün yurt dışındaki çağrışımları da iyice şansız. Orta Doğu Teknik Üniversitesi, deyince insanlar bir Arap okulu sanıyorlar. Anne-babalarımızın ve rehberlerimizin çoğu maalesef vizyoner değil, vizyonumuzun Türkiye’nin değil, dünyanın en iyi üniversitelerine girmek olması gerekiyor. İlköğretim yıllarından başlayan bir hazırlıkla dünyanın en iyi üniversitelerine girmek mümkün.

Perakende pazarlamanın dünyadaki zirvesi sanırım ABD. Öyle ilginç örneklerle karşılaştım ki, anlatması bile zor. Yorumlamadan paylaşıyorum. Chicago’daki Bloomingsdale (dört katlı çok lüks bir mağaza) binasının giriş kapısının çerçevesinde, taşlara Ayet-el Kürsi işlenmiş. Tamamen İslam mimarisinde yapılmış binayı görmek son derece şaşırtıcı. Abdurrahim Düzcan ile içeri girerek binanın öyküsünü sorduk. 1920’lerde yapılmış olan, anladığımız kadarıyla İslam ve Osmanlı sembollerini kullanmayı kendine tarz edinmiş Mason bir grup tarafından yaptırılmış. New York’tan da ilginç iki restorandan söz etmek istiyorum. İsrailli bir çiftin kurduğu Maoz vejeteryan zincirinde Orta Doğu mutfağı, Türk mutfağı olarak sunuluyor. Max Brenner isimli dünyanın en muhteşem çikolata deneyimini sunan restoran da ismiyle Alman gibi duruyorsa da onun da sahipleri İsrail orijinli. Küresel pazarlama, ne nasıl daha iyi pazarlanırsa o kimliğe bürünüveriyor. Özetle, Amerika başka bir dünya.

9.11.10

Filler, Biniciler ve Oruç

Afrika’da terbiye edilmemiş bir file binip ona yön vermeye çalışanlar, pek fark etmeseler de aynada kendilerini görmüş gibi olurlar. Terbiye edilmemiş isteklere yön vermek, bir fili idare etmeye eş değerdir.

Bu yaz Amerika’dan satın alarak döndüğüm kitapların içinde Chip ve Dan Heath’in kaleme aldığı “Switch” (Değiştir) isimli kitap var. Kitabın alt başlığı çok çekici “Değiştirilmesi zor şeyleri nasıl değiştirirsiniz?” Türkiye’ye döndüğümde kitaba 25 dolar ödediğime üzüldüm. Çünkü kitabın Türkçe versiyonu Optimist yayınlarından çıkmış ve ofisime ulaşmıştı. Hasan Balcı’nın biyografisini yazmak için Kahramanmaraş’ta bir otel odasında çalışıyordum. Bütün gün çalıştıktan sonra zihnim iyice yorulmuştu ve akşam altı sularında iftarı beklerken bilgisayarın bir tuşuna daha basmak istemiyordum. 2000 yılından beri televizyon perhizi yapıyorum; ama elim kumandaya gitti. Otel odasında televizyonu açtım. Sonra Sanat’ın sesini duydum; “Sen televizyon izlemezsin ki!” Evet, kendi kimliğime çelişen, tutarsız bir şey yapıyordum. Kendimi topladım ve televizyonu kumandasından kapattım. Sehpanın üstünde duran Switch isimli kitabı aldım.

Switch kitabı, bizim Nefis Yönetimi dediğimiz konuda İslam kültüründen kopya çekmiyorsa bile, tamamen nefis yönetimiyle ilgili çok başarılı bir metafor / örnek bulmuş. Bulduğu metafor fil ve binicisi. İnsanın güdüleri fil, aklı da binici. Fil çok büyük, binici ise çok küçük. Binicinin işi fili yönlendirmek, ama fil bir şey yaptırmak isterse binicinin onu durdurması çok zor. Binici çok yedin dur diyor; fil ise şu fıstıklı kadayıfın da tadına bir bakayım. Binici kalk çalış diyor; fil şimdi sırası değil diyor. Kitabın cümleleriyle gidersek “akılcı zihin, atletik bir vücut ister, duygusal zihin krema dolgulu çikolata. Akılcı zihin egzersiz yapmak için sabah altıda kalkmak ister, duygusal zihin bir çarşaf ve battaniye kozasının içinde uyuklar. Duygusal yanımız fil, akılcı yanımız da onun binicisidir. Binici ile altı tonluk fil, hangi yöne gidecekleri konusunda fikir ayrılığına düşecek olursa, binici kaybeder.” Benim oteldeki örneğimde, nefsim televizyon izlemek istedi; ama yapmam gereken kitap okumaktı. Ancak birçok örnekte sanırım hepimiz için nefsimizin istediğini bırakıp yapmamız gerekene odaklanmak çok zor.

İçinde bulunduğumuz Ramazan ayı, filimizi dizginlemeyi öğrenmek için çok iyi bir fırsat, ne var ki çok azımız Ramazan ayı sonrasına kalacak bir değişim elde ediyoruz. Oruç tutanlar nefislerini / fillerini 30 gün boyunca dizginliyorlar; ama 30 günün sonunda kişilik ya da davranış değişimi geçiren çok kimse yok. Sanırım böyle bir şeyi fark eden ve hedefleyen de yok. Kişisel gözlemim şöyle, Ramazan ayında her ne kadar maneviyatımız yükseliyorsa da, sanki birçoğumuz kendimizin daha iyi bir versiyonunu geliştirmek açısından sadece aç kalıyor gibi görünüyor. Böyle söylememin nedeni, öğrenciler 30 gün oruç tuttuktan sonra daha çalışkan olmuyorlar; kendilerini sinirli kabul eden insanlar daha yumuşak ve hoşgörülü olmuyorlar. Sigarayı bırakmak isteyenler sigarayı bırakmıyor; düzensizler düzenli olmuyor; kilo vermek isteyenler yemek düzenlerini değiştirmiyor. Erken kalkmak isteyenler erken kalkmıyor. Halbuki 30 gün boyunca filini dizginleyen insanın sonrasında dizginlemeye devam etmesi gerekmiyor mu?

Nasıl bir iftar yapmalıyız? Mükellef bir sofrada mı, imkanımız olsa da bir büfede mi, mütevazı bir sofrada mı? Bu soruya daha iyi cevap verebilecek benden çok daha alim zatlar var; ama izninizle ben kendi çıkardığım sonucu söylemek istiyorum. Eğer bütün gün nefsimize hakim olmaya çalışıyorsak, oruç açıldığında da fiziksel ihtiyacımızı karşılayacak mütevazı bir iftar yapmalıyız. Kuş sütünün eksik olmadığı bir iftar sonrası, kendinden geçmiş bir şekilde yiyeceklere saldırılan bir iftar sanırım gün boyu yapılan nefis terbiyesinin ruhuna pek uygun değil. Heath kardeşlere göre değişim, fil ve binici aynı yönde hareket etmeyi başardığında mümkün.

8.11.10

"Mizacım Bu" Ne Yapayım?

"Kemancılar keman çalmalı, olgun insanlar olgun davranmalıdır. Değiştiremediğimiz tek şey geçmiş, değiştirebileceğimiz ilk şeyse kendimiziz."

En çok kızılacak şeylerden bir tanesi, yetişkinlerin başka insanların beğenmediği huyları için “mizacım, bu ne yapayım!” demeleridir. Her yere geç kalmayı adet haline getirenler, evlerini dağınık tutanlar, sır tutamayanlar, dinlemeden çok konuşanlar, çabuk öfkelenenler, hijyene dikkat etmeyenler, aşırı ölçüde başkalarını uyaranlar, başkalarının hayatına müdahale etmeyi alışkanlık haline getirenler, kararsızlar, her şeyden endişe edenler vardır. Belki bunlardan biri de siz de olabilirsiniz. İnsanın hem kendisine hem de başkalarına sıkıntı yaratan bir özelliği olabilir. Bunda bir sorun görmüyorum. Sorun olan insanın bu özelliği fazla sahiplenip sıkıntı yarattığı özelliğiyle ilgili ne yapayım mizacım bu demesidir. Bu korkunç mazeret ile kişi, olumsuzluk yaratan özelliğini değişmez bir nitelik olarak tanımlamaktadır.

Açıkçası bu kabul edilemez ve insanın tanımına da uygun olmayan bir yaklaşımdır. Elbette “Mizacım bu ne yapayım” sözüyle yaşayanlar kendi durumlarını çok normal kabul edeceklerdir. Eğer insan yaşadıkça olgunlaşıyorsa, kendi olumsuz özelliklerini değiştirebilmelidir. Eğer aldığımız eğitimle ya da geçen yıllarla birlikte, aynı berbat davranışlarımızı sürdürüyorsak hiç ilerlemiyoruz demektir. Kişisel olarak eğer ben aynı berbat davranışımı beş yıl sonra yapıyor olsaydım, biri de bana bunu söyleseydi; çok üzülür ve utanırdım. Çünkü taşlar bile zaman içinde havanın, rüzgarın ve suyun etkisiyle pürüzsüzleşiyorlar; diğer bir deyişle gelişip iyileşiyorlar. İnsanın zamanın ve çevrenin geri bildirimiyle değişmemesi, bir taştan bile geri olduğunu düşündürebilir.

Hayat, hepimizin daha iyi bir versiyonunu geliştirmemiz için bir süreçtir. Bir çocuk hata yaptıysa “çocuk” diyerek belirli ölçüde yaptığı hatayı çocukluğuna bağlayabiliriz. Dünyanın birçok yerindeki yasalar da zaten çocukların işlediği suçları bile ya bağışlamakta ya da çok daha hafifletilmiş suçlarla ele almaktadır. Aynı ceza indirimi yetişkinler için geçerli değildir. Çünkü yetişkinlerin doğru davranışları göstermesi beklenmektedir. Her yetişkinin ana sorumluluklarından biri kendi olumsuz davranışlarını bırakarak olumlu davranışlara geçmektir.

Davranış değiştirmekle ilgili en önemli süreçlerden biri, bizim kendimiz ve davranışlarımız hakkımızdaki düşüncelerimizdir. Eğer biz davranışlarımızın değiştirilemeyeceğini düşünüyorsak buna uygun olarak davranışlarımızı değiştiremeyiz. Davranışlarımızı değiştirebilmemiz için önce bizim bunların değişebileceğine inanmamız gerekir. Davranış değişikliğiyle ilgili yaptığım incelemeler de bulduğum ilginç bir bulgu, davranışın dışarıdan değil, içeriden değiştirilebildiğidir. Bazı kapıların dışarıdan anahtar deliği yoktur; bir tek içeriden açılabilir. Bunun anlamı, eşinizi, çocuğunuzu ya da arkadaşınızı değiştiremeyeceğinizdir. Onlar sadece kendileri isterse değişebilirler. Davranış değişikliği, din değiştirmek gibi bir şeydir. Nasıl ki insanlar, zorlamayla din değiştirmez sadece din değiştirmiş görünürlerse, zorlamayla da istenilen davranışı sergilerler; ama baskı olmadığında bildiklerini okurlar.

Dolayısıyla davranış değişikliğindeki birinci adım; “Mizacım bu” savunmasından vazgeçmek. Durumu ve durumun değiştirilebileceğini kabul etmektir. Bir yetişkin olduysak, 25, 30, 35, 40 ya da her kaç yaşta isek, bu yaşta bu davranışı sürdürmenin, bizim gibi akıllı ve olgun bir insana yakışmadığını kabul ederek bu davranışı değiştirmeye çalışmaktır. Kişisel gözlemlerimde “Mizacım bu” savunmasını yapan insanların kendilerini ayrıca “fevkalade akıllı” olarak tanımladıklarını da gördüm. Fevkalade akıllıysak, bu aklın gereğini yapmalıyız.

7.11.10

Solungaç

“Thomas S. Szasz diyor ki, beden için oksijen neyse, ruh için de özsaygı odur. Bir insanın aldığı oksijen biterse bedeni ölür; özsaygısı biterse ruhu da ölür. Sorun, özsaygımızın kaynağını bulabilmekte.”

Eski asistanlarımdan biri, “solungaç” diye bir internet adı aldığında ona bunu değiştirmesini söylemiştim. Solungaç sözünün negatif bir çağrışımı olduğunu düşünüyordum çünkü. Yaşamımızda olumsuz çağrışımları olan isimleri, kavramları kullandığımız sürece, bunlar bize de olumsuz bir program yapıyor diye düşünüyorum. BBC’nin hazırladığı “hipnotizma” ile ilgili bir belgeselde şaşırtıcı bir araştırma paylaşılıyor. Belirli bir tedaviden sonra bir hasta grubuna “Placebo-sahte” ilaç, diğer gruba ise gerçek ilaç veriliyor. Bu tür araştırmaların sonucunda sahte ilaç alanlar da iyileşme gösterir genelde. Fakat bu araştırma daha da ilginç bir netice veriyor. Sahte ilaç alanlar, gerçek ilaç alanlardan daha hızlı iyileşmiş. Dolayısıyla insanın inancı bu örnekte gerçek etken maddelerden daha etkili olmuş.

Ancak bu yazıdaki amacım, insanın inancının ne kadar önemli olduğunu vurgulamak değil. İnsanların “Solungaç”lara duydukları ihtiyacın altını çizmek istiyorum. Geçtiğimiz günlerde bir arada olduğum bir grup profesyonel çalışan üstünde yaptığım gözlemler, onlar ifade etmeseler de hepsinin birer solungaca ihtiyaç duyduklarını hissettirdi. Solungaç deyince, basit birer burun deliği değil, periskop gibi yukarı çıkan boruları kastediyorum. Soluduğumuz hava o kadar kirlenmiş ki, içinde bulunduğumuz hava tabakasının üstünden oksijen almak gerekiyor. Okul, iş ve aile çevremizdeki bu havasızlık psikolojik olarak bizi çok etkiliyor. Nefes alıp verdiğimiz ortam, temel olarak bütün zamanımızı ayırdığımız işimiz, okulumuz ve ailemiz tarafından belirleniyor. Oksijen yetersiz geldiğinde bunalıma / depresyona giriyoruz. Eğer içinde bulunduğumuz ortamdan yeterince oksijen alamıyorsak solungaçlara ihtiyaç duyuyoruz.

Bir akvaryumdaki bulanık su, nasıl balıkları sarhoş ediyor; bilinçlerini belirli ölçüde kapatıyor ve sağlıklarını bozuyorsa, bulanık ve puslu bir ortam da bizlerin bilincini kapatıyor ve sağlığımızı bozuyor. Ancak uzun birer boruya benzeyen ve temiz hava tabakasından oksijen çekebilen solungaçlar işlevsel değil. Marifet, puslu hava tabakasını temizlemek ya da puslu havanın olmadığı bir yere gitmek.

Dünyadaki en büyük sorunlardan bir tanesi ortamdan kaynakları fark etme sorunudur. Nasıl balıklar içinde yüzdükleri suyu fark edemiyorlarsa, birçok insanda ruhlarına yetişmeyen oksijenin aslında o ortamda bulunmadığını anlayamıyorlar. Çalıştıkları şirketi değiştiren birçok kişi, işyerlerini değiştirdiklerinde bir şeylerin değişeceğini zannediyorlar, ama birçok örnekte değişmiyor. Çünkü, iş dünyasının ilkeleri her işletmede geçerli. Aile ortamlarının oksijensizliğinden kaçmak için evlenen insanlar farkında olmadan, kendi anne-babalarınınki gibi bir aile ortamı kuruyorlar. Çünkü aile ilişkilerindeki kullandığımız ilkelerde aynı, kişiler değiştiğinde (akvaryumlar değiştiğinde) sonuçlar değişmiyor.

Peki, ne yapacağız? Bu sorunun cevabı önemli ölçüde, kendi yaşamımızı daha derinden sorgulamaktan geçiyor. Bu sorunun herkese uygun hazır bir cevabı yok. Herkes kendi cevabını bulacak; tabi önce bir cevap ihtiyacı olduğunu fark edecek, daha sonra cevabı arayacak.

5.11.10

Yeni Kapitalistler

“Yeni kapitalistler sıradanı değil farklı olanı, kibri değil tevazuu, almayı değil vermeyi biliyor; kös kös oturmuyor; farklı olanı, değişik olanı çalışma arkadaşlarıyla keşfediyor, tasarlıyor, uyguluyor.

2010 PerYön Kongresi’nde konuşan Ali Sabancı, tüm iş dünyasını temelden sarsacak bir konuşma yaptı. Öncelikle zarif bir şekilde holdingleşmiş aile şirketlerini, daha önceden Strateji Grup Başkanı olduğu Sabancı şirketinden başlayarak eleştirdi. Bu aile şirketlerinin liyakatli seçilmiş insanlar tarafından değil, akrabalık ağının içinde yer almış insanlar tarafından yönetildiğini söyledi. İş dünyasında profesyonel görüntü altındaki “Strateji Raporları”nın geri dönüşümlü kağıtlara basıldığını belirterek aslında bütün bunların göstermelik olduğunu vurguladı. Aile şirketlerinde sağduyunun değil, akrabalık ilişkilerinin hakim olduğunu, danışmanlık şirketlerinin reçetelerinin aile üyelerine değil, sadece çalışan personel için geçerli olduğunu belirtti.

Amerika’da eğitim görmüş Ali Sabancı, sadece Sabancı Grubu içinde değil, dünyanın her yerinde geçer akçe bir insan olduğu düşüncesiyle 35 yaşında grup içindeki Strateji Grup Başkanlığı görevinden istifa ederek Pegasus Hava Yolları’na bir girişimci olarak devralmış. Ali Sabancı ve Pegasus’un Genel Müdürü Sertaç Haybat, yeni bir şirket modeliyle Pegasus Havayolları'nı idare ediyorlar.

Pegasus Türkiye’de ilk kez yolcu yerine misafir taşıdığının altını çizen bir şirket. İnsanların ekonomik fiyatlarla da uçabileceğini ispatlayan şirket aynı zamanda Türkiye’nin en büyük hava yolu şirketi THY’nin de fiyatlarını aşağıya çekmeye zorladı.

Pegasus’u yeni tip kapitalist yapan şey, tüketiciye sunduğu hizmet ya da ekonomik fiyatlar değil, kazancını çalışanlarıyla paylaşması. Türkiye’de vergi öncesi karının %10’un çalışanlarıyla paylaşan başka bir şirket yok (en azından benim bildiğim kadarıyla). Bu %10’u daha önce sadece 3 yıldır Pegasus çalışanlarına dağıtırken, Ali Sabancı’nın içinde yer almadığı bir çalışan kurulu, bu karın Pegasus Hava Yolları’nda sadece 1 yılını tamamlamış herkese dağıtılmasına karar vermiş.

Karın çalışanlara dağıtılmasının birçok sonucu var. Birincisi, herkes şirket kar etsin diye uğraşıyor. Sandviç ve su dahil her türlü ikramın ücret karşılığı sunulduğu uçakta, peynirli sandviç kalmamışsa hostes size ton balıklı sandviç de çok güzel diyor. Yakıt hava yolu işindeki en önemli maliyet kalemlerinden biridir. Pilotlar ise yakıt maliyetlerini yönetebilme imkanına sahip. Eğer yıl sonu karı etkileyecekse, nasıl daha verimli bir şekilde uçarım diye düşünürsünüz. Uçakların sabit bir hıza sahip olduğunu düşünenler tamamen yanılıyorlar. Uçakta da gaza basmak mümkün.

Personele dağıtılacak karın bir üst limitinin olmaması, tüm personelin “Mal Sahabı”na dönüşmesine yol açıyor. “Mal Sahabı” Ali Sabancı’nın sunumunun başlığıydı ve yanlış yazılmamıştı. Her holding ve işletme “Mal Sahabı” için çalışırken, Pegasus Hava Yolu çalışanları, “Mal Sahabı”na dönüşmüştü. Yakında Pegasus Hava Yolu çalışanlarının kartvizitlerinde unvan olarak “Mal Sahabı” yazarsa şaşırmayın.

Pegasus’un ilk ve gösterişli sıra dışı hamlesi, uçağa binince yapılan can sıkıcı güvenlik anonslarının bir ana okulu çocuklarının oynadığı bir video film tarafından yapılmasıydı. Sunumda bu çocukların neredeyse tamamının Pegasus Personelinin çocukları olduğunu öğrendim. Bundan daha fazla aidiyet geliştirici ne olabilir ki? Pegasus ta misafirlerden önce, çalışanlar kendilerini “yıldız” gibi hissediyor.

4.11.10

Referandum ve Çocuk İnadı

"Daha iyi bir yemek önersem size, daha iyi bir çay önersem, daha iyi bir okul önersem, daha iyi bir araba, daha iyi bir ev önersem, daha iyi bir yaşam önersem size, bir çocuk inadıyla cevabınız hayır mı olur?"

Türkiye’de siyasette her şey çok karışmış. Klasik tanımlamalara bakarsak muhafazakârlar değişimi, ilericiler statükoyu savunuyor. Hâlbuki tanım olarak, muhafazakârların mevcut durumu muhafaza etme çabası göstermesi, ilericilerin de değişimi desteklemesi gerekir. Tarihsel olarak sol düşünce, dünyada, homoseksüelliğin normalliği, evrim ve ateizm gibi toplum açısından uç düşüncelere bile açık liberal bir düşünce alanı iken, Türkiye’de sol eğilimli düşünce her türlü yenilikçi ve özgürlükçü fikirlere kapalı, dediğim dedik bir tutum içinde. Aynı şekilde muhafazakârlar da biraz Amerikan pragmatizmiyle, değişik alanlardaki yenilikçi proje ve fikirlere açık bir kafa yapısına sahip. Hatta muhafazakârların fikri açıklığı bazen öyle ileri gidiyor ki, fikir ve eylem özgürlüğünü en çok benimseyen liberallerle muhafazakârların ayrım çizgisi ortadan kalkıyor.

İlerici kabul edilen sol ise, kendini bir çocuk inadına kaptırmış durumda. Çocuklar, bazen inanmadıkları bir şeyi inatçı bir şekilde savunmaya devam ederler. Çocuk savunduğu şeyin yanlış olduğunu bilir; ama bir defa onu savunmaya başladı mı, geri adım atmayı gururuna yediremez ve inatçı bir şekilde onu savunmaya devam eder. Türkiye’de sol çizgideki bazı aydınlar, ki bunların birçoğu dünyanın en iyi okullarında eğitim görmüş, modern ve özgürlükçü çizgideki Batı yaşam tarzının içinde yetişmiş insanlar olmalarına rağmen inatçı birer çocuk gibi fevkalade statükocu bir düşünceyi savunabiliyorlar.

Amerika Birleşik Devletleri ve bu ülkenin özelinde New York’un ve Los Angeles’ın en büyük özelliği, her türlü yeniliğe açık olup bu yenilikleri benimsemeleridir. Doktora tezimin konusu, temel olarak şunu sorguluyor: Neden dünyanın en büyük endüstrileri (bilgisayar, otomotiv, uçak, eğlence vb. gibi) Amerika’da ortaya çıkmıştır da, eski kıta Avrupa’da çıkmamıştır? Bu sorunun uzun bir yanıtı var; ama kısaca söylemek gerekirse Amerika’da yenilikçi fikirlere değer veriliyor. Yenilikçi fikrin kimden geldiğine bakılmıyor; işe yarayıp yaramadığına bakılıyor. Ülkede politik görüşlerin üzerinde bir değişim ve gelişim tutkusu var.

Statükocu (değişim karşıtı) düşüncelere çok odaklandığınızda, değişimi getirme sorumluluğunu da başkalarına bırakmış olursunuz. Diğer bir deyişle, bir evin boyanma ihtiyacı varsa, mantıklı insanlar hangi renge boyanacağını ya da hangi malzemeyle boyanacağını tartışırlar; “hayır ev boyanmasın” diye tutturursanız, kendi seçim hakkınızı evin ne renge boyanacağı ile ilgili renk önerileri getirenlere bırakmış olursunuz.

Türkiye’nin en büyük sorunu, genel olarak yanlış bir gündemin peşinde olması. Kişilerden fikirlere bir türlü geçemiyoruz. Gazete haberlerini inceleyecek olursanız, özneler, tümleç ve yüklemlerden çok daha fazla öne çıkıyor her zaman. Medyada Başbakan, Muhalefet Partisi Başkanı, Genel Kurmay Başkanı, Cumhurbaşkanı ve TÜSİAD Başkanı isimleri binlerce defa tekrarlanarak “Kim” sorusunun üstünde duruluyor. Ama medya ve toplumun geniş kesimi, bir ülke açısından çok daha kritik olan “Ne” ve “Nasıl” sorularına odaklanmıyor. Ülke Ne tip projelerle, Nasıl kalkınır; Neler yapılarak, Nasıl dünya liderliği ele geçirilir yerine, bir şeylere Erkan Yolaç’ın ünlü Evet – Hayır yarışması düzeyinde yaklaştığımız için Referandum günü İzmir Marşı ile evlerimize yollanacağız.

3.11.10

Eğitim Her Engeli Aşar

"İnsanlar görme engelli, işitme engelli, konuşma engelli, zihinsel engelli, bedensel engelli olabilir; ama mühim olan insanın başarı engelli olmamasıdır. Çok değişik alanlarda yetersizliklerimiz olabilir; ama marifet bunlara odaklanmadan başarmak için azmetmektir."

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün eşi Hayrunnisa Gül, ‘Eğitim Her Engeli Aşar’ kampanyasının öncüsü sıfatıyla Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisindeki bir konuşması dolayısıyla görme engelli milletvekilimiz Lokman Ayva’nın düzenlediği bir toplantıya katıldım. Bu toplantıda engelliler ile ilgili çok önemli konular gündeme geldi.

Milli Eğitim Bakanlığı, görme engelli bir öğretmenin atamasını yapacakken bir bürokrat bu atamanın yapılmasına karşı çıkarak engel olmuş. Daha sonradan durumun ortaya çıkmasıyla bu durum düzeltilmiş. “Düzeltilmiş” diyorum; ama düzeltilmiş olan nedir? Sadece yapılmak istenmeyen bir atama yapılmış. Ama neden bir bürokrat görme engelli bir öğretmeni, atamak istemiyor? Eğer öğretmenlik okulundan mezun olduysa, diplomayı ve öğretmenlik ehliyetini aldıysa onu öğretmen olmaktan alıkoyan nedir? Onu atamak istemeyen bürokratın kafasındaki önyargıdır. İş bununla kalmıyor ki, toplumun içinden kim kendi çocuğunu görme engelli bir sınıf öğretmenine vermek ister ki? Halbuki görme engelli bir öğretmen, tüm öğretmenlik eğitimi boyunca engeline rağmen nasıl etkili bir şekilde öğretmenliği yapacağını planlamıştır. Toplum bu tür konularda öyle önyargılı ki, bırakın çocuğunu görme engelli bir öğretmene teslim etmeyi, çocuğunu engelli bir öğrenciyle yan yana bile oturtmak istemiyor. Engelli olmak başlı başına zor bir işken, bir de başka insanların önyargılarıyla ya da hoşgörüsüzlükleriyle mücadele etmek ayrıca zor bir iş. Engelli olmanın yanı sıra, engelli yakını olmak da çok zor. Engellilerin bakım sorumlulukları bir yana, engelli çocuğunuzla bir otobüse bindiğinizde insanlar çocuğunuza tuhaf tuhaf baktığı anda deyim yerindeyse delirirsiniz. Daha önce yazmıştım. Bir otobüse binen engelli bir yetişkini fark eden, oturan yolcular yanlarındaki boş koltuklara çantalarını koyarak engelliyi yanlarında istemediklerini belli etmişlerdi. Bu insanlara vicdansız diyebilirsiniz; ama önce bu insanların empatilerinin hiç olmadığını vurgulamak gerekiyor.

Engelli insanlara toplumun alışması gerekiyor. Bir engelli komşumuz, okulda arkadaşımız, iş yerinde meslektaşımız, otobüste ya da uçakta yoldaşımız, alışveriş yaptığımız mağazada müşterimiz veya satış asistanımız ya da yöneticimiz olabilir. Hiçbir engellinin engeli kendi seçimiyle ve tercihiyle gelmemiştir; kaçınılmaz bir şekilde bu engelleriyle yaşamaktadır. Dolayısıyla yaşamları boyunca kendilerine eşlik eden engelleri olan insanlara köstek değil, destek olmalıyız. Engellilerin toplumla bütünleşmesi için ailelerinin onları saklamak yerine, onların öğrenim görebilmeleri için ellerinden gelen tüm çabayı göstermeleri gerekir. Ayrıca engellilere iş vermek için de hazır olmalıyız; çünkü bir engellinin iş bulabilme şansı, sıradan insanlardan bile daha düşük. Bir engellinin kendi ayakları üstünde durması, toplumla bütünleşebilmesi öğrenim görmesine ve çalışmasına bağlıdır.

Sabah Gazetesi’nden Cemallettin Gürsoy toplantı sırasında çok ilginç bir tespitte bulundu. Samanyolu Televizyonu’ndaki Beşinci Boyut dizisinde kötü insanlar bölümün sonunda hep kötürüm oluyor. Filmin sonunda ya kör oluyorlar ya da kaza geçirip başka bir organlarını kaybediyorlar; dilleri tutuluyor. Bu filmlerin senaryo sonlarını yeniden yazmak gerekir. Zaten toplumda engellilerle ilgili yeterince önyargı var. Bir de diziler dolayısıyla, bu insanlara “Bu kişi engelli, herhalde zamanında ya kendisi ya ailesi büyük bir yanlış yaptı” önyargısı gelişiyor. Kendi engeliyle yaşamaya çalışan kişi, bir taraftan da bu önyargılarla mı boğuşmalı? Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün eşi Hayrunnisa Gül’ün öncülüğünü yaptığı ‘Eğitim Her Engeli Aşar’ kampanyasının da vurguladığı gibi, eğitim her engeli aşar. Düşünceler eğitimle değişir.

1.11.10

Yazar mısınız?

"On yıl boyunca eşinize dostunuza bir öyküyü anlatmaktan bıkmıyorsanız, bu öykü gerçekten çok güzel ve klasikleşmiş bir öykü olmuş demektir."

Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da şehir hatları vapurunda çok ilginç bir konuşmaya istemeden şahit oldum. Hemen önümde oturan iki adam konuşuyordu. Biri diğerinin çocuğunun liseyi uzak bir doğu ilimizde okuduğunu öğrenince şaşırmıştı. Çocuğu neden İstanbul’da değil de, o kadar uzak bir ilde okutuyordu ki? Çocuğun babası çok ilginç bir cevap verdi. “Bir öyküsü olsun istiyorum” dedi. “Başka şehirde okumak, gözlem yapmak için fırsat verir. Yabancı bir yerde insan zorluk çeker, zorluk olunca üzüntü olur, çözüm olur, keyif olur. Çocuğun bir hikayesi olur. Mezun olunca da o hikayeyi anlatır. Bakarsın yazar olur. İstanbul’da okusa ne olacak? Sıradan bir yaşamı…” Bu babanın düşüncesi gerçekten çok farklıydı. Bulduğu çözümün doğruluğu tartışılır; ama teorisi mantıklıydı. Bir hikayeye sahip olmak için zorluklar, problemler yararlı görünüyor.

www.bizyazariz.net isimli bir site kurdum. Bu site, insanların başından geçen sıra dışı öyküleri derlemeyi ve daha sonra basılı olarak yayımlamayı amaçlıyor. Sıradan insanların her birinin kendilerine göre müthiş öyküleri olduğunu fark ettim. Derler ya “hayatımı yazsam roman olur”, belki roman olmaz ama güzel bir öykü olabileceğini düşünüyorum. Öykü dinlemeye bayılıyorum. Evlenme öyküleri, sınav öyküleri, yolculuk öyküleri, iş başvurusu öyküleri, tatil öyküleri herkesin başından birbirinden ilginç sıra dışı öyküler geçiyor. En güzel öyküler de zamanla unutulmayanlar. Siz de www.bizyazariz.net adresine başınızdan geçen sıra dışı bir öykü yazabilirsiniz.

www.bizyazariz.net’e ilk gelen öykülerden bir tanesi çok ilginç, Cem Mirza yazmış: "Hayatımın sıradan günlerinde gelecekte neler olacağı hep soru işaretiydi. Üniversitenin bitimine doğru bir kitap fuarında sıra dışı birisiyle tanıştım. Sözlerini elime yazacak kadar etkilemişti beni. Sıra dışı düşünmek gerekli diyordu. Bu karşılaşmadan sonra artık başka birisiydim. Somurtkan ve sıradan düşünen biri değildim artık. Çocukken futbolcu olmak istemiştim; ama artık çok geçti. Ama çok iyi koşuyordum ve hakem olabilirdim. Hakemlik sınavını geçtim. Ama hakemliğimi resmileştirebilmem için en az 5 maça çıkmam gerekiyordu. Okulun bitmesine az kalmıştı. Bu sürede en fazla bir iki maça çıkabilirdim. Sıra dışı bir şey yapmam gerekiyordu. Bir turnuva düzenledim; bir ayda 25 maça çıktım böylece. Şu an üçüncü ligde hakemlik yapıyorum ve hakemlikten futbol oynamak kadar zevk alıyorum.

Birgün E-5 te otostop çekiyorum ama kimse almıyor. Yarım saat geçti aradan. Aklıma hemen sıra dışı bir şey yapmak geldi. Bir kağıda ''yarım saatliğine bir mühendisle yolculuk etmek ister misiniz?'' diye yazdım. Bu fikir tutmuştu. Okul yıllarında otostop çekerken hep bu kağıdı kullanıyordum. Artık bazen lüks marka arabalara biner olmuştum okula giderken... Otostop çektiğim adamlardan biri çok zengindi ve yazılım firması vardı. Bir gün firmaya ziyaretime gel dedi. O gün beni denemek için yazılımlarla uğrastırdılar. Ama ben bu yazılımlardan pek anlamıyordum. Yazılım geliştirmeni dışında başka bir şey deneyebilir miyim dedim. başka bir yol bulmalıydım ve ben bunları satmayı deneyebilir miyim dedim. Tamam dediler normalde ayda 2 tane satılan o programdan ben bir günde 3 tane satınca asla vazgeçmeyecekleri bir eleman oldum. Aradan geçen zamanla alanımda en iyi satış mühendisine döndüm. Arka arkaya 3 ay ayın elemanı seçildim. Nereden nereye eğer o gün o fuara uğramasaydım belki de sıradan biri olarak kalacaktım."

31.10.10

Kendi Everestinize Tırmanın

"Herkes Everest'e tırmanamayabilir ama herkesin tırmanabileceği bir Everest'i vardır. Marifet bu Everest'i bulmak ve bu Everest'e tırmanmak için kendi en iyimizi ortaya koymaktır."

Nasuh Mahruki’nin son kitabının başlığı “Kendi Everestinize Tırmanın.” Everest’e tırmanan ilk Müslüman ve Türk Dağcı olan Nasuh Mahruki’nin yaşamı insanlara hizmet etmekle geçmiştir. Kendisi deyim yerindeyse dünyada tırmanılmadık dağ bırakmamıştır. Nasuh Mahruki’nin kurucusu olduğu Arama Kurtarma Derneği (AKUT) yıllardan beri dağda ya da enkaz altında kalan binlerce insanı kurtarmıştır. Nasuh Mahruki ve arkadaşları aksiyon filmlerinde gördüğümüz gibi insanlardır. Bir farkla onların hayatı film değil, gerçektir. Doğu Anadolu’da karın kapattığı bir köy yolunda kar motosikletiyle doğum yapmak üzere olan bir kadını hastaneye yetiştiren bir AKUT gönüllüsüdür. Ünlü bir politikacı ya da sıradan insanlar dağda kaybolduğunda ilk harekete geçenler yine AKUT gönüllüleridir. Bütün bunları niye anlatıyorsun diye sorarsanız, Kendi Everestinize Tırmanın kitabını yazan Nasuh Mahruki’nin sözlerinin çok sağlam temellere dayandığını söylemek istiyorum. Kişisel gelişim kitaplarının yazarlarının ve konuşmacılarının birçoğu hayatları boyunca ciddi hiçbir şey yapmamışlardır. Ne ciddi bir tehlikeyle yüzleşmişler, ne çok önemli kararlar almışlar, ne de çok büyük başarılara imza atmışlardır. Birçoğu yaşadığı ülkenin bile dışına çıkmamıştır, ama başka insanlara yol göstermektedir.

Nasuh Mahruki, yıllardan beri kişisel gelişim seminerleri de vermektedir. Ama kitap yazmak başka bir şeydir. Bence Nasuh Mahruki bu kitabıyla kişisel gelişim alanına profesyonel bir giriş yapmıştır. Kendi Everestinize Tırmanın başlıklı kitabın içeriğinde yılların dağcılık, keşif ve kurtarma tecrübesi bulunmaktadır. 376 sayfalık kitabı bir çırpıda okudum. Kitabın sayfalarında Nasuh Mahruki ile dağlara tırmandım; buzul çatlaklarına düştüm; Gölcük depreminde bir çocuğu kurtarmaya çalıştım, Antartika’ya gittim, üşüdüm, halüsinasyonlar gördüm, sıcak evime döndüm. Bütün bunlardan Nasuh Mahruki’nin yardımıyla 64 tane ders çıkardım. Onun yardımıyla bulduğum ilk ders “Hayatın İçinde Kendi Yerimi Aramak” oldu. Bir insan olarak bu dünyaya nasıl katkıda bulunabilirim? İyi ve ahlaklı bir insan olarak kendimi nasıl geliştirebilir ve nasıl hizmet edebilirim?

Nasuh Mahruki’nin bence rehberlik ettiği en önemli derslerden bir tanesi de “İçimdeki en iyi beni aramak” oldu. Nasuh Mahruki içimizdeki en iyi beni bulmanın aslında içimizdeki en iyi beni inşa etmek olduğunu söylüyor. Abraham Maslow’a referansla yapabileceğimizden daha azını yaparsak, bu yaşamın sonunda mutsuz olacağımız belirtiyor.

Kendi adıma kitabın en beğendiğim bölümleri risk yönetimiyle ilgili olan bölümler oldu. Dağlarda ya da kurtarma operasyonlarında riske hazırlanmış, riskle karşılaşmış ve riski yönetmiş sanırım dünyada Nasuh Mahruki’den daha deneyimli çok az insan vardır. Hayatımızın ve kariyerimizin her anının hesaplanabilir ve hesaplanamaz risklerle dolu olduğunu düşünürsek risk yönetmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Nasuh Mahruki’nin birinci sınıf yaşanmış örneklerle açıkladığı risk yönetimi kitabın bence en özel bölümlerinden.

Kitabın içindeki 64 dersin her biri, her hafta okullarda bir ders saatinde tartışılacak olsa öğrenciler harika bir odaklanma yaşardı diye düşünüyorum. Toplumumuzda Nasuh Mahruki gibi özü sözü bir, dürüst ve çalışkan, problem çözen, yardım eden insanlara ihtiyacımız var. Teşekkürler Nasuh. İyi ki varsın.

10.10.10

Harikulade Bir Başarı Öyküsü: Lokman Ayva

“Kalp gözünün körleşmesi, fiziksel gözün körleşmesinden daha tehlikelidir. Ölümün en güzel yanı, sonunda hepimizi eşitleyecek olmasıdır.”

Engellilerle ilgili bir yazı yazmaya hazırlanırken Lokman Ayva’nın özgeçmişini de araştırdım ve belki bazılarınızın bildiği harikulade bir başarı öyküsüyle karşılaştım. Bir başka yazıda Türkiye’de engellilerin sorunlarını ve diğer insanların onlara bakış açısını yazacağım.

1966 Yılında Konya’nın Başköy kasabasında doğan Lokman Ayva 11 yaşında geçirdiği menenjit hastalığı sonucu görme yeteneğini kaybetti. Eğitimine bu sebepten dolayı 5 yıl ara vermek mecburiyetinde kaldı. Lokman’ın babası bir devlet kurumunda odacılık yaparken, şef, ziraat mühendisi gibi elemanlar daireye gelirken oğlunu başkalarından hep saklardı. Böyle bir psikolojide yetişen Lokman, yabancı kişilerle de konuşurken hep kekelerdi. Yaz aylarında açılan bir okuma-yazma kursuna katıldı ve Braille (kabartma) yazıyı orada öğrendikten sonra 1982 yılında Ankara Körler Ortaokuluna başladı ve 1985 yılında bu okuldan mezun oldu. Okula gelene kadar babası, Lokman’ın bir şeyler yapabileceğine pek inanmazdı. Babası, Körler Ortaokulunun kör müdür yardımcısını ve bir İngilizce öğretmenini görünce oğlunun da bir İngilizce öğretmeni olmasını gönülden arzu etti ve bundan böyle daha büyük bir şevkle çocuğunu okutmak istedi. Lokman, hem fizikî bakımdan, hem de ailesinin maddî yetersizliklerinden ötürü çok zorlanmasına rağmen büyük bir azimle eğitime devam etti. Ailesi, yol parası bulamadığı için, çoğu kez komşuların yardımına da ihtiyaç duyardı.

Lokman, Körler ortaokulunda özgüvenini iyice geliştirdi. Öğretmenlerin kendi hayatlarından bahsetmeleri, onu derinden etkiledi. Bir gün rehberlik servisine gittiğinde, heyecandan yine kekeledi. Rehber öğretmenleri, bunun üzerine “madem zorlanıyorsun o hâlde bu problemin üstüne gidelim” dediler. Bunun üzerine tiyatroda çalıştı. Olumsuz psikolojisini yıktı ve kör olduktan sonra hiç tatmadığı başarma duygusunu orada tatmaya başladı. Lokman Ayva, okul yıllarını hatırladığında bir başarı öyküsü hiç unutamaz: “Orta birde fen bilgisinde 10 kişi 2 aldı, bir ben 5 aldım. Öğretmenimiz, herkese çay ısmarladı ve ‘Lokman’ın çayı 2 şekerli olsun’ dedi. Bu benim gerçekten çok hoşuma gitmişti. Bu duygular, benim okulu birincilikle bitirmeme sebep olmuştur”. Lokman, kazandığı bu özgüvenle çok azimli çalıştı ve sadece ortaokulda değil, lise ve üniversitede başarılı oldu. 1988’ de Ankara Bahçelievler Cumhuriyet Lisesi’ni tamamladıktan sonra aynı yıl içinde Boğaziçi Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, İşletme Bölümüne kaydını yaptırdı ve 1993 yılında mezun oldu. 1993-1996 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İşletme Bölümünde ayrıca Yüksek Lisans yaptı. Aradan uzun geçen yıllar sonra şimdi de yine Boğaziçi Üniversitesi’nde doktora yapıyor.

Lokman Ayva, üniversite eğitimi ile birlikte çeşitli şekillerde iş hayatını da sürdürdü. Ancak, kendisi örgütlü kör hareketinin içerisinde yönetici konumlarda bulunmak ve özürlülerin sosyal sorunlarıyla ilgilenmekle ün yapmıştır.

Sıkıntı içerisinde yaşayan özürlü insanlarımızın yaşadığı problemleri en aza indirgemek isteyen ve onlara müreffeh bir hayat sunma yönünde çaba sarf eden Lokman Ayva, başkanlığını yaptığı Beyaz Ay Derneği bünyesinde engelli insanlarımızın sahip oldukları engelli psikolojilerini yıkarak, normal bir insan gibi hayata adaptasyonları noktasında yoğun çalışmalar sarf etmiştir. Bir mülakatta, “sosyal ve fiziksel sistemler, belirli bir insan tipine göre ayarlanmış. İşte bu bakış açısını değiştirmek için, ya sistem içinde olacaksınız ya da açıyı genişleteceksiniz. Bizler de sistem içinde olamayacağımıza göre açıyı genişletmemiz lâzım” diyen Lokman Ayva bu uğurda çok çaba sarf etmiş ve toplumun özürlülere daha hoşgörülü bakması yönünde bilimsel, sosyal ve siyasî faaliyetlerde bulunmuştur. 3 Kasım 2002 seçimleriyle birlikte Türk siyasî tarihinde ilk defa görme engelli bir kişi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girme şansını elde etmiştir. Milletvekili olduktan sonra TBMM’de yapılacak törende ‘yemin metnini’ nasıl okuyacağını Meclis Genel Sekreterliği’ni soran Lokman Ayva’ya, “Şimdiye kadar hiç böyle bir ihtiyaç olmamıştı. Maalesef öyle bir metin elimizde yok” cevabını aldı. İyi bir hafızaya sahip olan Lokman Ayva, buna rağmen kabartma bir metin hazırlatılmasını talep eder ve yemin töreninde de kabartma metninden yeminini okudu.

19.9.10

Kaderiniz elinizde mi, değil mi?

Kiminle evleneceğinize, hangi okula gideceğinize, hangi işe gireceğinize kim karar veriyor? Küll-i irade ve cüzzi irade diye ilkokuldayken din dersinde bir kavram öğrenmiştim. Küçük şeylere biz insancıklar karar verirken, büyük şeylere Allah karar veriyor. Kaderle ilgili birçok tartışma olsa da, evlilik, okul ve iş gibi bazı temel konularda bizim inisiyatifimizin çok az olduğunu düşünüyorum. Bu konulardaki son kararlar bizim elimizde olmasa da olası en iyi ve hayırlı seçeneklere ulaşmamız bizim cüzi irademizin gayretlerine bağlıdır. Ramazan ayında Kahramanmaraş’ta Güvenmez ailesine iftar için misafir olduğum zaman bu konu yine gündeme geldi. Yine o görüşümü tekrarladım. Hangi okula, hangi işe gireceğimiz, kiminle evleneceğimiz bizim elimizde değil dedim ve bu fikrimi teyit eden Muhsin Güvenmez’in öyküsünü öğrendim.

Muhsin ve ağabeyi henüz 12-13 yaşındayken Alata Teknik Bahçıvanlık Okulu sınavlarına girmek üzere Adana’dan Mersin’e gittiler. Muhsin, ağabeyi Mehmet'ten bir yaş küçük olmasına rağmen ilkokulu ağabeyiyle birlikte o sene bitirdi. Mersin’in Erdemli ilçesinde sadece ortaokul düzeyinde eğitim veren bu okul, onların erken yaşta meslek edinmelerinin tek yoluydu. Okula gidip müdürün odasına çıktılar. Biz sınavlara girmek istiyoruz dediler. Müdür yaşlarını sordu. Muhsin’e dönüp bu sene 1950 doğumluları değil, 1949 doğumluları alıyoruz dedi. Ağabeyiyle bakıştılar. Muhsin bu okulun sütçülük şubesinde o sene öğrenci olamadığı için işçi olarak girdi. Ağabeyi de sınavlara girip kazandı. Bir sene çabuk geçti. Ağabeyi ikinci sınıfa geçmişti. Muhsin kendini gireceği Türkçe, matematik ve biyolojiden oluşan 3 aşamalı okula giriş sınavına hazırladı. Artık sadece sınava girecek, geçecek ve okulun işçisi değil, öğrencisi olacaktı. Karnesini alan ağabeyiyle yaz tatilinde çalışmak üzere babalarının yanına tekrar döndüler.

Muhsin’in kafasında sadece o sınav vardı. Okumayı o kadar çok istiyordu ki yolculuk sorunu ve yer bulamama gibi olasılıkları en aza indirmek amacıyla sınav tarihinden 3 gün önce Mersin’e gitmeye karar verdi. Otobüs mersin otogarına doğru giderken mersinin girişinde olan Teknik Ziraat Müdürlüğü’nün önündeki bahçede bir kalabalık olduğunu fark etti. Hemen otobüsü durdurup indi ve koşarak kalabalıktan birisine bu kalabalığın nedenini sordu ve o şok edici cevabı duydu. O gün o saatte okulun giriş sınavı yapılıyordu. Muhsin sınav tarihini yanlış biliyordu. Tekrar dönüp sınavın nerede yapıldığını öğrendi. Koşarak okula vardığında sınav çoktan başlamıştı. Sınava gireceği sınıfın kapısına geldi. Sınıfa girmek istedi, ama kapıdaki görevli onu içeri almadı. İçeride gözetmen olarak Müdür Recep Meriç bulunuyordu. Sıraların arasında gezinip duran müdürle göz göze gelmek için hizalı bir şekilde dışarıda bekliyordu. Sonunda Muhsin’i fark eden müdür kapıya kadar geldi. “Hayırdır, Muhsin” dedi. Muhsin heyecanlı heyecanlı sınava girmek istediğini, sınav tarihini 3 gün sonra sandığı için geç kaldığını söyledi. Onu sınava aldıkları takdirde 20-25 dakikadır içeride sınav olan öğrencilerle birlikte çıkacağını belirtti. Buna rağmen müdür gelecek seneki sınava girebileceğini söyledi. Bunun üzerine zaten bir senedir okumayan Muhsin eğer o sene okula kayıt yaptıramazsa hiçbir zaman okuyamayacağını anlattı. Müdür gözlerinden okuma aşkı fışkıran bu kan ter içinde kalmış öğrencinin gözlerine bakarak biraz daha düşündükten sonra beklemesini istedi. Öğrenciler sınavdan çıktılar. Muhsin merakla müdürün yanına koştu. Müdür “seni bu sınavdan sıfır aldın varsayıyoruz. Normalde üç sınavdan herhangi birisine giremeyen öğrenciler diğer sınavlara da giremiyor. Ama sana öğleden sonraki matematik ve biyoloji sınavlarına girme hakkı tanıyorum, yeterli puanı alırsan, belki bir ihtimal kazanırsın’’dedi. Öğleden sonraki iki sınava da giren Muhsin yeterli puanı alarak okula kayıt yaptırma hakkı kazandı. Okula kaydını, sevinci içi içine sığmayarak yaptıran bu okuma aşığı çocuk Alata Teknik Bahçıvanlık Okulunu birincilikle bitirdi. Bu öyküdeki Külli İrade, küçük Muhsin’i sınava üç gün önce gönderiyor; cüzi irade ise sınavı kazanabilmek için elinden gelen iyi şekilde hazırlanıyor. Ama Külli irade istemezse, üç gün önce de olsa yola çıkan otobüsün lastiği patlar, Küçük Muhsin o sınava yine giremez.

Not: Evlilik, iş ve okulla ilgili benzer öyküleriniz varsa gönderirseniz okumak isterim.

9.5.10

Özer'in Öyküsü

İlkokulun birinci günü Özer’i okula babası götürdü. Okula varınca babası, “Özercim, okul eve çok yakın. Akşam çıkınca kendin gel.” Dedi. Küçük çocuk biraz endişelendiyse de, “tamam baba” dedi. Okul bitip dışarı çıkınca sokakları karıştırdı. 10-15 dakika bir sokaktan çıkıp öbürüne girdi. Ne yapsa sonuçsuzdu; evin yolunu bulamıyordu. O endişe halinde sokağın köşesinde bir oyuncakçı dükkanı gördü. Oyuncakçı dükkanına girdi; trenlere, Legolara baktı. Korkusu biraz geçmiş ve sakinleşmişti. Sonunda evin yolunu buldu ve eve gitti. Eve geç kaldığını annesi ve babası fark etmemişti. O akşam odasına çekildiğinde günün bir incelemesini yaptı. “Ne olmuştu?” “Sabah babası bildiği yoldan onu okula götürmüştü, iyi de olmuştu; böylece okula zamanında varmıştı. Akşamsa yeni yollara girip kaybolmuştu; ama bir dükkan keşfetmişti. Eğer başka yollara sapmasa oyuncakçıyı bulamayacaktı . Öyleyse zaman kısıtlı iken bildiğimizi yapmaktan şaşmamalıyız. Ancak zaman varsa yeni yolları, yeni seçenekleri denememiz gerekir.” Özer bu anlayışı, bir yaşam düsturu olarak benimsedi.

İlkokuldayken hiç reklamı olmayan, kimsenin dinlemediği müzikleri dinlemeye ve izlemediği filmleri izlemeye, kimsenin okumadığı kitapları okumaya başladı. Altıncı sınıfa geldiğinde İngilizce öğrenmesi gerektiğini hissetti. Ailesinin teşviki olmadan bir İngilizce kursuna yazılacaktı. Para lazımdı. Babasına sorarak evdeki eski kitapları tezgah açıp satmak istedi. Babasının onayıyla bulduğu tahtalardan bir tezgah hazırladı. İşler iyi gitti ve neredeyse tüm kitapları sattı. Kazandığı parayla kursa yazılmadı ama, gitti daha fazla eski kitap aldı. Eğer parayı kursa yazılmak için kullansaydı, ikinci ayın taksidini ödeyemezdi. Bu arada Üsküdar ve Kadıköy belediyelerinin açtığı ücretsiz Flüt, tiyatro ve bilgisayar kurslarına yazıldı. Okulda oldukça popülerdi, çünkü hem güzel sanatlar alanındaki gelişen yetenekleriyle insanların dikkatini çekiyordu hem de okuduğu farklı kitaplar ve izlediği farklı filmler sayesinden hep anlatacak ilginç bir şeyleri oluyordu.

Liseye geldiğinde bir İstanbul Kaşifi oldu. Elindeki mavi kart (günümüzün sınırsız akbili) ile otobüsle bütün İstanbul’u defalarca gezdi. Bütün müzeleri, kasırları ve kenar mahalleri. Lise ikinci sınıfa geldiğinde konserlere, balelere, tiyatro gösterilerine gitmeye başladı. Her etkinliğe giderken de yanında bir kayıt cihazı da götürürdü. Bu kayıt cihazı sayesinde gösterinin müziklerini evinde tekrar dinlerdi. Lise sonda üniversiteye de hazırlanması gerekiyordu ama Özer bir gün geziyor, bir gün üniversite hazırlık kursuna gidiyordu. Kimse onun üniversite kazanacağını beklemiyordu. Sınav sonuç belgesinde Kastamonu’da bir okula girdiği yazılıydı. Kastamonu’ya gittiğinde okuldaki arkadaşlar batsın bu dünya modundaydı. Hepsi yeniden sınava girmeye ya da yatay / dikey geçiş yapmayı düşünüyorlardı. Özer’se Kastamonu da olduğuna çok mutluydu. Çünkü İstanbul onun için bitmişti. Kastamonu da ise keşfedecek çok şey vardı. 30’a yakın evliyanın mezarı, tarihi camiler, tipik Osmanlı evleri ve Türkiye’nin manen en sevilen dağı: Ilgaz Dağı. Kısa sürede Kastamonu’yu keşfetti. İlgili bir turizm vakfından aldığı onayla gönüllü turizm rehberi oldu. Bu rehberlik işi onu binlerce kişiyle tanıştırdı. Hem rehberlikten bahşiş alıyordu; hem de en iyi restoranlarda turistlerle bedava yemek yiyordu. Kastamonu’nun itibarlı bir insanı olmuştu. Birinci yılında İstanbul’lu bir işadamı onu çok sevdi ve onu İstanbul’a staja davet etti. İkinci yıl Belçika’lı bir aile yaz tatili için Belçika’ya, üçüncü yıl Amerikalı bir aile Kuzey Karolayna’ya. Dördüncü yıl okul bitince hemen askere gitti. Askerden dönünce hiç iş aramadı. İş onu arıyordu çünkü. Sosyal becerileri fevkalade gelişmiş, İngilizce konuşan, Avrupa ve Amerika görmüş, kültürlü, problem çözebilen bir insandı çünkü.

10.4.10

Başarının Yeni Sırrı: Doğal Olmayan Kaynaklar Geliştirmek

Bazıları zengin bir ailede ya da zengin bir coğrafyada doğar; ama marifet sıfırdan kalben, manen ve maddeten zenginleşmek ve başkalarına yardım etmektir.

10 günlük bir seyahat ve Sıra Dışı Anne-Babalık, Sıra Dışı Öğretmenlik Teknikleri başlıklı konuşma programları için Sanat Arat ile birlikte Sri Lanka ve Maldivler'e gittik. Bu seyahatten edindiğim bazı izlenim ve düşünceleri paylaşmak istiyorum. Önce İstanbul’dan Birleşik Arap Emirlikleri’nin başkenti olan Abu Dabi hava limanına uçtuk, oradan aktarma ile Sri Lanka’ya geçecektik. Uçaktan inince hava limanına girdiğimizi sanarken bir de baktık ki, Duty Free Shop-Vergisiz Alışveriş merkezinin içindeyiz. Tamamen satışa odaklanmış bir hava limanı. Hava limanı içinde yer hizmetlerinin ulaşımı için kullanılan araçlar BMW’nin en lüks ve en son modelleri. Normalde bu tür arabalar, daha sıradan ve fonksiyonel olur. Hava Limanındaki alışveriş merkezinde yerel hediyelik eşyaları saymazsak Birleşik Arap Emirliklerine ait hiçbir şey satılmıyor. Petrol zengini bu ülke, paranın gücüyle müthiş bir mimari yapılaşmaya ve gösterişe sahip; ama bu gösteriş daha çok kabuk düzeyde; içi pek dolu görünmüyor. Sanat Arat soruyor: Bir gün petrolleri biterse ya da dünyada petrole ihtiyaç kalmazsa ne yapacaklar?

Sri Lanka, İngiliz sömürgesi bir ada olmaktan çıktıktan sonra çok fazla gelişememiş. İngiliz Sömürgesi oldukları dönemde eğitim dili İngilizce iken, 1980’lerin başında yerel lisan olan Sinhala diline çevriliyor. Eğitim dili Türkiye’de oldukça tartışmalı bir konudur. Bu konuya yaptığım seyahatlerden bakınca manzara farklı görünüyor. Anaokulundan ya da ilkokuldan başlayan ve İngilizce olarak yapılan bir eğitim çocukların ana dili gibi İngilizce öğrenmesine yol açıyor. Bir ülkenin vatandaşlarının çoğunun İngilizce konuşması küresel dünyaya daha iyi uyum sağlamalarına yardım ediyor. Ticaret, turizm ve eğitim açısından bugün için geçerli dil İngilizce. Sanat Arat soruyor; “Neden İngilizce? Neden başka bir dil değil?” Bu sorunun cevabı basit, ekonomik ve siyasi olarak üstün olan ülke (Amerika) kendi dilini dünya dili yapıyor. Olasılıkla Sinhala dili, hiçbir zaman dünya dili olmayacak. Türkçe’nin bir gün dünya dili olma olasılığı var. Bu konuda en büyük etkiyi dünya çapında yayılmış Türk okulları oluşturuyor. Dünyanın dört bir köşesindeki Türk okulları, bu ülkelerin vatandaşlarına çok üst düzey seviyede Türkçe öğretiyor.

Maldivler, Hint Okyanusu’ndaki muhteşem, dünyadaki cennet buraları denecek kadar güzel adalarıyla ünlü. Adaların kıyılarında binlerce rengarenk balık ve mercanlar var. Dünyada profesyonel ekipman olmadan balıklarla yüzebileceğiniz nadir yerlerden biri. Türkiye’de ortalama turist başına harcama 659 dolarken, Maldiv’de ortalama turist başına harcama 755 dolar. Maldivler yaklaşık 100 dolar daha fazla kazanıyor. Maldivler’de bir üniversite yok. Maldiv ekonomisinin tamamı turizme dayanıyor. Bu arada neden Maldiv’de "turist başına gelir", Türkiye’den daha yüksek? Bunun nedeni basit, Allah Maldiv’e bir lütufta bulunmuş; tabiat güzelliklerinin en güzelini vermiş. Biz Türkler olarak ülkemizin tabiat güzelliklerine aşık olsak da Maldivler’deki gibi bir okyanusumuz ve adalarımız yok. Ama dikkat ederseniz Türkiye’deki turist başına harcama sadece 100 dolar kadar düşük. Türkiye’de Maldiv’de hiç üniversite olmamasına karşın Türkiye’de 100’e yakın sayıda üniversite var. Türkiye’de biz doğal güzelliklerimizin üzerine binden fazla 5 yıldızlı tatil köyü yaptık. Türkiye’nin dünyada bir başarısı varsa, bu başarılar bilgi ve çalışkanlıkla hayata geçirilen projeler sonucunda ortaya çıkmıştır. Anlayacağınız marifet, petrol kaynaklarının üstündeki Birleşik Arap Emirlikleri ya da dünyanın en güzel adalarının üstündeki Maldivler gibi coğrafi olarak avantajlı bölgelerde doğmak değil, doğduğumuz yer neresi olursa olsun, bilgi, çalışkanlık ve yaratıcılıkla dünya çapında başarı elde etmek. Sri Lanka ve Maldivler’deki Türk okullarındaki yönetici ve öğretmenlerimiz de bulabildikleri en iyi kaynakları çalışkanlıklarıyla birleştirip eni iyi eğitim hizmetini vermeye çalışıyorlar.

3.1.10

2009’da Neler Öğrendim?

Her yıl başı, o yıl neler öğrendiğimin kişisel bir muhasebesini yapıyor ve paylaşıyorum. Birçok okurum beni takip ederken, kendi öğrendiklerini de yazıyorlar. Siz de deneyebilirsiniz.

Ocak / Çalışanlarını kollayan işletmelerin, işletmelerini kollayan çalışanların İnsancıl Kapitalizmi hayata geçirebileceklerini, huzurun paradan daha önemli olduğunu ama insanların bunu anlamadığını, ruhu fakir olanların stokladığını, ruhu zengin olanların paylaştığını öğrendim.

Şubat / Esneklik göstermesini, yumuşak bir yaklaşım göstermesini bilmeyen annebabaların çocuklarını kaybettiklerini, keskin sözlerin niyetleri temsil etmediğini ve niyetlere değil bu sözlere cevap vermenin çıkmazlar oluşturduğunu; korku filmi izlemek yerine memurların üst düzey bürokratları kızdıracak bir şeyler yapmasının daha dehşet verici olduğunu öğrendim.

Mart / Manisa’daki muhteşem mekan Ayn-ı Ali’de, Dr. Ömer Karakaş ile İkinci Murat’ın neden padişahlığı 12 yaşındaki oğluna bıraktığını, buna karşılık küçük bir şirketi bile 20 yaşındaki oğullarımıza neden bırakamadığımızı öğrendim.

Nisan / Genç insanların hata yapabildiğini, hata yapanlara ne kadar sancılı olsa da hatalarını söylemek gerektiğini, ama zaman tanımak gerektiğini, insanları değişebildiğini, olgunlaşabildiğini hatırlamak gerektiğini öğrendim. Sıra Dışı Yaşam Becerileri'nin "Her yeni insan hayatımıza verilen bir hediye olabilir" düsturunu hiç akıldan çıkarmamak gerektiğini yoksa önemli bir genç ile tanışamayacağımı öğrendim.

Mayıs / En büyük yoksulluğun umutsuzluk olduğunu, Yüce Allah’ın bazen hiç beklenmeyen anda umut cinsinden rızkını verebildiğini öğrendim.

Haziran / Türkiye’de karşılaşabileceğim belki de en müthiş iki kişisel gelişim öyküsünün Elazığ'da Beyza Yıldırğan'ın kelimelerine ve Esra Gülmez'in çocuklarını eğitme mücadelesinin kendi yaşam serüvenine sığacağını şaşırarak gözyaşları içinde öğrendim. (Meraklısı benim yazımlarından araştırabilir.)

Temmuz / Projesi olan insanları zamanının az, üretmekten aldıkları keyfin çok olduğunu, yaz aylarının kitap okuma ve yazma projeleriyle güzelleştiğini öğrendim.

Ağustos /Ağrı Dağı’nda dağ suyundan yapılmış bir çorbanın kararlı bir dağcıyı durdurabileceğini, başarı için kondisyondan çok hırsın önemli olduğunu, kanser denilen illetin bazen teşhisten hemen bir ay sonra şaka yaparcasına bir insanı alıp götürebileceğini öğrendim. Ölümü erteleyemeyeceğimizi ama düzenli olarak yüzerek daha kaliteli bir şekilde yaşayabileceğimizi; uzun yaşamanın sırrının zengin bir sosyal ilişki ağıyla birlikte kendi işimizi kendimizin gördüğü bir köy evinde yaşamak olduğunu öğrendim.

Eylül / İftar hazırlamanın, iftar etmekten daha güzel olduğunu, görmenin ve kokuların insanı doyurduğunu, hafif bir iftar yemeğinin ağır bir iftar yemeğine kıyasla özellikle sofradan kalktıktan sonra insanı çok daha fazla mutlu ettiğini öğrendim. İnsanın özellikle başkaları için ettiği duaların kabul olduğunu öğrendim. İzmir'deki en güzel serüvenlerden birinin Karşıyaka'dan Kuş Cennetine kadar bisikletle giderek yaşandığını öğrendim.

Ekim / İyi niyetle ama olgun olmayan ortaklarla başladığımız işbirliklerinin başarı şansının çok küçük olduğunu, Türkiye'deki en güzel maceraların seyahatlerle yaşanabildiğini öğrendim. Türkiye'nin en berbat çay içme deneyimlerinden birinin şaşırtıcı bir şekilde Rize'de ÇayKur Çay Bahçesi'nde yaşanabileceğini, en güzel mıhlamanınsa Ovit dağında acemi bir aşçının elinden çıkabileceğini öğrendim.

Kasım / Antalya'nın konseptinde tabela olmayan 5 yıldızlı bir otelinin sudan bir sebeple müşterilerini mutsuz edebildiğini, buna karşılık Denizli'nin ünlü helvacısı Hacı Şerif'in küçük ve sıra dışı tatlarla insanları mutlu edebildiğini öğrendim. İnsanın kendine demir gibi sağlam bir kardeşin nereden ve nasıl çıkacağını hiç tahmin edemeyeceğini öğrendim.

Aralık / Danimarka'dan başlayarak tüm Avrupa'da Türklerin kendilerini en üst düzeyde eğitmeleri gerektiği halde, eğitimden uzak durarak Avrupa'nın işçisi olarak kalmayı kabullendiklerini, Arnavutluk'un şaşırtıcı bir şekilde Türkiye'den daha fazla Avrupa ile bütünleşebileceğini, sıradan bir Arnavut'un kolayca İtalyanca, Yunanca, Türkçe ve İngilizce öğrenebildiğini öğrendim. Hayalini kaybeden bir insanın her şeyini kaybedebildiğini, onun için insanın hiç bitmeyecek hizmet etme hayalleri kurması gerektiğini öğrendim.