12.12.12

Türkiye’nin Röntgen Filmi

İnsanın öğrenmeye, hizmet etmeye ve Allah’ın bu dünyada sunduğu nimetleri ve hikmetleri keşfetmeye tutkusu ne kadar fazla olursa o kadar fazla yaşamak istiyor.

Bugüne kadar ölüm korkusundan değil, benzer arayışlarla benim gibi 150 yıl yaşamak isteyen tek bir insan tanıdım. Bu insan 2050 yılına randevu veren İshak Alaton. Allah uzun ömür ve hizmet etme şansı versin. Green Mile (Yeşil Yol) isimli filmde 150 yaşındaki Paul Edgecomb karakteri, huzurevindeki arkadaşına 150 yaşına kadar yaşadığını itiraf ettiğinde, arkadaşı ona ne hissettiğini sorar. Hatırladığım kadarıyla o da “sevdiğin herkesi kaybediyorsun” diye cevap verir. Uzun ve farkında sürülen bir yaşam öğrenme, keşfetme, hizmet etme fırsatlarıyla dolu olduğu kadar, acılar ve hayal kırıklıklarıyla da dolu. İshak Bey’in hayatını ve görüşlerini anlatan ikinci kitabı “Lüzumsuz İnsan” özellikle Türkiye’de yaşayan herkes için sonsuz lüzumda bir kitap. 490 sayfalık kitabı okurken 215. sayfada kahkahayı bastım. Birkaç yerde gözyaşı döktüm. Bazı yerlerde içim daraldı. Bazı yerlerde bildiğimiz insanların yaptıklarına hayretler ettim. Çoğu yerde insanların ucuzluklarına, kalitesizliklerine üzüldüm.

Lüzumsuz Adam, serinin ilk kitabı gibi Mehmet Gündem’in kaleminden/klavyesinden çıkma. Mehmet Gündem’in çok zor bir işin altından çıktığını belirtmeliyim. Kitabın başındaki ilk hikaye bana 200 TL’lik bir alışveriş yaptırdı. Kitabın başında anlatılan, Mehmet Gündem’in içine düştüğü duruma Allah kimseyi düşürmesin. Yaşadığı o sıkıntıya rağmen, Mehmet Gündem zoru başarmış. Kendi klavyesinden çıksa da kitabı İshak Alaton’un iç sesinden bizimle paylaşmayı başarmış. Lüzumsuz Adam, okurlara Türkiye’nin en ilginç iş ve sivil toplum liderlerinden biriyle saatlerce sohbet etme fırsatı veriyor. Tayyip Erdoğan’dan Fethullah Gülen’e, Mesut Yılmaz’dan Deniz Baykal’a kadar notlar ve ayrıntılarla dolu olan bu kitap, sizi sayısız defa şaşırtacak. Kıdemli bir kitap inceleme uzmanı olarak bu sefer sıra dışı bir iş yapacağım ve bu kitabı size tanıtırken kitabın içinden hiçbir ayrıntı vermeyeceğim. Çünkü bir fikir ve hatıra bombardımanı olan bu kitabın içinden verilecek hiçbir ayrıntı kitabın ruhunu veremez. Ortalama okurun kitapta kolayca kabullenemeyeceği tek bir fikir var; geri kalan her şeyi aklı başında okurun onayına açıktır.

Yazının başlığı “Türkiye’nin Röntgen Filmi”. Evet, bu kitap Türkiye’nin röntgen filmi gibi. Türk medyasının, siyasetinin, toplumunun, bürokratının 75 yıllık bir röntgen filmi. Konuşması (Kitap boyunca İshak Bey hep konuşuyor çünkü) sırasında dürüstlükten ve saydamlıktan ödün vermeyen bu kitap Türkiye’de işlerin nasıl yürüdüğünü keşfeden (bilen demiyorum, yaşadıklarıyla Türkiye’yi hayal kırıklıkları içinde keşfeden) bir insanın hikayesi. İshak Alaton kendi hikayesini anlatırken TÜSİAD’ın da röntgen filmini çekiyor, generallerin de, başbakanların da rahmetli güzel insan Üzeyir Garih’in cinayetinin de… Bu röntgen filminden herkes istifade eder. Aklı başında, memlekete ve dünyaya hizmet etmek isteyen her okur, bu kitapta kendi hayatında kullanacağı bir fikir, bir tanıklık ve bir yaşantı bulur. İshak Alaton’un ilk kitabı bir macera romanı gibi, herkesin kendine bir ders çıkaracağı bu kitabı ise yakın tarihimizin kişisel bir günlüğü gibi.

İshak Alaton’un ilk kitabının adı Lüzumlu Adam, ikinci kitabının adı Lüzumsuz Adam. İlk kitabında şirket kuran lüzumlu adamı anlatıyor. İkinci kitabında şirketinde kendini gereksizleştiren ve şirketini profesyonellere ya da ikinci ve üçüncü nesillere teslim ederek lüzumsuzlaştıran adamı anlatıyor.

20.11.12

Çıta Yükseltenler

Çocuktum, ilkokul yıllarından aklımda kalan bir iki şey... 12 Eylül 1980 sabahı sokağa çıkma yasağına rağmen, babamın beni tankların arasından gazete almaya göndermesi. Bir diğeri de Milli takımımızın İngiltere’ye karşı 8-0 yenilmesi. Bir diğeri de Mehmet Ali Ağca’nın Papa’ya suikast düzenlemesi. Türkiye, Özal’ın liderliğinde Avrupa Ekonomi Topluluğu’na başvurduğunda önümüze öyle bir karne koymuşlardı ki, Türkiye hemen her şeyden sınıfta kalmıştı. Toplumda derin bir aşağılık kompleksi vardı. “Biz Türkler adam olmayız”, “Burası Türkiye, ne bekliyorsun ki” gibi ifadeler toplumun diline pelesenk olmuştu.

Derken ismi çok az bilinen bir genç Nasuh Mahruki ile ilgili bir haber gazetelerin manşetlerine düştü. 1995 yılında Everest’in zirvesinde ilk Türk. Nasıl olurdu da bir Türk, dünyanın zirvesine Türk bayrağını dikerdi. Nasuh Mahruki’nin bu başarısı, Türklerin dünya çapında bir şeyler yapabileceğinin zihinlerdeki sembolü oldu. Türkler bu olayla birlikte kuyu diplerine düşmüş kaderlerini, zirvelere taşımaya başladılar.

Koalisyon iktidarları, siyasi çalkantılar ve ekonomik krizlerle geçen 1990’ların içinde kimse Avrupa çapında ikinci bir başarı beklemezken, 1996 yılında Brisa şirketi ilk başvurusunda Avrupa Kalite Büyük Ödülü’nü aldı. Hem de Avrupalı rakiplerini fersah fersah geride bırakarak.

Aşağılık kompleksinin suyuyla yıkanmış zihinlerimize üçüncü bir başarı daha geldi ki, aktardığım ilk iki başarıdan çok daha büyük bir yankı uyandırdı. 2000 yılında Fatih Terim’in Galatasaray’ı tüm Avrupa takımlarını geride bırakarak UEFA Şampiyonu oldu. O günlerde Türkiye’nin yaşadığı ekonomik ve siyasi istikrarsızlığa rağmen bu işi başarılmasındaki paradoksu fark eden çok az oldu.

Milli Basketbol takımımız önce 2001 yılında Avrupa İkincisi oldu. “Vizyonu yetmez” denilen Şenol Güneş’li Milli Takım, 2002 yılında Dünya üçüncüsü oldu. Milli Voleybol Takımı yine 2002’de Avrupa İkincisi oldu. Spor alanındaki başarılar, bir tek futbol ile sınırlı kalmadı. Kendi imkanlarıyla çalışan atletimiz Süreyya Ayhan 2002 yılında Avrupa Atletizm Şampiyonu oldu. Milli Basketbol takımı 2010 yılında Dünya İkincisi oldu.

Türklerin herhalde vücutlarına en fazla aşağılık kompleksi zerk etmiş olan Eurovision Şarkı Yarışması’dır. Semiha Yankı’nın muhteşem şarkısının sondan birinci olduğu bu yarışmadaki başarısızlık ve utanç öyküsü, Sertap Erener ile kırıldı. 2003 yılında İnanılmaz bir şekilde sondan birincilik tanımlamasından “sondan” ifadesi kalktı ve “birinci” olduk.

Nobel Edebiyat ödülleri verilirken, bir gün bir Türk romancısı bu ödülü alabilir mi derken, hemen her kitabı büyük sansasyonlara yol açan Orhan Pamuk 2006 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı.

1997 yılında Face off filmi, ameliyatla yüz değiştirme temalı, izleyicileri bu fikirle çok etkilemiş bir filmdi. Hollywood film ve dizilerinde sayısız “yüz değiştirme” öyküsü vardı. Tıp açısından bilim kurgu hikayesi olmakla kalan bu fikir, Akdeniz Üniversitesi Araştırma Hastanesi’nde Prof. Dr. Ömer Özkan liderliğinde ekiple gerçeğe dönüştü. Artık en ileri düzeydeki bu ameliyatlar için, Turgut Özal gibi Amerika’ya gitmek yerine, Amerikalılar Türkiye’ye gelecekler.

Her türlü ülke sıralamalarında liste sonlarında yer alan Türkiye Tayyip Erdoğan liderliğinde Türkiye Büyümede Dünya İkincisi oldu.

Bütün bunları neden anlattım. İsmini ve başarılarını andığım ve anmadığım bütün çıta yükseltenlere teşekkür ediyorum. Sayelerinde artık yapabileceğimizi biliyoruz.

19.11.12

Kitap Fuarı

Kitap fuarlarını çocukluğumdan beri sevmişimdir. Bir bilgi bahçesi, fikir bahçesi ve hatta ormanı gibidir. Sanırım yakında elektronik kitapların yaygınlaşmasıyla kitap fuarları da tarih olacak. Kitap fuarlarına ellerinde bir listeyle gidenler çoğu zaman liste dışında birçok şey alarak dönerler.

Tüyap Kitap Fuarı’nda bugün saat 16.00 ile 18.00 arasında imzam olacak. Fuara geldiğinizde özellikle fikirlerinizi değiştirecek kitaplar almanızı tavsiye ederim. Yalova Üniversitesi İşletme Yüksek Lisans sınıfında okuttuğum kitapların bir listesini de vermek isterim. Bu kitapları okuyacak olursanız, bir anlamda benim master dersime katılmış olursunuz.

Düşünmeden / Harry Beckwith /Optimist; Brandwashed / Martin Lindstrom /Optimist; Açık Liderlik / Charlene Li / Optimist; Sorumluluk Devrimi / Jeffrey Hollender /Bill Breen; 21. Yüzyılda Erdemlere Yeniden Bakış / Howard Gardner / Optimist; Portakalı Sıkmak /Pat Fallon- Fred Senn / Optimist; Penguen ve Leviathan / Yochai Benkler / Optimist; Fısıltının Gücü / Andy Sernovitzs / Optimist; Akıldışının Mantığı /Dan Ariely / Optimist; Yönetim - Örnek Vakalar / Peter Drucker / Optimist.

Bu kitaplardan ikisi üstünde durmak isterim, özellikle işletme hocalarının hepsine Peter Drucker’ın Yönetim-Örnek Vakalar kitabını tavsiye ederim. Kısa bir sürede sınıfta okunabilen ve öğrencilerle ele alınabilen bir kitap. İçindeki vaka sayısı ve çeşitliliği her düzeyden öğrenciye uygun. Harvard Üniversitesi biliyorsunuz, vaka ile eğitim konusunda dünya lideri ve benim de katıldığım derslerde vakalar son derece yararlı oldu. Derste 8 farklı kitap okutmama rağmen öğrencilerim özellikle Drucker vakalarını tüm dönem boyunca işlememizin çok yararlı olacağını belirttiler.

Yukarıdaki kitapların içinde en şoke edici olanı sanırım Martin Lindstrom’un Brandwashed isimli kitabı. Bu kitap hakikaten pazarlamacıların tüketicileri müşteri haline getirmek için nasıl kirli stratejiler kullandıklarını anlatıyor. Ya da pazarlamacıların kirli iç çamaşırlarını gözler önüne seriyor. ‘Ben bu kitabı neden öneriyorum?’ diye soracak olursanız, aslında bu kitap hem pazarlama hileleri konusunda bilgilenmek hem de bu pazarlamadaki en son teknikleri öğrenmek için fevkalade bir kaynak.

Son dönemde izlediğim en etkileyici film No Impact Man. Kitap fuarlarında aslında DVD stantları da kurmalılar. D&R’larda kitaplarla DVD’ler birlikte satılıyor; neden kitap fuarlarında da olmasın? No Impact Man, New York’ta yaşayan bir ailenin bir yıl boyunca çevresel etki oluşturmadan yaşamasının hikâyesi. Yani çöpe atılacak ambalajlı bir şey almıyorlar, işe giderken benzinli ya da elektrikli bir araç kullanmıyorlar, bisiklete ya da kaykaya biniyorlar. Evde güneş enerjisinden elde ettikleri elektriği kullanıyorlar. Anlatmak, izlemek kadar etki oluşturmayacak. Onun için izleyin derim. Belgesel filmde aile aynı zamanda bir yıl boyunca ihtiyaç dışı hiçbir şey almıyor. Ben de karar verdim, çok zorunlu bir sebep olmadıkça 1 Ocak’tan itibaren hiçbir tekstil ürünü almayacağım. Kitap Fuarı’nda görüşmek üzere.

Nasıl Eğlenceli Bir Pazar Geçirirsiniz?

Bu yazıyı Charles J. Sykes’ın Okullarda Öğretilmeyen 50 Kural isimli kitabını okurken tasarladım. Giriş bölümünü atladıktan sonra, kitabın her bölümü ailemizdeki 10-25 yaş arasındaki gençlerle tartışarak okunabilir.

Çocuklar yaşamla ilgili temel bazı şeyleri öğrenmezse, beceriksiz ve özgüveni düşük yetişkinlere dönüşüyorlar. Çocuklarımız ve eşimizle yapabileceğimiz öyle şeyler var ki, bunları yaparken hem eğlenebilir hem problem çözme kabiliyetimizi geliştirebiliriz. Bunun yanı sıra problem çözdükçe yaratıcılığımız gelişirken özgüvenimiz de artar. Charles Sykes’ a göre çocuklara okulda veremediğimiz şey kendi ayakları üstünde durma becerisidir. Özel okullara giden, servis kullanan çocuklar basit bir otobüs sisteminden bile yararlanmayı bilemiyorlar. Sözü uzatmadan pratik önerilerime geçelim. Getireceğim önerilerin bazılarını yapmışsanız bunlara benzer yapmadıklarınızı düşününün.

Bugün eşinize ya da çocuğunuza deyin ki, seninle omlet yapacağız. Birçok çocuk ya da koca, tavada yumurta yapmakla omlet yapmak arasındaki farkı bilmez. Karşınızdaki kişinin yaşına göre basit bir omlet de yapabilirsiniz ya da daha farklı, örneğin sebzeli bir omlet de yapabilirsiniz. Sucuk, salam ve sosis yemeği bıraktığım için sizlere bunları içeren bir omlet tavsiye edemeyeceğim.

Eğer arabanız varsa, eşiniz ve çocuklarla bir lastik değiştirmeyi deneyin. İnsanlar lastiği her zaman patladığı zaman değiştirmeye çalışırlar. Lastik de hemen her zaman en uygunsuz yer ve zamanda patlar. Hele yeni arabalar iyice karmaşık; jantların anahtarları var ve önce anahtarı bulmak gerekiyor. Yine arabanız varsa özellikle hanımlar ve çocuklarla birlikte silecek suyu koyun ve hatta yağ ilave edin. Sayısız kadın, bırakın silecek suyu değiştirmeyi, kaputu bile açmayı bilmiyor.

Evdeki yemek listesine devam edelim. Çocuklarla ya da kocanızla bir makarna yapın. Ancak siz yapın, onlar seyretsin değil. Tencereyi de onlar seçsin, suyu da onlar koysun, makarnayı da onlar süzsün. Eğer bu konuda biraz tecrübeleri varsa, biraz daha kompleks bir makarna hazırlasınlar; örneğin zeytinli ya da patlıcanlı veya havuçlu makarna.

Çocuklarla ve eşinizle bir odaya elektrik süpürgesiyle süpürün. Süpürdükleri için onlara 2 TL verin. Ardından elektrik süpürgesinin torbasını temizleyin. Bunu da yapabilirlerse onlara 3 TL daha verin. Niye para veriyoruz? Onları teşvik etmek için, üstelik bu sevimsiz işi, kadınların bir kuruş almadan yaptığını hatırlatmak için.

Eğer çocuğunuz toplu ulaşım sistemini bilmiyorsa, şehirde bir adres seçin ve çocuğunuz sizi oraya toplu ulaşımla götürmeyi denesin. Hangi otobüse ya da minibüse binileceğini, internetten araştırsın. Büyük şehirlerin hemen her birinde ulaşım sistemiyle ilgili bilgilerin tamamı internette var.

Bilgisayar kullanamayan anne ve babalar, çocuklarının yardımıyla word isimli yazı yazma programında bir mektup yazmayı denesin ardından da o yazıyı evde ya da bir internet salonunda çıktı alsınlar. Ardından mektubu çocuklarıyla birlikte yazdıkları kişiye postaneye giderek göndersinler.

Annenize evdeyken diz üstünde top sektirmeyi denetebilirsiniz. Evde diz üstünde top sektirme yarışması yapın. Aynı yarışma bir masa tenisi raketiyle pinpon sektirme şeklinde de yapılabilir. Bunlar benim aklıma gelen öneriler, sizin de aklınıza gelirseniz bana yazabilirseniz. Bunları yapıp eğlenirseniz onu da yazarsanız sevinirim. Bir de bunları sadece bir Pazar değil, kendi önerilerinizi ilave edip bir liste yapıp her Pazar deneyin.

16.11.12

Bir Akarsu Kadar Akıllı Mısınız?

Nasıl olursa olsun, nereden gelirse gelsin değişime liderlik yapanlar ve değişime uyum sağlayanlar, bir akarsu gibi yollarına gitmeye devam ediyorlar.

Hayat değişimlerle dolu. Allah değişimi, hayatın ve evrenin içine zerk etmiş. Mevsimlerin değişiminden tutun da evrendeki gezegen ve yıldızların sürekli hareket ederken farklı konumlarda farklı tecrübeler yaşamalarına kadar değişim her yerde. Dünya isimli gezegende sürdüğümüz sosyal yaşam, bizi tabiattaki değişimlerden daha sık etkiliyor. Sandy Kasırgası gibi bir kasırga New York ve New Jersey’deki hayata belki 50 yılda bir dokunuyor, ama sosyal yaşamdaki değişiklikler birkaç yılda bir insanı etkiliyor. İş değiştirme, bir işin kapanması / değişmesi, taşınma, bir arkadaşın taşınması, bir çocuğun doğumu, aileden birinin ölümü gibi ya da evlenme gibi sosyal olaylar insanları çok derinden etkiliyor. Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, devlet kurumları dahil, tüm iş yerleri sürekli bir değişim içinde. Bir gün müdürken ertesi gün bir yeniden yapılanma sonrasında yönetmen olabiliyoruz. Ya da daha kötüsü çalıştığımız şirketin çalıştığı endüstri yok oluyor ya da biçim değiştiriyor. Örneğin dünyanın en büyük fotoğraf filmi üreticisi Kodak’ın fabrikasında çalıştığınızı düşünün, dijital makinelerin çıkışıyla bütün bu fabrikalar kapandı, değişime nasıl tepki verirsiniz? Üstelik siz çok verimli ve çalışkan bir elemandınız. Yakında Türkiye’de dershaneler kapanacak deniyor. O kadar işletme ve öğretmen nasıl bir yapıya geçecekler ve yeni yapıya nasıl uyum sağlayacaklar?

Değişim sadece iş hayatında değil, hayatın her yerinde… En iyi anlaştığımız arkadaşımız iş ya da evlilik dolayısıyla bir başka şehre ya da ülkeye taşınıyor. Her gün dertlerimizi paylaşıp birlikte güldüğünüz bu sevdiğiniz insan gidiyor; onun yokluğuyla nasıl mücadele edeceksiziniz? Sevgili kızımız evleniyor ve başka bir ailenin parçası oluyor. Üstelik bu aileyi de hiç onaylamıyoruz. Kızımızın yokluğuna mı, yeni ailenin bizden çok farklı olmasına mı üzülelim? Ekonomik durumumuzdaki daralma nedeniyle daha mütevazı şartlarda bir eve taşınıyoruz. Deyim yerindeyse attan inip eşeğe biniyoruz. Eskiden alıştığımız güzelliklerin kaybolması karşısında ne yapacağız?

Değişime karşı nasıl tepki vereceğiz? Esas mesele bu. Değişime verilecek en iyi cevap, sakin bir şekilde onu kabul etmektir. Onu kabul edişimizle birlikte ortaya çıkan değişim karşısında bizim de hangi düşünce ve davranışları değiştireceğimizi karar vermemiz gerekir. Acıyı yaratan değişimi kabul etmeyip eski durumda ısrar etmektir. Kodak fabrikasının çalışanları, yeniden fabrikayı fotoğraf filmi üreten bir fabrika yapamazlar. Ama aynı fabrika eğer teknoloji izin veriyorsa başka bir şey üretmeyi deneyebilirler. Sevdiğimiz arkadaşımız giderse yeni bir arkadaş edinmeye çalışabiliriz. Bir nehir güzel ve keyifli bir şekilde dosdoğru ilerlerken önüne bir dağ çıkarsa, nehir bu dağı yıkmaya çalışmaz. Onun akışını bozan bu büyük güç, engel karşısında basit ve işlevsel tepki verir. Dağa kızmak yerine dağın eğimi en düşük bölgesinden akıp gider. Bizim de yapmamız gereken budur. Karşımıza bir dağ gibi büyük bir değişim çıktığında bu değişime kızmak yerine, bu değişime en kolay uyum sağlayacak şekilde biz de onunla akıp gitmeliyiz.

6.11.12

Kimler genç kalıyor, kimler erken yaşlanıyor

“Gençliği sırrı tıbbın bize sunduğu suni haplarda değil, Allah’ın bize verdiği gözlerdeki güzel bakışlarda, zihnimizdeki güzel düşüncelerdedir.”

Geçtiğimiz günlerde birkaç dostumla sohbet ederken bazı insanların yaşlanmalarına rağmen gençliklerini ve enerjilerini koruduklarını ama bazı insanların gençken bile hiç enerjilerinin olmadığından dem vurduk. Ardından bir arkadaşım, gençlik enerjisini veren şeyin arayışlar ve hedefler olduğunu söyledi. Evlenmek isteyenler var, iş kurmak isteyenler ya da mal mülk sahibi olmak isteyenler var. Ne var ki, tüm bu istekler bana göre insana enerji vermez; stres yapar. Ulaşamadıklarımız üzerimizde bir gerilime yol açarlar. Bazıları hırsı enerji kabul ederler; evet hırs da bir enerjidir; ama biraz kontrolsüz ve negatif bir enerji.

Genç kalmanın kaynağı nedir? Gençliği ve genç kalmayı bir yüksek enerji durumu olarak kabul edersek, kendilerini genç hissedenler çalışmaktan, gezmekten, yardım etmekten, öğrenmekten erinmezler. Çünkü bu işler için bolca enerjileri vardır. Üstelik ister 40 ister 60 yaşında olsun bu enerjilerini hep korurlar. Peki bu enerjilerin kaynağı nedir? İnsan vücudu mükemmel bir mekanizma olarak kendine enerji sağlamayı çok iyi bilir. Ne yersek yiyelim, ister et isterse sebze olsun, ne içersek içelim ister süt ister komposto olsun vücudumuz tüm bu besinlere aynı şekilde davranır. Ekmek yiyorsak, sindirim sistemimiz ekmeğin işe yarar yanlarını alır; işe yaramaz taraflarını dışkılama sırasında atar. Yiyecek hangisi olursa olsun, vücut işe yarar taraflarını ayrıştırır ve işe yaramaz taraflarını vücudun dışına gönderir. Vücudun enerjiye ihtiyacı varsa, gıdaları enerji yapar; enerjiye ihtiyacı yoksa onu depolar. Ama çöpler direkt olarak dışarı atılır.

İnsanın günlük yaşamı sırasında karşılaştığı olaylar sırasındaki tavrı da, aldığı sonuçları doğrudan belirler. Örneğin, herhangi bir olay karşısında izlediğimiz tutum, olaya karşı sindirim sistemimiz gibi davranıp davranmadığımızı belirler. Özellikle olumsuzluklar ya da sıkıntılar karşısında bazı insanlar, yaşanılanların kötü tarafına odaklanırlar. Halbuki her olayın kötü tarafına odaklanmak, sindirim sistemimizin yediklerimizin kötü tarafını öğütmesine ve saklamaya çalışmasına benzer. Eğer sindirim sistemi böyle yapsaydı vücudumuz çöp deposu olurdu. Dolayısıyla aklımızı ve bedenimizi iyi şeyler, yaşanılan her ne ise onun iyi bir yönünü bulmak gerekir.

“Bu hafta kariyer günleri kapsamında Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi’ne bir konuşma yapmaya gittim. Dünyanın dört bir köşesini gezmiş olmama rağmen Kuzey Kıbrıs’a gitmemiştim. Çok heyecanlıydım. Ne var ki, Lefkoşa hava limanından başlayarak bir hayal kırıklığı sardı beni. Lefkoşa’nın şehir merkezindeki yolları oldukça bakımsız. Eski evlerin neredeyse tamamının bir restorasyona ihtiyacı var. Turizm cenneti kabul edilen Girne de Ege’nin orta gelişmişlikteki sahil kasabalarından az farklı. Daha fazla yatırıma ve düzenlemeye ihtiyacı var. Lefkoşa’daki Ercan Hava Limanı ise Türkiye’de küçük şehirlerin hava limanlarına göre bile yatırım ihtiyacı gerektiren bir durumda. Bütün bu hızlı gözlemlerim 250 bin kadar nüfuslu bu kıymetli yavru vatanımıza daha fazla yatırım yapmamız gerektiğini düşündürdü. Bu arada Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi %40’ı 46 farklı ülkeden 6500 öğrencisiyle gerçekten uluslararası olmayı başarmış, eğitim kalitesiyle de öne çıkmış, farklı bir vizyonu olan başarılı bir üniversite. Üniversitenin mütevelli heyeti başkanı Mete Bey, çok farklı endüstrilerdeki yatırımlarıyla Kıbrıs’ın gelişmesine kendini adamış insanlardan biri. Bu arada Kıbrıs’ın kendine has çok güzel yemekleri var. Adadaki “Müzenin Dostları” isimli lokantada çok güzel sebze yemekleri var. Adanın popüler tatlılarından biri de güzel bir sunumu olan kızarmış dondurma.”

Yukarıdaki satırları şunun için yazdım. Kıbrıs ile ilgili izlenimlerim Kıbrıs’ı gelişebilir bir yer görme yönünde. Halbuki negatif bir şekilde yaklaşıp “Osu yok, busu yok, şurası eski, burası eski” de diyebilirdim. Ama böyle yaklaşan biri, Kıbrıs tecrübesinin olumsuz yönlerine odaklanıp buradan enerji alamazdı. Halbuki yaşadığı her tecrübede, gördüğü her şeydeki güzelliklere odaklanan bir kişi yaşamının her gününden enerji alabilir ve bu enerjiyi bir gençlik enerjisi olarak kullanabilir. Olumsuzluklara odaklanan biri de erkenden yaşlanır.

4.11.12

İshak Alaton: Örnek Adam

Okumak için bence en güzel tercih hayat öyküleri… İnsan başkalarının doğru kararlarından, azimli çalışmalarından çok şey öğreniyor.

İshak Alaton’un hayat öyküsünün anlatıldığı, Mehmet Gündem’in kaleme aldığı Lüzumlu Adam İshak Alaton isimli kitap herkes için feyz alınacak bir kişisel gelişim kaynağı. 1927 doğumlu İshak Alaton’un hayatı, aynı zamanda Türkiye’nin yakın tarihinin bir belgeseli gibi. Kitabın yazarı Mehmet Gündem’se de metin İshak Alaton’un ağzından anlatılmış.

Kitabı okurken öncelikle beni etkileyen birkaç bölümden söz etmek istiyorum. Öncelikle İshak Bey’in babasıyla ilgili anlattıklarını mutlaka okumanızı öneririm. Hem çok güzel bir aile bağlılığı öyküsü hem de Türkiye’de bugün birçoğumuzun hiç bilmediği çilelerin çekilmesine ilişkin bir öykü. Kitabın bu acı dolu pasajlarını okumayı size bırakıyorum ve kişisel gelişimle ilgili kısımlarına geçiyorum.

İshak Alaton, yedek subay olarak askerlik yaparken sınıfa bir gün bir komutan giriyor ve yabancı dil bilen var mı diye soruyor. İshak Alaton dahil, üç kişi el kaldırıyor. Diğer iki kişi İngilizce, İshak Bey Fransızca biliyor. Polatlı'da kendine tercümanlık görevi veriliyor. Ne var ki, Polatlı’ya vardığında tercümanlığını yapacağı kişinin Amerikalı bir pilotluk öğretmeni olduğunu öğreniyor. Amerikalı subay, İshak Bey’i İngilizce bilmediği için istemiyor. Ama İshak Bey, sınırlı İngilizcesiyle Amerikalı subayla çok ilginç bir pazarlık yapıyor. O günün Türkiye’sinde kısa sürede başka bir tercüman bulamayacağını ve kendisine 28 gün süre verirse İngilizcesi’ni ona tercümanlık yapacak düzeye getireceğini, uçuş ders notlarını bir gün önceden ayrıntılı bir şekilde çevireceğini söylüyor. Amerikalı subay da bu teklifi kabul edince İshak Alaton, tercümanlık yapacak düzeyde İngilizce öğreniyor. Askerden sonra Mehmet Kavala’nın yanında ithalat ihracat işleri konusunda çalışmaya başlıyor. Kavala’nın şirketinin büyümesine çok yardımı dokunuyor. Fakat burada yaptığı işin kendisini daha çok yetiştirmeyeceğini, yabancı bir devlette çalışarak kendini geliştirmek istiyor. İsveç Konsolosu’na gidip İsveç’te klima konusunda bir işte çalışmak isteğini dile getiriyor. Bir takım yazışmalardan sonra klima teknisyeni değil, kaynakçı arandığını öğreniyor ve bir kaynakçı olarak İsveç’e gitmeye razı oluyor. 5 ay sonra İsveç’e yola çıkacak. Gitmeden İsveççe öğrenmeye karar veriyor. Bir dil kursundan İsveççe-İngilizce dil seti getirtiyor ve beş ayda İsveççe öğreniyor. Ancak ahlaklı davranıyor ve Kavala’nın yanında çalışmaya devam ederken bir taraftan da yerine birini yetiştiriyor. Meşakkatli bir yolculuktan sonra İsveç’e varıyor. 5000 kişinin çalıştığı lokomotif fabrikasına vardığında kendisinin İsveççe bilmesine çok şaşırıyorlar. Sözü uzatmayayım; meraklısı kitabı alır gerisini okur. Ancak yukarıdaki paragrafta anlatılanlar bile inanılmaz. Bir ayda gece gündüz çalışarak İngilizce öğrenmek, kitaplar ve setler getirterek İsveççe öğrenmek, kendini yetiştirmek için bir başka dünya ülkesine gitmek, hiç bilmediği bir ülkede kaynakçı ve ardından teknik adam olarak çalışmak… Çalışkanlık, azim, dürüstlük, vizyon hepsi bir arada… Okuyan herkesi derinden etkileyecek bir hikaye.

Birkaç hafta önce bu köşedeki yazılarımdan biri dolayısıyla kendisini ziyaret ettim. Artık geleceğin sektörlerine yatırım yaptığını söyledi. Dünyada önümüzdeki 40 yıl içinde gıda pazarının %50, enerji pazarının %100 ve sağlık pazarının %1800 büyüyeceğini belirtti. Sağlık pazarının 18 kat fazla büyüyeceğini öngörünce beş yıl önce Alvimedica isimli bir şirket kurarak kalp hastalıkları tedavisinde kullanılan balon ve stentleri son derece kaliteli bir şekilde üretmeye başlamışlar. O kadar ki, bu konuda yapılan incelemelerde dünyanın önde gelen markası Boston Scientific kuruluşunun ürünlerini bile geçmişler. Son olarak fabrikalarını kurdukları Çatalca’da 29 Ekim 2012’de Çatalca Belediyesi ve MEB işbirliği ile dünyanın ilk ve tek biyomedikal cihaz teknolojileri lisesinin temelini attılar. İshak Bey, 85 yaşında kalbinde hala müthiş bir heyecan, gözlerinde ise ışıklı bir gelecek olan müthiş bir insan.

3.11.12

Başbakana Açık Mektup 6-Süt ile Bisiklet Verelim

28 Kasım 2010 tarihinde bu köşeden öğrencilere tablet bilgisayar verelim diye Başbakanımıza açık mektup yazdıktan 6 ay kadar sonra Başbakanımız Fatih projesini açıkladı. Sıra bisiklet projesinde.

Önce bir hesapla başlayalım: Bugünlerde gündemimizi meşgul eden sütün öğrenci başı yıllık maliyetini hesaplayalım. Bir öğrenciye verilen sütün ortalama maliyeti 55 kuruştur. 22 iş günü okula giden bir öğrencinin aylık süt maliyeti 11 TL’dir. Türkiye’de bir yılda net okula gidilen süre 7 aydır. Öyleyse bir öğrencinin devlete yıllık süt maliyeti 77 TL’dir. Şimdi bu paraya toptan fiyattan 21 vitesli şahane bir bisiklet alınabilir ve çocuklara verilebilir. Sütü her yıl vermek bir maliyete katlamayı gerektirir. Bisikleti ise sadece bir kere veririz. Çocukların okula servis yerine bisikletle gidip gelmesini sağlayabilsek gerçek bir devrim olur. Çünkü bisikleti çocukluktan ulaşım aracı olarak kullanacak öğrenci yarın işten mezun olduğunda üniversiteye ya da işe, fabrikaya da bisikletle gidecektir.

Birçoklarının çocuk oyuncağı sandığı bisiklet, dünyada ulaşım aracı olarak kullanılmaktadır. Amerika’da, Kanada’da, Avrupa’da, Japonya’da bu toplumlar fakir olduğundan değil, bisiklet kullanmak akıllı ve medeni insanların işi olduğundan bisiklet kullanılmaktadır. Çünkü bisiklet, bireysel yararlarının dışında 5 ayrı bakanlığın amacını yerine getirmektedir. Sağlık Bakanlığı halkımızı ve çocuklarımızı obeziteden korumak istemektedir. Obeziteden korunmanın bir numaralı aracı bisiklete binmektir. Bisiklete binmek ayrıca kalp ve damar sağlığı için de son derece yararlıdır. Enerji Bakanlığı Türkiye’de enerji maliyetlerini düşürmek istemektedir. Toplumun %20’si ulaşımını bisikletle sağlayacak olsa, bir yıldaki petrol ithalat maliyetimiz basit bir hesapla %20 düşecektir. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, daha temiz bir hava olması için çalışmaktadır. Bisikletin karbon salınımı sıfırdır. Bisikletten daha çevreci bir ulaşım aracı yoktur. Ulaştırma Bakanlığı’nın amaçlarından bir tanesi özellikle şehirlerde trafik sorununu çözmektir. Trafikte bisikletten daha az yer kaplayan bir araç yoktur ve ayrıca bisiklet en az altyapı yatırımıyla ulaşım imkanı veren araçtır. Gençlik ve Spor Bakanlığı, toplumumuzda aktif sporu özendirmektedir. Fenerbahçe-Galatasaray final maçında çıkan olayların nedeni, olayları çıkaranların sporu yapan değil, izleyenler olmasıdır. Dünyanın en az altyapı yatırımı gerektiren sporlarından biri de bisiklettir. Bisiklet gibi, 5 ayrı bakanlığın amacını yerine getiren ikinci bir araç yoktur.

Bisiklet vermek yukarıda belirttiğim maliyet hesabına bakılırsa son derece kolaydır. Ama bisiklet kadar çok ihtiyaç duyulan şey, çocuklarımızın ve bizlerin güvenli bisiklet sürebileceği dünya standartlarında yolların yapılması ve şeritlerin ayrılmasıdır. Onun için ulusal bir proje kapsamında bisiklet yolları yapılmalıdır. Anadolu’nun küçük şehirlerinde trafik yoğunluğu pek olmadığı için, bisiklet yolu olmadan bisiklet kullanılmaktadır. En önce bu küçük şehirlerde bisiklet yollarının yapımına başlanmalıdır. Konya’da ve Kayseri’de bisikletli yaşamın bir hayal olmadığını, bisiklet yolları sayesinde trafikle birlikte bisikletlerin gidebileceğini gösteren Konya Kayseri Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki’yi kutluyorum. İzmit’te 5500 ilköğretim öğrencisine karne hediyesi olarak bisiklet dağıtan İzmit Belediye Başkanı Nevzat Doğan’ı da kutluyorum.

Bütün bunlarla birlikte Türkiye’de yaşam kalitemizi, projeleriyle bisikletli yaşamı devreye alarak Batı standartlarına taşıyacak başta Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ı, sonra ilgili bütün bakanlarımızı, Sağlık Bakanımız Recep Akdağ’ı, Enerji Bakanımız Taner Yıldız’ı, Çevre ve Şehircilik Bakanımız Erdoğan Bayraktar’ı, Ulaştırma Bakanımız Binali Yıldırım, Gençlik ve Spor Bakanımız Suat Kılıç’ı şimdiden kutluyorum. Aynı zamanda çocukların trafik bilincini geliştirmek isteyen İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin ve Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’e, bisiklet turları yerli ve yabancı turizmi hareketlenmesine yardımı bakımından Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’a sunacakları desteklerinden ötürü peşinen teşekkür ederim.

Sayın Başbakan ve Milli Eğitim Bakanına Açık Mektup

Not: Bu yazı Melih Arat'ın 28 Kasım 2010 tarihli yazısıdır.

“Tüm dünya ülkeleri, eğitim alanında Türkiye’yi lider yapan bu girişimi takip edecek. Öğretmeninden öğrencisine, müdüründen velisine eğitim alanında her şeyde en ileri olacağız.”

Türkiye’yi eğitim alanında dünya liderliğine taşıyabilecek bir projeden söz etmek istiyorum. Devletin eğitim bütçesini artırmadan verimliliğini artıracak, ilk ve orta öğretim öğrencilerinin derslere odaklanmasında zirve yaptıracak, sınav performanslarını geliştirecek süper bir projem var. Sözü uzatmadan projeyi açıklayayım. Bütün öğrencilere birer iPad (ya da muadili bir teknoloji) verelim; bir daha hiç kitap ve defter vermeyelim. Dünyada ilk kez Apple şirketinin tasarladığı iPad’ler, bir tür tablet bilgisayar. Bilgisayar gibi ama ayrı bir klavyesi yok. Sadece bir ekrandan oluşuyor. İnternete bağlanabiliyor ve içine sayısız kitap konulabiliyor. Aynı zamanda bir defter gibi rahatça not alabiliyorsunuz. İnternet bağlantısı olduğu için rahatça araştırma yapabiliyorsunuz.

Bugün ilköğretimde ya da ortaöğretimde olan bir öğrenci, sırt çantasına bir sürü kitap ve defter koyuyor ve bu şekilde okulun yolunu tutuyor. Devletimiz biliyorsunuz uzun bir süredir; tüm ders kitaplarını öğrencilere ücretsiz olarak veriyor. 11 yıl boyunca bir öğrencinin tüm ders kitaplarının maliyeti devlet tarafından karşılanıyor. Aynı şekilde öğrencinin ailesi de, 11 yıllık süreç içerisinde yüzlerce defterin maliyetini karşılıyor. Okul çantalarının hemen her yıl değiştirilmek zorunda kalmasının da bir nedeni, yıl boyunca bu kadar kitap ve defterin ağırlığıyla çantanın fazla yıpranması.

Halbuki bir iPad yaklaşık 700 gram ağırlığında. Pil ömrü tam şarjla ve sürekli kullanımla 10 saat kadar. Bir iPad’in içine istediğiniz kadar kitap koyabilirsiniz. Tüm ders kitaplarını, telif hakları ücretsiz olan tüm klasikleri, tüm sözlükleri, tüm ansiklopedileri koyabilirsiniz. Türkiye’de son derece başarılı bir ders çalışma ve öğrenme sistemi olan Vitamin’i ve sayısız yabancı dil öğrenme programını da yükleyebilirsiniz. Hatta bu aletler üstünden sınav yapabilmek, hasta olan bir öğrencinin evinden dersi takip edebilmesi dahil, her şey mümkün. Bir iPad’in perakende maliyeti 500 USD. Ancak Türkiye’de 14 milyon kadar öğrenci olduğu düşünülürse (bu rakama üniversite öğrencileri dahil değil), Türk hükümeti bu aletlerden 14 milyon tane alacak olursa Apple, Samsung ya da Dell gibi şirketler bu aletleri 100 dolara bile verebilir. Neden mi, çünkü dünyada tüm eğitim sistemini bu iPad türü aletlerle entegre etmiş henüz kimse yok. Türkiye yaparsa, diğer ülkelerde Türkiye’yi takip eder. Bu projenin Türkiye’ye maliyeti ne olur sorusunu da hesapladım: 1 Milyar 400 milyon dolar. GSMH’si 600 milyar doları geçmiş ülkede bu kadar önemli ve sıçrama yaptıracak bir konuya bu para harcanır. Zaten basılı kitapların toplam bütçesine 11 yılda bu parayı fazla fazla harcıyoruz da. Eğer bu konuda Türkiye ilk olursa, tüm dünyada çocukların daha verimli ve interaktif öğrenmesi konusunda bir devrim yapmış oluruz. Türkiye, Özal döneminde telekomünikasyon alanında dünyada bir sıçrama yapmıştı. Şimdi de eğitim alanında yapacağımız böyle radikal ve devrimci bir hamle genç nüfusumuzun eğitim kalitesini yukarıya taşıyacak olursa dünyada yükselen liderliğimizi perçinlemiş oluruz.

Bu projeyi paylaştığım milletvekilimiz Lokman Ayva bir telefon görüşmemizde konuyu Milli Eğitim bakanımıza açacağını söylemişti. Çıkar kaybı yüzünden kitap yayımcılığı ve matbaa endüstrisinin böyle bir girişime şiddetle karşı çıkacağını düşünüyorum. Bir de böyle bilgisayar ekranlarından kitap okumak zor olur diyeceklere bir istatistik vermek istiyorum. Geçtiğimiz yıl, dünyanın en büyük kitap satıcısı Amazon.com’da satılan kitapların %50’den fazlası elektronik kitaplar oldu. Eğer zor okunsaydı amazon.com’dan milyonlarca elektronik kitap satılmazdı.

Şimdi ne yapılacak; Başbakanımızın desteği ve Milli Eğitim Bakanımızın girişimiyle Türkiye eğitim alanında da dünya liderliğini yakalayacak.

31.10.12

Görünenler ve Arkasındakiler

Herkes uyur; kimisi hasta olduğundan uyur; kimisi yorgunluktan uyur; kimisi tembelliğinden uyur. Kimisi izlediğinin sıkıcılığından uyur; kimisi gözü yorulduğu için uyur. Eylem aynıdır; ama nedeni farklıdır.

İngiliz yapımı bir film izlemiştim. Filmin kahramanı olan yaşlı teyze, kütüphane kıvamında bir evde oturuyor; elinde kitapla geziyordu. Filmi birlikte izlediğim bir öğrencim hayranlıkla “Avrupalılar hep okuyor,” dedi, ardından ilave etti “okuyorlar, metroda, otobüste, parkta ya da bahçelerde her yerde okuyorlar.” “Haklısın ama” dedim, “neden okuyorlar biliyor musun?” “Çok yalnızlar, arkadaşları yok, ondan okuyorlar. Üstelik durmadan okumalarına rağmen cehaletleri de gitmiyor.” “Neden hocam?” diye sorunca yanlış kitapları okuyorlar da ondan! Durmadan popüler romanları okuyorlar; bunlarda popüler bazı aksiyon filmleri gibi eğlencelik şeyler.”

En büyük yanılgılardan bir tanesi, övülen ve yüceltilen bir eylemin yapılması dolayısıyla ulaşmak istediğimiz bir amaca yaklaştığımızın zannedilmesidir. Önceki cümle açıklamaya muhtaç… Örneğin okumak bir eylemdir. Ancak okuma eylemi, insanı çok farklı amaçlara ulaştırabilir. Kimisi bilgiçlik taslamak ve hava atmak için okur. Kimisinin tek derdi, sınıfı geçmektir. Kimisi sertifika almak ya da işe girmek için okur. Kimisi de gerçekten kendini yetiştirmek ve öğrenmek için okur. Okumanın ulaştırması gereken başlıca amaç da bu olmalıdır. Ne var ki, verilen örnek de okuma eylemi aynıdır; ama ulaşılan amaç farklıdır. Dolayısıyla bir eylemin yapılması, övülen amaca ulaştığımızı göstermez.

Bu yıl beşinci sınıfta okuyan oğlum Sanat’a sömestr tatilinde okuması için “Pijamalı Çocuk” diye bir kitap vermişler. Tudem yayınları bu kitabı pazarlamakta çok başarılı olmuş. Kitabın arka kapak tanıtım yazısında “bu kitap farklı ve özel bir kitap, onun için kitabın içindeki öyküyü kısaca özetlemeyeceğiz” diye bir açıklama var. Kitabı Sanat ile birlikte okuduk. Kitap ikinci dünya savaşında bir Yahudi Toplama kampındaki iki çocuğun öyküsünü anlatıyor. Hem Sanat’ın hem benim görüşüme göre kitap kesinlikle bir ilkokul çocuğu için uygun değil. Oğlum bu kitabı okuduktan sonra, “baba ben kitap okumaktan çok sıkılıyorum.” dedi. Ben de “Benim sana verdiğim 30 kitabı da sevmedin mi?” “Babacım senin verdiğin kitaplar olsa keşke, ama bizim okuduğumuz kitaplar o kadar ilgisiz ki…” Bu kısa anekdottan çıkan birçok ders var. Ama benim odaklanacağım iki ders var, birincisi okuma eylemi var, ama ulaştığımız sonuç yetişen bir çocuk değil, okumaktan soğuyan bir çocuk. İkincisi okumak değil, doğru kitapları okumak önemli. Çocuklara zorla yanlış kitapları okuturken çocuklarımızı kitap okumaktan soğutuyoruz. Çocuklara okutmamız gereken kitapların ne olması gerektiğini bilmiyoruz. Konum bu değil, ama bir liste hazırlamaya başladım. Çok bilinen, üç kitabı hem çocuklara hem yetişkinlere yeniden önereyim: Küçük Prens, Martı ve Polyanna.

Başlığımıza geri dönelim; görünenler ve arkasındakiler. Az yiyenler var; ama amaçları farklı. Kimi sağlıklı olmak için, kimi mayoyla iyi görünmek için, kimi de parası olmadığı için. Seyahat etmeyi çok sevenler var, eylem aynı yine amaçlar farklı. Kendini eğlendirmek için gezenler var, iş yapmak için seyahat edenler, yardım etmek için seyahat edenler var. Film izleyenler var, eğlenmek için izleyenler, öğrenmek için izleyenler, daha iyisini yapmak için izleyenler var. Eylem aynı, amaçlar çok farklı. Dolayısıyla bir eylemi görmek o eylemin salih ve iyi bir amaç için gerçekleştiğini göstermez. Onun için eylemlerimizi iyi amaçlara bağlamalı ve eylemi amacı ulaştıracak şekilde ayarlamalıyız.

29.10.12

Ne kadar yaşayacaksınız?

Şanlıurfa’dan bir dostum Salih Kılıç öğlen yemeğinde soruyor: Ne yemek istersiniz diye? Nefsim kebap yemek istiyor; ama aklım bir salata yemelisin diyor” diye cevap verdim. Sonuçta… yedik.

Çocukluğumdan beri uzun ve sağlıklı yaşamak istediğimi söyler dururum. Bu köşeden de gerek beslenmeyle ilgili gerekse sağlıklı yaşamak ile ilgili okuduğum birçok kitaptan öğrendiklerimi paylaşmaya çalışıyorum. Öğrendiklerimi paylaşmanın yanı sıra kendi yaşamımda uygulamaya çalışıyorum. Sağlıklı yaşamaya çalışan insanların porsiyonları küçültmeye, yemeklerden sonra yürüyüş yapmaya, sucuk, salam, sosis ve genel olarak mümkün olduğunca etten uzak durmaya, daha fazla meyve ve sebze tüketmeye, tatlı yenilecekse daha çok meyveden yapılma elma, ayva, kabak tatlısı gibi tatlıları yemeye çalıştıklarını biliyorum ve ben de onlar gibi olmaya çalışıyorum. Elbette fiziksel faaliyeti artırmak, spor yapmak, yürüyüş yapmak, bisikleti bir ulaşım aracı olarak kullanmak, hafta sonları trekking veya herhangi bir egzersiz yapmak da bu yemek kürünün yanında çok önemli.

Rahmetli babam 49 yaşında kalp krizi geçirerek öldü. Ölümünü büyük ölçüde günde üç paket sigara içmesine bağlamıştım. Rahmetli sucuğu, eti, baklavayı ve böreği de severdi. Ben biraz beslenme şeklinin de ölümünde etkisi olduğunu düşünürüm. İnsanın sağlığını en çok bozan şey, yedikleri kadar hissettikleri olabilir mi diye düşünüyorum. Eğer çok stresliysek de sağlımız olumsuz etkileniyor. Kendi tecrübemden insanların morali bozukken daha kolay hastalandıklarını fark ettim. Morali bozuk olanların bağışıklık sistemleri de zayıflıyor. Stresin onlarca kaynağı var; ama kişisel gözlemlerime göre en büyük stres kaynağı borç ve geçim güçlüğüdür. Borçların dolaylı olarak sağlığımızı çok bozduğunu düşünüyorum. En gamsız görünen insanlar bile borçlu olduklarında içleri içlerini yer. Dolayısıyla sağlıklı yaşam borçların ödenmesiyle ya da borç yapmayarak mümkündür. Ayağını yorganına göre uzatmak da borçlanmamanın en önemli aracıdır.

Yazılarımda yer verdiğim gibi aileye, dostlara zaman ayırmak, kendini geliştirmek de bir başka tür sağlık kaynağıdır. Bütün bunlara dikkat edecek olursanız, 70’li, 80’li yaşlarınıza sağlıkla girebilirsiniz.

Antalya’dan Denizli’ye yaptığım bir otobüs yolculuğunda nur yüzlü bir amca koltuk değnekli bir amca gördüm. Koltuk değneğini saymazsak oldukça da dinç görünen bir amcaydı. Mola verildikten sonra otobüse döndüğümde, bu nur yüzlü amcanın yüzünde büyük bir acı vardı. Geçmiş olsun dedim. Sohbete başladık. 72 yaşındaki amcanın bacağındaki problemin çocukluk yıllarından kaldığını sansam da bir ara merak edip neden koltuk değneği kullandığını sordum. Almanya’da uzun yıllar çalıştıktan sonra memleketi Antalya’ya döndüğünü, bir yıl önce kaldırımda yürürken geri geri yapan bir arabanın altında kaldığını arabanın bacağının üstünden geçtiğini öğrendim. O günden beri hastane hastane gezip bacağını tedavi ettirmeye çalışıyormuş.

O gün şunu anladım. Sağlıklı olmak için ne kadar diyette yapsak, ne kadar spor da yapsak, ailemizle ve arkadaşlarımızla ilişkilerimize dikkat de etsek sonuçta Allah ne derse o oluyor. Tabii bu öykü, sağlığımıza dikkat etmeyelim demek değil, ama evrende çok daha büyük bir organizatörün olduğunu yaptığımız tüm eylem ve çalışmalarda akıldan çıkarmamalı demek.

27.10.12

Ayıp Ediyoruz

Herhalde Türkiye ilk kez bir Cumhuriyet Bayramı’nda ana caddelerde alışık olduğumuz bayram kutlamaları, fener alayları ve tören yürüyüşleri yerine bir gerginliğe sahne olacak. Çünkü Hükümet Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamayı değil ama, Valilikler üzerinden Cumhuriyet Bayramı’nda yapılacak bazı ana caddelerdeki yürüyüşleri yasaklamış durumda. Herhalde bazı dernekler Cumhuriyet Bayramı yürüyüşlerini AK Parti karşıtı bir protestoya döndürmeye niyetliler, bunu haber alan hükümet de bu yürüyüşleri önceden yasaklayarak kendini bir anlamda korumaya çalışıyor diye tahmin ediyorum.

Nehre düşenlerin boğularak ölmesinin temel nedeni, bir an önce nehre düştükleri noktaya çıkmak için akıntıya karşı yüzmeleridir. Akıntıya karşı yüzünce, akıntı ona karşı yüzeni altına alır ve kişi boğularak ölür. Nehre düşenlerden kendi kendine kurtulanların hemen hepsinin öyküsü aynıdır. Akıntıya karşı yüzmek yerine, akıntı doğrultusunda yüzerler ve vücutlarını çok az dümen gibi kullandıklarında nehrin sağ ya da sol kıyısına çıkarlar.

1997 yılında Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık Eylemi yapılıyordu. Susurluk Kazası ile birlikte kimi devlet kurumlarının ve yasal görevli kişilerin yasadışı gruplarla ve aranmakta olan kimi isimlerle işbirliği yaptığının ortaya çıkması üzerine Sürekli Aydınlık İçin Yurttaş Girişimi, mafya ile ilişkisi olan milletvekilleri yargı önüne çıkana kadar tüm yurttaşları her akşam saat 21:00'da evlerindeki ışıkları bir dakikalığına kapatmaya çağırdı. Eylem kimi medya kuruluşlarının da desteğiyle zaman zaman kendiliğinden örgütlenen kitle gösterilerine dönüştü. İnsanların kötü bir niyeti yoktu; karanlık ilişkilerin ve yolsuzlukların ortaya çıkmasını istiyorlardı. Dönemin hükümeti ise bu kampanyadan rahatsızdı. Adalet Bakanı Şevket Kazan'ın eylemle ilgili olarak "mum söndü oynuyorlar" şeklindeki açıklaması, toplumun geniş kesimlerinden ve siyasetçilerden büyük bir tepki gördü. Halbuki tam aksine dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan, “Ben de karanlık ilişkilerin aydınlanmasını istiyorum, eyleme ben de katılıyorum” deseydi, akıntıya karşı değil, akıntı doğrultusunda yüzmüş olacaktı.

Ak Parti Hükümeti’nin desteğiyle Valiliklerin Cumhuriyet Kutlamalarını yasaklaması, sıradan insan tarafından “Cumhuriyet Bayramı” yasaklandı olarak algılanıyor ve hükümeti yıpratarak Türkiye’yi germek isteyenlerin ekmeğine yağ sürülüyor. Bu yıl Amerika Birleşik Devletleri’nde 4 Temmuz Bağımsızlık Günü’nün ne büyük bir şenlik olarak kutlandığını anlatmış ve gıpta ettiğimi paylaşmıştım. Keşke Türkiye’de böyle büyük bir neşe ve sevinç içinde Cumhuriyet Bayramı’nı kutlasak demiştim. Gelin görün ki, Cumhuriyet Bayramı’nda şimdi sıradan vatandaş ile polis karşı karşıya gelecek. İnşallah Türkiye’nin tüm büyük şehirlerindeki yürüyüşlere, aralarında görev ve şehir paylaşımı yaparak başbakan, TBMM başkanı ve bakanlar yasaklanmış yürüyüşlere en önde katılırlar. Kalpten bir kucaklaşmayla, el ele toplumlarına liderlik yaparlar. Böylece hem akıntıya karşı yüzülmemiş hem toplumda gereksiz bir gerginliğin önüne geçilmiş olur. Kurtuluş Savaşı’nda 6-7 ulusun askerlerine karşı çoluk çocuk, kadın erkek, her etnik gruptan insanıyla varıyla yoğuyla birlik olan ve büyük mücadele veren bir ulusun torunlarının Cumhuriyet Bayramı’nı barış ve kardeşlik içinde kutlayamaması ayıp olur. Umarım bu ayıbı yapmayız.

Bu arada geçmiş Kurban Bayramı’nızı kutlarım. Kurban Bayramı’nda kurban edilenler hayvan mı, yoksa insan mı belli değil. Yaklaşık 3000 kişi Kurban Bayramı’nın birinci günü bıçak yaralarıyla hastanelere başvurmuşlar. Bir sükûnet içinde yapılması gereken kurban kesme işlemi, televizyon ekranlarına ve gazetelere yansıyan traji-komik görüntülerle değerlendirildiğinde olması gerekenden çok uzakta. Her yıl aynı hataları yapıyoruz. İslam dini sürekli olarak gelişmeyi temel alan bir dinken, aynı hataları tekrar etmek de bir başka ayıp oluyor.

Doğrular ve Yamulanlar

“Gerçekten zengin insanlar, parayla değil, yaptıkları iyilik ve hizmetler ile zengin olan insanlardır. Çünkü kazanılmış para yiter gider, ancak yapılmış iyilik ve hizmetler kefene girer.”

Bir dost meclisinde günümüzde yaşanmış bir durumu aktardılar. Aydan Bey, rekabet halinde olduğu Recai Bey’i belki 15 yıl boyunca elindeki tüm imkanlarla yok etmek, servetini ve gücünü heba etmek, toplum önünde küçük düşürmek için elinden geleni yapmış. Ne var ki hizmet üretmeye çalışan Recai Bey, sadece para ve güç kazanmaktan başka hiçbir gayesi olmayan Aydan Bey’in kurduğu bütün tuzaklardan kurtulmuş ve sonunda Aydan Bey’e açık bir şekilde üstün gelmiştir. Aydan Bey bir anlamda yenilgiyi kabul etmiş; ama içinde Recai Bey’e olan nefreti hiç bitmemiş. Sonunda çok güçlü ve zengin bir adam olan Recai beyin annesinin vefatında sayısız ziyaretçi olmuş. Ziyaretçilerin ağırlandığı büyük salonda oturacak yer kalmamış. Oturacak sandalye kalmadığı anda içeriye hala bir güçlü ve zengin adam olan Aydan Bey girmiş. Aydan bey salona girdiğinde kimse onunla ilgilenmemiş ve yer olmadığı için ellerini önüne bağlayıp suçlu bir çocuk gibi boynu bükük ayakta beklemiş. Sonradan gelenlere yer verildiği halde Aydan Bey’e yer verilmemiş. Bu hikayeyi dinlediğim de bir “ooh” çektim. Çevremdekiler benden gelen bu sese bir anlam veremediler ve sordular: “Melih hocam, bu “ooh” bir sevinme sesi midir? Yoksa bu oh bu bir üzüntü ifadesi midir?” “İkisi de değil, dedim. Bu “ooh” bir acıma ifadesidir.” Hala çok güçlü ve zengin bir adam olan Aydan Bey, bu taziye ziyaretinde geçmişte yaptığı hataların bedelini ödercesine yamulmuştur. Bütün varlığına ve gücüne karşı, o salonda pısırık bir memur gibi el pençe divan durmuştur. Halbuki Aydan Bey, içindeki kötülükleri yıllarca kusmak, türlü oyunlar peşinde koşmak yerine Recai Bey’e dahil, herkese elinden geldiğince iyilik yapsaydı, yamulup kalmazdı. Böyle insanlara “Allah hidayet versin” demekten başka bir şey elden gelmiyor ve belirtmeliyim ki para insanı adam yapmıyor.

Bununla birlikte parasız yaşam olmuyor. Herkes para kazanma derdinde. Ne var ki, para kazanmada zenginlik eşiği geçildiğinde ahlakla ilgili görünmez bir çizgi de geçiliyor. Parasızlığın kendine göre bir disiplini ve ahlakı vardır. Yokluk bir aileye ya da topluma her zaman eşit düşer, paylaşması kolaydır. Eğer yok sıfıra eşitse, sıfırın on kişiye de bin kişiye de bölündüğü zaman çıkan sayı yine sıfırdır. Herkesin bir tencere çorbayı paylaşmak durumunda olduğu yoksul bir evde bir adaletsizlik olduğu söylenebilir. Kardeşlerden biri en fazla bir-iki kaşık daha fazla çorba içebilir; ama kimse buna ses çıkarmaz. Ne var ki, para çoğaldığında yüz binlerce, milyonlarca dolar olduğunda paylaşma, kullanma, kullandırma sorunları başlar ve bunlarla başa çıkmak için sağlam bir ahlak, ayarı doğru bir terazi ya da diğer ifadeyle bunları kapsayan hidayet gerekir.

Para insanın davranışını ve kararlarını etkilememelidir. Eğer para ve güç insanın davranışlarını, insanın aldığı kararları etkiliyorsa sonunda yazının başlığında belirtildiği gibi insanlar yamulurlar. Ömrümüzün hiçbir döneminde “yamulup kalmamanın yolu” doğruluktan, iyi bir insan olmaktan, paylaşmaktan, hizmet etmekten, böbürlenmemekten, ezmemekten, aç gözlü olmamaktan geçer. İlkelerle yaşayanlar, ilkeleri ne kadar doğru ise, ne kadar berrak ve düz ise, onlar da o kadar doğru olurlar. Ancak para için, çıkarlar için şekilden şekle girenler, her türlü oyun ve sahtekarlığı yapanlar, gün gelir yamulup kalırlar. İster çalışan olalım ister patron olalım hiç saygı duymayacağımız başka bir patrona kendisine yalakalık yapanları tutuyor, yükseltiyor, imkan sağlıyor diye sürekli ayakkabısının altını yalarsak sonunda ilkesiz ve mutsuz bir insan olarak, koca bir hayatı boşa harcamış ezik insanlar olarak ölürüz. Gerçek özgürlük, parayla değil, doğru ve dürüst bir insan olarak elde edilir.

21.10.12

Kendi Hayatına Sahip Çık

İki tür insan vardır: Şikayet edenler ve şikayet edilen konuları ortadan kaldıranlar. Umarım siz ikinci grubun içinde yer almak için bugün harekete geçersiniz.

Bazen bir film izlersiniz, bir hikaye dinlersiniz, işte bu hikaye büyük bir hayat dersi diye düşünürsünüz. Stacey Bess’in hikayesi böyle bir hikaye. Stacey (Steysi), lisede okurken bir gence aşık olur. Öğretmen olma ideali taşıyan bu genç kız, ne yaptığını bilemez ve okulu bırakır ve bu gençle evlenir. Birkaç yıl sonra aklı başına gelir, liseyi bitirir ve öğretmenlik okur. Okuldan mezun olduğunda iki çocuk annesidir. Amerika’da öğretmenler bizdeki gibi merkezden atanmaz, eyalet ve şehir düzeyinde öğretmen görevlendirmeleri yapılır. 27 yaşındaki Steysi kolayca bir öğretmenlik işi bulamaz. Sonunda kendisini adı bile olmayan bir okula atarlar. Okula gittiğinde ise büyük bir şaşkınlık yaşar. Gittiği yer bir okul değil, evsizler barınağıdır. Barınağın içinde küçük bir salon evsizlerin çocuklarının eğitimi için ayrılmıştır. Her taraf son derece bakımsız ve pistir. Sınıfa hiç benzemeyen bu sınıfa girdiğinde karşısında 6 yaştan 14 yaşa kadar tek bir sınıfta eğitim vermesi gereken çocukları bulur. İçeride ne bir sıra vardır, ne de bir eğitim malzemesi, üç beş kırık dökük masa, sandalye ve 10 kadar çocuk. Çocuklara kendini tanıtmak için bir fotoğraf albümünü götürmüştür. Steysi öğrencileri toplar, kocasının ve çocuklarının resimlerini gösterir. Son gösterdiği resim, ailecek gittikleri bir tatilin resmidir. Tatilden söz edelim deyip öğrencilerden tatillerini anlatmalarını ister. İlk söz verdiği çocuk, tatilde Teksas’a gittiklerini söyler. Teksas’a niye gittiklerini sorunca babamı ziyaret ettik der. Baban Teksas’ta ne yapıyordu deyince, babam hapisteydi diye çocuk cevap verir. O sırada bir veli içeri girer ve zorla iki çocuğunu dışarı çıkarır ve öğretmen Steysi’nin karşı çıkmasına rağmen barınaktaki odasını temizlemeye götürür. O sırada bir tren geçer, deprem gibi bir sarsıntı olur, yerdeki deliklerden birinden kocaman bir fare çıkar. Gün bittiğinde Steysi yıkılmıştır; öğretmenliğinin ilk günü büyük bir hayal kırıklığı olmuştur.

Birkaç gün sonra kocasına işi bırakmayı düşündüğünü, ama kendi çocuklarının onu pes ederken görmesini istemediğini söyler. Sınıfın şartlarının iyileştirilmesi için yetkililere telefon açmasına, bizzat ziyaret etmelerine rağmen hiçbir sonuç alamaz. Sonunda bir hafta sonu, badana yapmak için boya alır. Sınıfı boyamaya başlar. Ardından duvarlara bir sınıfta olması gereken, haritalar, mevsimleri gösteren posterler asar; yer küre, sıra ve sandalyeler alıp getirir. Sınıf barınak içinde olduğu için bütün anne-babalar hafta sonu olan bu faaliyeti görür. Malzemeleri nasıl aldığını sorunca, kendi cebinden aldığını söyler. Pazartesi günü çocuklar sınıfa geldiklerinde sınıfın gerçek bir sınıfa döndüğünü görünce şaşkınlık dolu bir sevinç yaşarlar. Veliler de Steysi’ye destek çıkarlar ve Steysi artık gerçekten öğretmenlik yapma fırsatı bulur. Zorlukla geçinen iki çocuklu bir aile olmalarına rağmen, Steysi belki iki maaşını cebinden harcayarak hem kendi hem de öğrencilerin yaşamını kurtarır. Steysi’den önceki öğretmen sadece koşullardan şikayet ederek okuldan kaçmıştır.

Birçok insan, zorluk ve olumsuzluklarla karşılaştığında sadece şikayet etmekte, suçu, sorunu ve çözümü başkalarının sorumluluğunda bulmaktadır. Steysi’nin kısa hikayesinde dikkati çeken nokta, Steysi’nin kendi hayatına sahip çıkmasıdır. Steysi’nin yaptığını “Kendi Hayatına Sahip Çıkmak”tan başka bir deyimle tanımlayamıyorum. Hayatın zorluklarına teslim olmuyor; kendi hayatını iyileştirmek için düşünüyor ve harekete geçiyor; alışılagelmedik bir fedakarlıkta bulunuyor ve sonuç alıyor. Hepimizin Steysi’den alacağı büyük bir ders var diye düşünüyorum. Hepimiz kendi hayatımıza sahip çıkmalıyız. Şikayet etmek yerine hayatımızı iyileştirmek için bir şey yapmalıyız. Stacey Bess’in bu gerçek yaşam öyküsünü bir film olarak izlemek isterseniz ailecek bir DVD satıcısından Beyond the Blackboard isimli filmi alabilirsiniz.

18.10.12

Yurt dışındaki Türklerin Sorumlulukları neler?

“Yurt dışında yaşayan Türkler kendi içlerinde dayanışma içinde olmazsa, yaşadıkları toplumdan dostlar edinmezse, kendi kültürlerini ve değerlerini tanıtmazlarsa, daha çok sözde soykırım yasa tasarıları kabul olur dünyada.“

Kanada’daki Türk Cemiyeti’ne Toronto’da yaptığım bir konuşmaya şöyle bir soru sorarak başladım: Neden Ermeniler Kanada’da sözde Türklerin soykırım yaptığına ilişkin bir tasarıyı geçirebiliyorlar da, Türkler bu tasarıyı durduramıyorlar? Cevap basit, daha iyi lobileri var. O zaman yeni bir soru geliyor? Neden Türklerin Kanada’da ve dünyanın başka bölgelerinde etkili bir lobileri yok?

Amerika’da ya da Kanada’da girişimci olan Türklerin birçoğunun yüksek bir hayali ve hedefi bulunmuyor. Bir pizzacı dükkanı açmayı başaran Türk, 20 yıl boyunca bu dükkanı işletir. Çoğu zaman mutfağa girip pizzayı da kendi pişirir. Almanya, Amerika veya Kanada gibi ekonomiler, büyüklükleri itibariyle girişimcileri büyütmeye çok elverişlidir. Türkiye’de Türk menşeli franchiselar-zincir girişimciliği yapanlar var; ne var ki Amerika’da, Kanada’da büyük bir zincir kurayım / kuralım diyen, en azından bunu hayal eden dahi yok (inşallah olur). Almanya’da, Amerika’da yüzlerce dönerci, yüzlerce market var. Bunlar bir araya gelip tek bir marka ve sistem altında organize olsalar, ciroları ve karları roket gibi yükselir. Ama bu liderliği gösterecek ve böyle bir liderliği kabul edecek kimse şimdilik yok. Yurt dışındaki Türklerin işbirliği kabiliyeti çok düşük.

Hintliler, Çinliler, Güney Koreliler kendilerinden olanlara Kuzey Amerika’da son derece sahip çıkıyorlar. Eğer üniversite hocası iseler, kendi ülkelerinden sistemli bir şekilde öğrenci getiriyorlar. Bizim Türk hocalarında sistemli bir şekilde Türkiye’den öğrenci getirmesi ve gelmek isteyenlere yardımcı olması gerek.

Yurt dışındaki Türkler, ayrıca bölünmüşlük de yaşıyorlar. Konferanstan sonra yanıma gelen orta yaşlı bir hanım, “Kanada’da şu grubu, bu grubu var. Bir araya gelemiyoruz.” dedi. Acelem olduğu için kendisine cevap veremedim ama zaten Türkleri şu gruptan, bu gruptan diye tanımlamanın bizzat kendisi, bu ülkelerde başka toplumlara göre nüfus olarak az olan Türkleri bölmekte ve gücünü zayıflatmaktadır.

New Heaven’da bir Türk pizzacısı işletme sahibi “Daha çok Türk, Kuzey Amerika’ya gelmeli” diyor. Çünkü Amerika’da yaşayan Türk sayısının fazla olmasının ticaretten de tutun da siyasete ve genel olarak her alanda etkimizi arttıracağını fark etmiş.

Yurt dışında yaşayan Türklerin hayalleri ve idealleri de küçük. Kuzey Amerika’da son 10 yılda binlerce Türkle tanıştım, ama aralarında milyar dolarlık bir şirket kuracağım diyen de görmedim, Amerika’da her hangi bir alanda süper bir başarı elde edeceğim diyen de… Bu hedeflere sahip olmayanların bu tür başarılara ulaşması mümkün değildir; milyar dolarlık başarılar tesadüfen elde edilmez.

Amerika ve Kanada’da yaşayan Türklerin çoğu maalesef izole yaşıyorlar. Türk lokantalarında yemek yiyip yine Türklerle görüşüyorlar, Türk dizileri izliyorlar. Çoğu hayatlarında bir defa bir Kuzey Amerika gazetesi alıp okumuş değil. 30 yıl Amerika’da kalıp aile dostu edindikleri bir Amerikalı / bir Kanadalı dahi yok. Birçoğu komşularıyla dahi görüşmüyor.

Dünyanın dört bir tarafındaki Türklerin birçoğu, yaşadıkları ülkenin insanlarıyla nasıl dost olacaklarını bilmiyor. Akıllarında korkular da var: “Ya onlara benzersek, ya çocuğum onlara benzerse, ya ahlakları bozulursa…” Ancak Kuzey Amerika’da son derece iyi insanlar, örnek insanlar, dostluklarından istifade edeceğimiz insanlar da var. Diğer taraftan biz Türklerin, yaşadığımız ülkenin insanlarıyla dostluk kurmamız sayesinde onları etkileme şansımız var. Müslümanlığın ne kadar güzel bir din olduğunu, Türklerin ne kadar iyi ve medeni insanlar olduğunu da gösterebiliriz. Peki, iyi özellikleri olan Kanadalılarla ya da Amerikalılar nasıl tanışabilir ve dost olabiliriz? Amerika’da hemen her semtte kitap kulüpleri vardır. Ayda bir belirli bir kitabı tartıştıkları bu kulüplerdeki insanların birçoğu, eğitime önem veren, iş güç sahibi insanlardır. Dilim hala çok iyi değil diyenler, satranç kulüplerine üye olabilirler. Satrancın kendi dili vardır. Buradaki önerilerim kitap kulübü ya da satranç kulübü sadece birer örnektir. Sayısız kurs, bize yaşadığımızın ülkenin bir kursa gidecek kadar, eğitime önem veren insanlarıyla tanışma imkanı verir.

14.10.12

Türkiye’ye Bir Ödül Daha

“Mükemmellik Modeli’yle bir işletmenin / bir kurumun en iyi nasıl yönetileceği konusunda 20 yıldır referans oldukları için KalDer ve Avrupa Kalite Yönetimi Vakfı’na teşekkür borçluyuz.”

Bir işletmenin iyi yönetildiğini nasıl anlarız? İyi yönetilen bir işletmede birçok şeyi bir arada görürüz. Sonuçlar alanına baktığımızda elbette kazançlı, satış cirosu olarak büyüyen bir işletme başarılı bir işletmedir. Ama çok para kazandığı halde müşterilerini mutlu edemeyen şirketler de vardır. Örneğin, İDO’nun ve BTA kafelerinin işletmecisi, müşterileri tarafından sevilmiyor. Ders verdiğim Yalova Üniversitesi master sınıfında İDO, öğrenciler tarafından hem yolcu taşımacılığında hem de kafe fiyatlarının yüksekliği dolayısıyla öğrenciler tarafından “insafsız” olarak tanımlandı. Demek ki bir kuruluşun çok para kazanması müşterilerini tatmin ettiği anlamına gelmiyor. Bir kuruluşun para kazanıp müşterilerini tatmin etmesi de iyi yönetildiğini göstermez. Bugün çevreyi kirleten, kaynakları tüketen bir kuruluş başarılı kabul edilemez. Her kurumun toplum ve çevre üstünde etkileri vardır. Bu etkilerin pozitif olması halinde kuruluşun başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Bir fabrika düşünün çevreyi kirletmiyor, çok az enerji harcıyor, onunla kalmıyor, çocuklara, yoksullara yardım ediyor, depremde insanların imdadına yetişiyor. Ancak bugünün modern işletme anlayışı, bunları da başarı için yeterli bulmuyor. Başarılı olmak için aynı zamanda sürekli yenilik getiren, üretiminde, operasyonunda, ürün ve hizmetlerinde sürekli iyileştirmeler yapan bir şirket olmak gerekiyor. Yenilik hem müşterileri tatmin etmek için hem rekabet etmek için hem de maliyetleri düşürmek için gerekli. Ancak yenilik ve sürekli iyileştirme yapmak da yetmiyor. Bütün bunları çalışanlarınız katılımıyla, liderinizin bütün bu çalışmalara canı gönülden açık bir iletişimle destek olmasıyla başarmanız gerekiyor. Bunların yanında çok önemli bir parametre daha var. Müşterinizi mutlu edebilmeniz için malınızın iyi olması gerekli. Ancak malın hammaddesini ya da yarı-mamulünü bir başkasından/tedarikçiden alıyorsunuz. O zaman onunla da çok iyi bir işbirliği yapmalısınız ki, o da size mümkün olan en iyi ürünü versin. Diyelim ki şahane bir dondurma üretiyorsunuz, ama sizin dondurmanızı satan bakkalın buzdolabı iyi soğutmuyor, dondurmalar bozuluyor. O zaman sadece tedarikçinizin değil, bayiinizle de kaliteli operasyon konusunda işbirliği yapmalısınız. En önemli parametre elbette çalışanların gelişimi ve memnuniyetidir. Çalışanlar hem çalışma şartlarıyla mutlu olmalı, hem de sürekli gelişmelidir. Başarılı şirket tüm bu saydığım bu alanların hepsinde başarılı olan şirkettir.

Bu anlattığım şekilde Türkiye’de işletmeler var mı? Elbette var. Avrupa’da bu anlattıklarımı en iyi yapan şirketlerin başını Türk şirketleri çekiyor. En son geçtiğimiz hafta Coca Cola İçecek şirketi, Avrupa Kalite Başarı Ödülü’nü aldı. Coca Cola İçecek Ankara fabrikasının çalışanları, enerji ve kaynak tasarrufu ve atık yönetimi gibi konularda öyle buluşlar yapmışlar ki, şirkete milyonlarca dolar tasarruf yaptırırken bir taraftan da çok kıymetli olan su kaynaklarını korumuşlar. Coca Cola Türkiye Bölge Başkanı Burak Başarır, çalışma arkadaşlarının birçok buluşa imza attığını aktardı. Örneğin çok ısınan bir makineyi soğutmak için büyük miktarda enerji harcanıyormuş. Fabrikadaki diğer bir makineyi ise sürekli yüksek ısıda tutmak için yine müthiş miktarda enerji harcanıyormuş. Fabrika çalışanları bir makineyi soğutmak bir makineyi ısıtmak için enerji harcamak yerine; bir şekilde bu iki makineyi birbirine bağlamışlar ve hiç enerji harcamadan her iki makinenin de soğutma ve ısıtma ihtiyaçlarını karşılamışlar. 7 patentli buluşu olan Coca Cola İçecek fabrikası’nın günlük yaşamımıza yansıyan başka iyileştirmeleri de var. Örneğin, marketlerde eskiden tek ve büyük kapılı buzdolapları vardı. Şimdi ise beş küçük kapılı buzdolapları var. Beş kapılı dolaplar içecek alırken daha küçük bir kapı açtığınız için, dolap içindeki soğuk havayı daha az kaçırıyor. Burak Başarır’a Coca Cola’nın sağlıklı olup olmadığını da sordum. Yüzyıldan fazla milyonlarca insan tarafından içilen Coca Cola’nın dünyanın tüm ülkelerinden sağlık kuruluşları tarafından onaylandığını belirtti. “Kaloriden kaçınmak isteyenlerse Light ya da zero ürünleri tercih etmeli” diye de ekledi. Coca Cola Amerikan menşeli de olsa, Avrupa’da Kalite Başarı Ödülü alan fabrikalarının bir Türk fabrikası olması açıkçası Türk insanı için gurur duyulacak bir gelişmedir.

10.10.12

Amerika’dan Küçük ve Güzel Detaylar

Gittiğimiz ülkelerdeki güzel uygulamaları örnek almak ve onlardan daha gelişmişini yapmak ülkemizin medeniyetini geliştirir. Bakmak ve konuşmak yetmiyor; elbette uygulamak gerek.

Amerika Birleşik Devletleri’nde günlük yaşam içinde çok güzel ayrıntılar var. Tüketici hakları ve müşteri memnuniyetinde Türkiye’den fersah fersah ileride olduklarını söyleyebilirim. Mutlaka bizim şirketlerimizin ve kurumlarımızın örnek alması gerekiyor diye düşünüyorum. Birçok Türk yurt dışına çıktığında hem kendi hem de sevdikleri için alışveriş yapar. Ben de bu yaz iki ay geçirdiğim, Amerika ve Kanada’da farklı kurumlardan alışveriş yaptım. Birçok satın aldığım ürünü de üstümdeki alışveriş çılgınlığı geçtikten sonra iade ettim. Bu iade sürecindeki davranış kalitesini size anlatmak isterim. Boston’da TJ Max, Marshalls, City Sports, Wal-Mart, Eastern Mountain Sports gibi zincir mağazalardan alışveriş yaptım. Bu mağazaların hepsine mal iadesi yaptım. Fişiyle birlikte götürdüğünüz takdirde hiçbir sorgu ve sual olmaksızın ürünleri hemen iade alıyorlar. Eastern Mountain Sports da insanların kullanıp “bu ayakkabı ayağımı sıktı” deyip ürünü iade ettiğini bile gördüm. Dünyanın en iyi perakendecisi diyebileceğim Amazon.com şirketi, ürünleri postayla gönderiyor. Herhangi bir şeyi herhangi bir nedenden beğenmezseniz ürünü posta ücreti dahil iade edebiliyorsunuz. Üstelik postaneye bile gitmenize gerek yok. UPS şirketi evinize kadar geliyor. İade edeceğiniz ürünün üstüne yapıştıracağınız etiketi bile onlar hazırlamış oluyorlar. Ürün gidiyor ve paranız kredi kartınıza iade ediliyor. Amazon şirketine dört tane ürün iade ettim. Dördünün de parasını hemen iki gün içinde kredi kartına yüklediler.

Türkiye’ye döndükten hemen sonra bir Vatan Bilgisayar mağazasından bir ürün aldım. Kasada ücreti öderken, iade şartını sordum. “Neden iade edeceksiniz?” dediler; ben de “belki takacağım projektöre uymaz belki” deyince “edemezsiniz, çünkü ürünü görerek alıyorsunuz.” diye cevap verdiler. Açıkçası Vatan Bilgisayar gibi dev bir perakendeci de böyle bir cevap beni hayrete düşürdü.

Harvard Üniversitesi İşletme Okulu’nda Prof.Dorothy Leonard’ı ziyarete gittiğimde arabayı, okulun otoparkına bırakmak için gişe görevlisine yaklaştım. Ziyaretçi olduğumu söyleyince ismime bir ziyaretçi kartı düzenleyip arabanın ön camına koydu. Ziyaretçilerin kim olduğu, kime geldiklerinin de belirtildiği matbuu bir formdu bu. Bu detayı dahi düşünmüşlerdi.

Amerika’da tekerlekli iskemle kullanıyorsanız veya bisiklete biniyorsanız, bütün kaldırımların köşelerinin yolla bir seviyede olursunuz. Kaldırıma tekerlekli bir araçla çıkarken ufacık bir tümsek dahi yoktur. Her şey insana odaklı.

Amerika’daki marketlerin birçoğunda 6 kasa varsa en az 4 tanesi “kendi işini kendin gör” kasasıdır. Yani market arabasını doldurursunuz, görevli olmayan kasaya gelirsiniz, ürünlerin barkodlarını tek tek okutursunuz en sonunda da kredi kartı, bankamatik kartı ile ya da nakit olarak ücreti ödersiniz. Yıllardan beri uygulamada olan bu kasa hizmeti gerçekten birçok kişi için şaşırtıcıdır.

Amerika’da kütüphanelerin bir kısmı, Amazon’un kindle gibi kitap okuma aparatlarına ödünç kitap veriyor. Kütüphaneye kitap almaya gidiyorsunuz, kitabı seçiyorsunuz, kitap ödünç işlemleri görevlisine gidiyorsunuz, kindle’ınız varsa kitabı size fiziksel olarak vermek yerine bir saniyede kitabı kindle’ınıza bir ay süreyle yüklüyor. Böylece kitabı kütüphaneye geri götürmeniz gerekmiyor. Bir ay sonra kitap otomatik siliniyor.

Bir otomobil kiralayıp, gece yarısı oto kiralama şirketinin parkına bırakırsanız ve orada görevli olmazsa orada kumbara formatlı bir kutuya anahtarı atıyorsunuz. Aynısı Bahamalar’da sabah erken saatte ayrıldığımız bir otelde de yaptık. Resepsiyon görevlisi olmayınca kapı anahtarını bir kumbara kutuya attık. Bu uygulama da gece personeline olan ihtiyacı ortadan kaldırıyor.

Boston’da Boys and Girls Club isimli çocuk ve gençlik merkezinde ilkokuldan lise sona kadar çocuklar, boş zamanlarında ya da okuldan sonra yaz ve kış yüzebiliyor, bilgisayar kullanabiliyor, derslerini çalışabiliyor, film izleyebiliyor, el sanatları ve müzik dersleri yapabiliyor. Bütün bu hizmetler için yıllık ücret 15 dolar. Kurumun giderleri, bir vakıf tarafından karşılanıyor. Vakıf ticari şirketlerle anlaşmalar yapmış. Örneğin, Staples isimli kırtasiye zincirinden bir USB bellek alırsanız, ürünün bir doları Boys and Girls Club’a gidiyor.

7.10.12

"Yine Bekleriz"

Turizm işletmeleri, müşterilerini misafir, çalışanlarını ev sahibi yapmayı başardıkça kazanacaklar. Her alanda olduğu gibi, insanları binalar, mobilyalar değil, işine sahip çıkan özenli insanlar memnun ediyor.

Tatile çıkmak, kendi güven bölgenizin dışına çıkmak demektir. Alıştığınız ve bildiğiniz her şey geride kalır ve bilinmeze doğru yol alırsınız. Birçok ailenin üst üste her yıl aynı yere tatile gitmesinin bir nedeni de, yemeğini, hizmetini ve insanını bildikleri bir tesise ya da mekana giderek kendilerini güvende hissetme çabasıdır.

İşim dolayısıyla sayısız konuşma / seminer için Türkiye’nin her köşesinde ve dünyanın dört bir tarafında çok çeşitli otellerde kaldım ve çok farklı tecrübeler yaşadım. Öncelikle kurumsal bir hizmet standardını tutturmak gerçekten çok gayret gerektiriyor. Fiziksel altyapının sürekli bakımıyla birlikte, doğru insanları sürekli eğitmeniz ve aynı zamanda doğru ücreti vermeniz gerekiyor. Asgari ücret vererek çalıştırdığınız turizm personelinden 5 yıldızlı bir hizmet vermesini işletmeci olarak beklemeniz kendi içinde tutarlı değil.

Turizmde müşteriler, nadiren gerçek anlamda misafire dönüşüyor. Misafir kelimesi, bizim evimize konuk olan kişi demektir. Anadolu kültüründe misafir demek, bir evde ağırlanacak en kıymetli kişi demektir. Turizmde ise bir turisti, bir misafire döndürmek birçok açıdan çok zor. Birincisi işletmelerin çalışanları, birçok örnekte kendilerini ev sahibi gibi hissetme imkanına sahip değildir. Özellikle sayıca çok olan temel hizmet personeli fiili olarak mutevazı ücretlerle çalışırken ve amirlerinin bir sözüyle kapı dışarı edilme riskini taşırken ev sahibi rolünü oynamaları insanın tabiatına terstir. Türkiye’de mimarların tasarladığı çok güzel oteller var, ama binaların ve mobilyaların güzelliği, müşterinin hizmet beklentilerini karşılamakta yetersiz.

Kuzey Amerika’dan döndükten sonra birkaç gün Güney Ege kıyılarında gezme şansım oldu. Bu şans ayrıca hiç bitmeyen öğrenme yolculuğuma yeni bilgiler kattı. Bu yıl iyice farkına vardığım şeylerden biri, dışarıda yemeğe gidilecekse lüks bir restoran yerine, mütevazı ama aşçısını görüp konuşabildiğimiz bir restorana gitmek daha doğru. Aşçıya yemekle ilgili geri bildirim verebildiğimiz için aşçının yemekleri daha özenle yapması için bir imkan var. Elbette aşçının işletme sahiplerinden biri olması, kendisinin işine sahip çıkması ve restoranda kalıcı olması açısından kritik. Aynı kriterlerin butik oteller için de geçerli olduğunu fark ettim. Büyük bir otelin içinde kayboluyoruz. Ama bir butik otel de veya bir ailenin işlettiği bir pansiyonda kaldığınızda müşteriyi tanıyorlar ve işlerini ellerinden gelen en iyi şekilde özenle yapıyorlar. Bülent Ortaçgil’in de yılın yarısını geçirdiği Bozburun’da Dinç Pansiyon isimli apart / otel arası olan tesisteki Dinç ailesinin fertleri, birçok beş yıldızlı otelde bulamayacağınız bir temizliği ve hizmeti sunuyorlar. Hangi otelde, otelin sahibi sabah erkenden kalkıp müşterileri için poğaça yapar ve tam kahvaltı sırasında sıcak servis yapar ki! Birkaç günlük bu kısa gezide istisnalar haricinde ailelerin işlettiği ve bizzat servis yaptığı işletmelerin ortalama performansının kurumsal işletmelerden yüksek olduğunu fark ettim.

Turunç/Marmaris’te Amos Butik Villaları’nın önünden geçerken bir durup resepsiyona bilgi almak için uğradım. Açıkçası burası da kurumsal bir işletme olarak göründüğü için burada kalmayı pek düşünmemiştim. Ancak bu kurumun dostane yöneticiliğini yapan Nami Duyan ile tanışınca burada kalmaya karar verdim. Nami Bey, Amos Butik Villalarının sahibi Cüneyt Keskin’in eski bir dostu olarak tesisin idaresine yardımcı oluyor ve onun özenli yaklaşımı, gelenleri müşteri olmaktan çıkarıp misafire dönüştürüyordu. Umarım çıktığınız her seyahatte size müşteri değil, misafir gibi davranacak aileler ve dostlarla karşılaşırsınız.

Bisikletin Tekerine Takılanlar

“Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı bilir? Hem çok gezen hem de çok okuyan daha çok bilir. İkisi de enformasyon kaynağıdır. Gezerken görerek bizzat öğrenirken okurken başkalarından öğreniriz.”

Türkiye’de yürüyüş yapmak ya da bisiklete binmek için en güzel yer neresidir? Bu soruya verilebilecek en iyi cevaplardan biri Kuşadası Güzelçamlı-Dilek Yarımadası Milli Parkı’dır. 29-30 Eylül tarihinde Kuşadası Güzelçamlı Belediyesi dördüncü bisiklet festivalini düzenledi. Festivalin açılışında konuşma yapan Güzelçamlı Belediye Başkanı Özkal Yüksel’in konuşmasındaki hem içerik hem de Türkçe güzelliği dikkatimi çekti. Açıkçası bir taşra belediye başkanından beklenmeyecek modernlikte ve güzellikte bir konuşma yaptı. Daha sonra bir belediye çalışanıyla konuşurken Özkal Yüksel’in Boğaziçi Üniversitesi’nden mezun olduğunu öğrendim. İyi bir okuldan mezuniyet, insana ister istemez her açıdan kalite katıyor diye düşündüm.

Bu festival sayesinde Güzelçamlı’yı ve Dilek Yarımadası’nın eşsiz güzelliğini yıllar sonra bir kez daha keşfettim. Bisiklet turuna eşi Mine Mahruki ile birlikte katılan Nasuh Mahruki için katılımcılardan biri “Nasuh Mahruki müthiş bir insan, herkes Everest’e çıktığı için ona hayran” dedi. Ben de kendisine Nasuh Mahruki, Everest’e çıktığı için değil, başarılı bir sivil toplum örgütünün aktif lideri olarak hizmet verdiği için insanlar ona hayran. Yoksa Türkiye’den şu ana kadar Tunç Fındık dahil, 14 kişi Everest’e çıktı, ama kimse onların peşinde toplanmıyor” diye yorum yaptım. Tam o sırada bisiklet turu katılımcılarından biri geldi ve Nasuh Mahruki’ye “Türkiye için yaptıklarınıza teşekkür ederim.” dedi. Bir anlamda teorimi teyit etti. Ülkemizin Bisikletliler Derneği Başkanı Murat Suyabatmaz’ın da uluslararası arena dahil, müthiş bir şampiyonluk geçmişi var, ama insanlar, onun çevresinde de bisiklet kariyeri için değil, bisikletin bir ulaşım aracı olması konusundaki hizmetleri dolayısıyla toplanıyorlar. Demek ki, liderlik bireysel başarılardan çok, hizmet etme çabasının bir sonucu.

Festival sırasında kendi hayatının kahramanı olan birçok insanla tanıştım. Bunlardan bir tanesi sıra dışı deniz lezzetleriyle öne çıkan Güzelçamlı’daki Kıyı Balık Restoran’ın sahibi Erdal Bilkay’dı. Kendisi Mardin Midyat’tan 1992 yılında Ege’ye, Bodrum’a gelmiş, bir lokantada en alt pozisyonda eleman olarak çalışmaya başlamış, altı yılda aşçılığa yükselmiş, ardından da Güzelçamlı’da kendi lokantasını açmış. Kendine özgü deniz ürünleri tarifleri denemiş ve muhteşem balık yemekleri bulmuş. Doğudan gelmiş, öğrenmeye açık, çalışkan bir insanın patronluğa yükselişinin güzel bir öyküsü.

Turda tanıştığım 62 yaşındaki Davud Şaşal için kendisinden ayrıldıktan sonra şöyle dedim. Türkiye’de bir milyon tane Davud Şaşal olsaydı, Türkiye dünya lideri olurdu. 11 yaşından beri çalışan Davud Şaşal, 42 yaşında emekli olmuş. Hala çalışıyor. 59 yaşında bisikleti keşfetmiş. Şimdi İzmir’den Çanakkale’ye, İzmir’den İstanbul’a bisikletle gidip geliyor. Emekli maaşının kartını ailesine vermiş, bindiği fevkalade yüksek teknolojik bisikletlerin masraflarını da yaptığı ek işlerden kazanıyor. Hayali bisikletle Hacca gitmek. Güzelçamlı’da tanıştığım başka bir çift kahraman daha var: 62 yaşındaki Wolfgang ve Gaby Mischnick çifti, Frankfurt’tan bisikletle yola çıkmışlar; Türkiye’den Kuzey Afrika üstünden İspanya’ya gidecekler oradan da Frankfurt’taki evlerine dönecekler. Bu 60’lıkların macerası da “Bizden geçti” diyenlere duyurulur. Yaşamında spor olan bu yaş grubundaki insanlarla , yaşamında spor olmayan insanların durumunu sorgulamak gerekiyor.

Güzelçamlı’da Çidihan otel çalışanlarının yüzünde ve hizmetlerinde misafirperverlik, çadır ve bungalov evler sunan ve hatta bir dut ağacının üstüne tahta ev yapan Lazoğlu Kamping’de ise kalbi bir sıcaklık, yaratıcılık ve medeniyet var. Turizm’de kaliteyi yıldız sayısı değil, müşterisini evinde misafir gibi algılama zihniyeti sağlıyor. Denizli’den değerli dostum danışman Türker İşler, herkes seyahat ediyor, ama çoğu insan görmüyor diyor. Sanırım görmek için hem gözleri hem de kalbi açmak gerekiyor.

2.10.12

İstanbullu Olmak

Not: Bu yazı Melih Arat'ın 13 Ağustos 2005 tarihli yazısıdır.

İstanbullu, otobüse, minibüse, gemiye binerken yanından kitabını, gazetesini eksik etmez. Mutlaka okuyacak bir şeyi vardır.
İstanbullu söz verdiyse sözünü tutar. Randevusuna on dakika önce varacak şekilde yola çıkar.
İstanbullu otomobilini park edeceği zaman, başkasının park etmek üzere olduğu yere atlamaz. Fırsatçı değildir.
İstanbullu kibardır; insanlara “beyefendi”, “hanımefendi” diye hitap eder.
İstanbullu yaşadığı şehri tanımaya çalışır. Her hafta sonu bir kasrı, bir sarayı gezmeye çalışır.
İstanbullu yürümeyi sever. Haftada bir gün Yıldız Parkı, Beykoz Korusu gibi korularda temiz hava alır.
İstanbullu çöpleri yerlere atmaz. Çöp kutusu buluncaya kadar çöpünü çantasında taşır.
İstanbullu saygılıdır; kuyruk varsa kuyruğa girer, sırasını bekler. Arkadaşlarıyla sohbet ederken bağıra çağıra konuşmaz; başkalarını rahatsız edecek şekilde gülmez, acayip hareketler yapmaz.
İstanbullu güzel görünür. Birbiriyle uyumlu olan giysileri giymeye özen gösterir. Sakal bırakmıyorsa, her gün sakal tıraşı olur. Temiz bir gömlek giyer. Hanımlarda kendilerine göre uyumlu ve temiz kıyafetler giyerler.
İstanbullu temizdir. Güzel kokar. Her gün sabah evden çıkmadan mutlaka duş alır. İç çamaşırlarını hem hasta olmamak için, hem de kötü kokmamaları için her gün değiştirir.
İstanbullu kültürel olaylara ilgi gösterir. Sinemaya, konsere, tiyatroya, baleye, operaya gider. Her hafta bu etkinliklerden en az birine gitmeye çalışır.
İstanbullu, İstanbul’daki Devlet Tiyatro Sahnelerinin, Büyük Şehir Belediye Tiyatrolarının aylık programlarını takip eder. Değişik oyunları izlemek için İstanbul’un değişik yerlerini keşfetmiştir.
İstanbullu, dünya tarihini tanımaya çalışır. Müzeleri gezer. Koç Müzesi, Modern Sanat Müzesi, Resim Heykel Müzesi, Arkeoloji Müzesi, Kara Harp Müzesi gibi İstanbul’daki onlarca müzeyi her yıl birkaç defa gezer.
İstanbullu, yaşadığı şehrin tarihini öğrenmeyi sever. İstanbul’u ve İstanbul’daki belli bölgeleri anlatan “İstanbul Gezi Rehberi” gibi kitapları okur. Ayasofya ne zaman yapılmış; Sultanahmet Camiini Mimar Sinan mı yapmış, Beyaz Ruslar Beyoğlu’nu işgal etmiş mi bilir.
İstanbullu kendini geliştirmeyi sever. Resim kursuna, bağlama çalma kursuna, diksiyon kursuna, hızlı okuma kursuna, yazarlık kursuna ve yüzlerce değişik kurstan birkaçına her yıl gitmeye ve kendini geliştirmeye çalışır. Kursları araştırdıkça bunların bazılarının bedava ya da çok ucuz olduğunu öğrenir.
İstanbullu sporcudur. Haftada en az bir gün sabah yürüyüş yapar, koşar, bisiklete biner, yüzmeye gider.
İstanbullu müziğin her türlüsünü dinler ve öğrenmeye çalışır. Klasik müzik, özgün müzik, pop, Türk Sanat Müziği, etnik müzik ve caz müziklerini fırsat buldukça dinler. Farklı farklı radyo kanallarını dinler ve kendini farklı müzik türleri ve zevkleri konusunda eğitir.
İstanbullu ölçülüdür. Yemek yerken dikkat eder; çok yemek yemez. Bir buçuk porsiyon söylemez. Bir porsiyon söyler. Alışveriş yaparken kendinden geçmez. Planladığını alır.
İstanbullu her ay bir kitapçı gezer. Yeni çıkan kitapları takip eder. Satın almasa, okumasa bile hangi yazarlar ne yapmış takip eder.
İstanbullu hafta içi bir akşam ücretsiz bir seminere, konferansa gitmeye çalışır. Kendisi için yeni bir konuda bilgi edinmeyi fırsat bilir.
İstanbullu her ay vizyondaki filmlerden birini sinemada, dvd’de, vcd’de izlemeye çalışır. Böylece hemen herkesle konuşacak bir şeyi vardır.
İstanbullu en az lise mezunudur. Bazısı açıktan bitirmiştir liseyi. Bazısı zamanında devam ederek bitirmiştir.
İstanbul’da yaşamak, sizi İstanbullu yapmaz. Yaptıklarınız sizi İstanbullu yapar. Yukarıdaki etkinlikleri yaparken İstanbul sokaklarında buluşmak üzere.

30.9.12

Uçan otomobil yapacak bir “çocuk” aranıyor!

İşletme yönetiminde doğru soru “yapabilir mi değil, karlı bir şekilde satabilir mi” sorusudur. Dünya tarihi üretebilen, ama ürettiğini satamayan firmaların ve ülkelerin tarihidir.

Başbakan Tayyip Erdoğan'ın TÜSİAD'ın 40. Genel Kurulu'nda patronlara, “Bütün babalar burada, yerli otomobil yapacak bir babayiğit arıyorum” diye seslenmesinin üzerinden yaklaşık 1.5 yıl geçerken Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan'an 'Şu ana kadar babayiğit bulamadık” açıklaması geldi. Öncelikle biraz hafızalarımızı tazeleyelim. Önce Devrim, sonra Anadol ilk yerli kabul edilen otomobillerdir. Devrim tamamen Türk mühendislik ürünüdür; Anadol ise İngiliz tasarımı olmasına rağmen Türk kültürüyle tamamen özdeşleşmiş bir arabadır. Fiat’ın Albea’sı 2002 yılında Türk otomobili diye tanıtılmıştı. Bir otomobili ne Türk yapar, o da farklı cevapları olabilecek bir sorudur. Bu soruya verilen klasik cevap üretiminin yüzde kaçının yerli mallardan oluştuğuna bakılır. Örneğin, yüzde 90’ı yerli parçalarla yapılıyorsa Türk malıdır denir.

Şimdi esas soruya gelelim: Türkiye kendi otomobilini yapabilir mi? Cevap veriyorum: Yapabilir, ama yaptığını bugünkü mantıkla satmak ve pazarlamakta çok güçlük çeker. Şimdi düşünelim. Yunanlılar ya da Bulgarlar araba yapsalar, üstelik yaptıkları araba çok kaliteli ve güvenilir olsa, fiyatı da uygun olsa alır mısınız? Yoksa ondan daha pahalı olduğu halde Alman, Japon ve Fransız arabalarını tercih mi edersiniz? Yani BMW, Audi, Toyota, Honda veya Peugeot mu yoksa yeni çıkmış Yunan markası arabayı mı alırsınız? Bu sorunun cevabı zaten belli. Çinliler gayet de güzel otomobiller, cipler yapıyorlar, ama yine de herkes bu araçlara ağız burun kıvırarak bakıyor. Demek ki, konu kaliteli ve %100 yerli bir otomobil yapmak değil, insanların talep edeceği bir marka yaratabilmek. Otomobil pazarı, zihinlere yerleşik ve uzun yıllar değişmeyecek bir markalar pazarıdır. Dolayısıyla sizin fabrikada ürettiğiniz otomobilin satışı, onun tasarım ve kalitesine değil, markasına bağlıdır. Marka yaratmak zordur; ama otomobil sahasında marka yaratmak zor kelimesini de aşar.

Açık söylemek gerekirse, oğlum Sanat Arat’ın 7 yaşındayken sahip olduğu düşler, birçoklarının sahip olduğu düşlerden daha ilerideydi. Kendisine o zaman büyüyünce ne olacağı sorulduğunda “Biraz zor olacak, ama uçak fabrikası yapacağım” diyordu. Verdiği cevabın yarattığı şaşkınlıktan kimse ona “Neden uçak fabrikası yapacaksın?” diye sormadı. Ben sordum. Cevabını paylaşıyorum: “Bildiğimiz uçaklardan yapmak istemiyorum. Onu zaten yapıyorlar. Ben bir tür bireysel uçuş makinesi yapmak istiyorum. Çünkü uçaklar çok büyük, sokaklara inip kalkamıyor. Ben araba ya da motorsiklet büyüklüğünde, ama uçabilen küçük bir araç yapmak istiyorum!” Bugün işte yapılması gereken şey, Sanat’ın söylediğidir. “Yeniliktir, inovasyondur.” Eski köye bir tane daha otomobil getirmek değil, yepyeni ve çığır açacak bir şey getirmektir. Uğraşıp para harcayacaksak yenilik yapamaya odaklanmamız gereklidir. Çığır açacak bir ulaşım aracı içinse yanlış adres, otomobil fabrikalarıdır. Çığır açacak bir şeyler yapmak için, babayiğitler değil, koşullanmamış çocuk kafalarına ihtiyacımız var.

İlla da otomobil yapalım, Türk otomobili olsun isteniyorsa pazar odaklı düşünmek gerekir. Öncelikle burada da bir düzeltme yapmak istiyorum. Türk otomobili değil, Türk otomobilleri yapalım o zaman. Seriler yapalım. A segmentinden J segmentine kadar otomobil yapalım. Doğrusu bu. Çinliler de öyle yapıyor. Çinlilerin dört çekeri de var, binek arabası da var, lüks arabası da… Pazar odaklı olacaksa, bana göre bu ülkelerdeki yerleşik marka algısı düzeni dolayısıyla Kuzey Avrupa ve Kuzey Amerika’da hiç şansımız yok. Bugün dünyada gelişmekte olan üçüncü dünya ülkeleri pazarları vardır. Afrika pazarı, Güney Asya ve Güney Amerika’da düşük gelirli aile pazarlarının alacağı otomobiller üretip satmaya çalışabiliriz. Pazar odaklı bir tasarım yapılabilir. Burada bir şansımız olabilir.

25.9.12

Müslümanların Masumiyeti ve Önyargılar

Müslümanlığın Batı Dünyasındaki yüzü Araplardır ve Müslüman imajı önemli ölçüde Arap imajıyla bütünleşiktir. Bu anlamda Arapların dünyada başarılı olması Müslümanlığın imajının iyileşmesi açısından çok önemlidir.

Batı’da Türklerin değil, ama Müslümanların imajı oldukça kötü. Müslümanlığın bir ülkenin ve toplumun geri kalmasına yol açtığı düşünülüyor. Bu düşüncenin arkasında düz bir mantık var. Geri kalmış Arap ülkelerine bakıyorlar; ardından bunlar hem geri kalmış hem de Müslüman, o zaman Müslümanlık bir ülkeyi geri bırakıyor diyorlar. Bu mantık son derece sorunlu, ama ortalama insan böyle düşünüyor. Sadece bununla kalmıyor. Örneğin, Müslümanların kadınları sünnet ettiğini düşünüyorlar. Müslüman erkeklerin dört kadınla evlendiğini düşünüyorlar. Kadınların seçme şansı olmadığına inanıyorlar. Müslümanlıkta kadının değeri olmadığı için Suudi Arabistan’daki uygulamanın yaygın olduğu ve Müslüman kadınlara otomobil kullanma izni verilmediği kanaatine sahipler. Yine bazı Arap toplumlarına bakarak, Müslümanların temiz olmadığı inancı hakim. Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da Müslümanların görünen yüzleri, sokaktaki sıradan ama eşlerinin birçoğunu başörtülü görüntüsüyle Müslüman olduğu anlaşılan insanlardır. Eğer onlar bir yanlış davranış içinde olurlarsa, yanlış davranışları tamamen tüm Müslümün topluma mal ediliyor. Bir Müslüman yere çöp atarsa fatura o ülkede yaşayan tüm Müslümanlara çıkarılıyor.

Tabii bir de Yahudi kontrolündeki medyanın tüm dünyaya yaymaya çalıştığı terörist eşittir Müslüman önyargısı var. Harvard Üniversitesi’nde katıldığım psikoloji programında hocamız, iki tane Yahudi profesöre referansla “tüm teröristlerin Müslüman” olduğuna ilişkin bir slayt gösterdi. (Kendisine bunun ne kadar saçma bir tez olduğunu delillerle ispatladıktan sonra slaytı ders içeriğinden çıkardı.) En son tüm dünyada büyük, büyük şiddet içeren tepkilere yol açan Müslümanların Masumiyeti isimli film hala hazırda var olan önyargıları iyice pekiştirecek gibi görünüyor. Şiddet içeren göstericilere dikkat çekip “Bakın, işte görüyorsunuz bu Müslümanlar ne kadar şiddet yanlısı ve korkunç insanlar deme imkanını yakaladılar.

Bütün bu önyargıların Müslümanlıkla ilgisi olmadığını biliyoruz, ama anlatmakta çok yetersiziz. Öncelikle bu önyargıların birkaçını genel olarak analiz edeyim. “Müslüman ülkeler geri kalmıştır” önyargısı yersiz bir genellemedir; çünkü dünyada hemen her dinin yaygın olduğu sayısız geri kalmış ülke vardır. Hristiyan, Hindu, Müslüman ya da Budist birçok ülke geri kalmış olabilir. Geri kalmışlığın nedenleri, çok çeşitlidir ve dinin bu konudaki etkisi çok azdır. Örneğin Sri Lanka çoğunluk itibariyle Budisttir, ama geri kalmıştır. Avrupa’da toplumları Hristiyan olan Portekiz (Portugal), İrlanda (Ireland), Yunanistan (Greece), İspanya (Spain) geri kalmış değilse bile büyük ekonomik sorunları vardır ve 1990’ların sonlarından itibaren PIGS kısaltmasıyla gruplanmaktadır. Dinin gelişmeyle ilgisinin olmadığının en iyi ispatlarından biri de Japonya’dır. Japonlar ne Hristiyan’dır, ne de Müslüman, çoğunluğu (%70’ten fazlası) kendilerini bir dine mensup hissetmemekte olduğunu belirtmektedir. Bir ülkenin gelişmişliği dinden çok doğal kaynaklar, ülkenin dünya coğrafyasındaki pozisyonu, eğitim yatırımları, hukuk sistemi, girişimcilik düzeyi, nüfus büyüklüğü, teknoloji üretebilme kapasitesi, iç ve dış güvenliği, politik istikrar, liderlik ve hatta iklim gibi faktörlerin birleşimiyle açıklanabilmektedir. İslam'la ilgili önyargıların birçoğu Müslüman ülkelerin yerel gelenek ve görgülerinden kaynaklanmaktadır. Örneğin, kadınların sünnet edilmesinin bildiğim kadarıyla İslam'la uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Suudi Arabistan’da kadınlara otomobil sürdürülmemesi, İslam diniyle uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmayan, İslam'la ilişkilendirilmemesi gereken bir uygulamadır. “Teröristler müslümandır” ifadesi, gerçekten çok adi bir ifadedir. İspanya’da, İrlanda’da, Amerika’da, Güney Amerika’da, Uzak Doğu’da Müslüman olmayan on binlerce terörist vardır. Kendini savunmaya çalışan Filistinliler, özellikle Müslüman terörist olarak tanımlanmaya çalışılmaktadır.

Peki, Müslümanlığın üstüne atılan bu çamurların lekeleri nasıl temizlenir? Dünyanın dört bir tarafında Müslümanlar örnek davranışlar sergilerken bir taraftan, iş, bilim, sanat, spor ve siyasette çok başarılı olduklarında temizlenir. Bu konuda Türk okullarına ve oralarda çalışan neferlerimizin gayretlerine ne kadar teşekkür etsek azdır.

22.9.12

İlham veriyorlar!

Dünya hayallerinin peşinden giden insanlarla değişiyor. İzlemekle yetinmeyin, siz de bu dünyanın kahramanlarından biri olabilirsiniz. İşte size üç sıradan insanın üç sıra dışı öyküsü…

Hangisi daha sıra dışı bilmiyorum. Profesyonel bir sporcu hazırlığınız olmadan Samsun’dan Tokyo’ya bisikletle yola çıkmak mı yoksa iki yaşında bir bebekle Hollanda’dan Türkiye’ye pedal çevirerek gelmek mi? İnanılmaz kelimesinin en mütevazı hali bile, bu iki serüveni açıklamaya yetmiyor. Gürkan Genç 11 ay süren müthiş bir macerayla Samsun’dan Tokyo’ya ulaştı. Ankaralı ve adı gibi genç bir adam olan Gürkan Genç, çocukluğunun sevdasının üstünde Ankara’da evinden işine gidip gelirken bir gün bisikletle dünya turu yapabileceğini hayal etti ve bu hayalini gerçekleştirmek için harekete geçti.

İnci ve Soner Sarıhan çifti ise Türkiye’de Akdeniz’de, Karadeniz’de yaptıkları bisiklet turlarından sonra, gazeteden ilk okuduğum zaman hayran olduğum bir işe imza atmışlardı. Türkiye’den Hindistan’a, Nepal’e kadar bisikletle gitmişlerdi. Genç bir karı koca için inanılmaz bir macera. Bugüne kadar birçok bisikletçi gördüm tanıdım; ama İnci ve Soner Sarıhan çifti gibi bir örnek Amerika’yı, Çin’i, Avustralya’yı gezseniz sanırım bulamazsınız. Çünkü onlar son yolculuklarına Hollanda’dan Türkiye’ye minicik çocuklarıyla yola çıktılar. Birçok anne-baba çocuğunu sokakta oyun oynamaya bırakmazken onlar kamyonların, tırların arasından arkalarındaki römorkta Tibet Çınar ile geçtiler. Günlük 70 kilometrelik ortalama bir yolculukla Türkiye’ye vardılar, kelimenin tam anlamıyla muazzam.

Hem Gürkan Genç hem de İnci ve Soner Sarıhan olağanüstü ekonomik imkanlara sahip değiller. Nasıl olsunlar ki… Gürkan Genç, mütevazı bir kafe-restoranın ortağıyken işi gücü bırakıp dünya turuna çıkıyor. İnci ve Soner Sarıhan ise öğretmenler ve yaptıkları işi yaz tatilinde öğretmen maaşları ve sponsorların minicik katkılarıyla yapıyorlar. Günümüz Türkiye’sinde öğretmenlerin birçoğu tüm idealizmlerini kaybettikleri halde, Sarıhanlar kendi hayallerinin peşinden koşarken bir taraftan da öğrencilerine kendi hayallerinin peşinden koşmaları için örnek oluyorlar. Gürkan Genç Tokyo’ya kadar yaptığı son yolculuktan sonra çok yakında bisikletle dünya turuna çıkmak üzere. 7 yıl sürecek bir tur bu. Evinden uzak 7 yılı bisiklet üstünde geçirme fikri hayal sınırlarını zorluyor. 7 yıl boyunca otellerde kalamayacağı için 7 yıllık bir kamp hayatından da söz ediyoruz aynı zamanda. Gürkan Genç, Dünya Turu için birkaç sponsor da bulmuş. Ama keşke varlıklı işadamlarımızdan birkaç tanesi, bu gencin tüm gençlere başarmak için ihtiyaç duyduğumuz “kararlılık” bilincini aşılamasına yardım etmek için biraz daha destek olsa. Komik ama rüyamda büyük bir işadamının kişisel servetinin minik bir kısmıyla Gürkan Genç’e sponsor olduğunu gördüm. Umarım bu rüya gerçek olur.

Üçüncü öykü: Amerikalı bisiklet tutkunu Brendt Barbur’ın New York’ta bisiklete binerken kendisine bir otobüs çarpıyor. Birçokları böyle bir kazadan sonra ya bisiklete binmeyi bırakır ya da korka korka bisiklete biner. Brendt Barbur bambaşka bir hayal kuruyor. Dünyada bisiklet bilincini geliştirmek üzere bir Bisiklet Filmleri Festivali düzenlemeye karar veriyor. (Siz bugün İstanbul’da bir film festivali düzenlemek isteseydiniz, nasıl olurdu, nereden başlardınız, bir düşünün!). Annesi o sırada kanser ve annesinin ölümünden sonra festivali annesine ithaf ediyor. Bunu şunun için anlatıyorum. Brendt Barbur, bisiklet delisi çılgın bir genç değil, dünyanın dört bir köşesinde düzenlenecek bir festivali annenize ithaf ediyorsanız, güçlü aile değerleriniz var demektir. Gencecik bir adamın, bu yıl İstanbul dahil, dünyanın dört bir köşesinde yapılan Bisiklet Filmleri Festivali’nin hikayesi bu. Brendt Barbur’un 11 yılını tamamlayan Bisiklet Filmleri Festivali’nin yapıldığı şehirlerin listesine bir bakın: Atina, Brisbane, Buenos Aires, Cape Town, Chicago, Heerlen, Helsinki, Hong Kong, İstanbul, Lisbon,Londra, Los Angeles, Madrid, Mexico City,Milano, Moskova,New York, Richmond, San Diego, San Francisko, Sao Pauol, Sdyney, Tokyo, Toronto, Viyana. Siz okumaktan yorulmuş olabilirsiniz, bir de buralarda organizasyon yaptığınızı düşünün. Gürkan Genç’i, İnci ve Soner Sarıhan’ı ve elbette geleceğin büyük kahramanı Tibet Çınar Sarıhan’ı ve Brendt Barbur’u hayallerinin peşinden gittikleri için sonsuz tebrik ediyorum. İlham veriyorlar.