31.3.12

Tokyo Gözlemleri-II – Bisiklet Sistemi

Dünya lideri olmak, sadece ekonomiyle olmaz; dünya lideri milletler gibi yaşamamız, onların iyi yönlerini almamız gerek. Bisiklet de enerji tasarrufunun, çevre kirliliğini azaltmanın ve tedavi giderlerini düşürmenin en kolay yolu!

Dünyanın dört bir köşesinde şehir belediyelerinin sağladığı bisiklet sistemlerini gördüm. Amerika, Kanada ve Avrupa ülkeleriyle Japonya’yı kıyasladığımda Japonya fersah fersah ileride. Bir gün ülkemizin şehirlerinde de bu sistemleri görme arzusuyla yanıp tutuştuğumu söylemeliyim. Önce ilgisiz görünen birkaç konuyla başlayalım. Japonya’da ortalama ömür 90 yaşına dayanmış. Tokyo’da solunan hava da oldukça temiz. Her taraf parklar, ağaçlarla dolu. Caddelerde ve geniş kaldırımlarda yaşlısı genci, kadını erkeği herkes bisiklet kullanıyor. Şimdi neden Japonya bisiklet işinde diğer Batı ülkelerinden ileride? Öncelikle belediyenin işlettiği bisiklet kiralama istasyonları var. Bisiklet kiralama istasyonları, Japonya’da her şey otomatlarla yapılsa da bisiklet kiralama işinde bir insan da var. Bu insan bisiklet teslimatından ve kontrolünden sorumlu. Yani bisikletin lastiği sönmüş mü patlak mı bunu muayene edip tamir ekibine bilgi verebiliyor.

Bisiklet parklarını yer üstünde yer işgal etmemek için yerin altına indirmişler. Bir alt geçide iner gibi merdivenlerden iniyorsunuz. Bisikletin 24 saatlik kiralama ücreti, yaklaşık 4 Türk Lirası. Eğer üç gün kiralayacaksanız bisiklet kirası 7 Türk Lirası. Diğer Tokyo belediyesi, bisiklet kiralamayı kelimenin tam anlamıyla teşvik ediyor. Avrupa ülkelerinde, Amerika ve Kanada’da bisiklet kiralama Tokyo’ya göre çok pahalı. Hiçbir kimlik vermeden, kredi kartı numaranızı vermeden ödemenizi nakit yaparak bisikleti alıyorsunuz. Sadece bir forma isim, soyadı, adres ve telefon numaranızı yapıyorsunuz. Görevli size bir de bisiklet yolları haritası veriyor. Alt geçitten merdivenlerden bisikleti çıkarmak zahmetli olacak diye düşünürsünüz. Ne var ki, Japonlar bunu da çözmüşler, merdivenler kenarında bisikletin tekerlerini koyabileceğiniz 10 cm genişliğinde bir konveyör (taşıyıcı-yürüyen) bant var. Bu banda yüklediğiniz bisiklet siz hiç yorulmadan sizi caddeye çıkarıyor. Çin malı olduğunu tahmin ettiğim gayet güzel, sağlam ama basit bir bisiklet. Diğer batı ülkelerindeki belediyelerin kiraladığı bisikletler, çalınmaması için biçim olarak tamamen farklıdır. Ancak Japonya’daki bisikletleri, sıradan bir bisikletten ayıracak hiçbir şey yok.

Bisikletle ilgili en önemli sorunlardan bir tanesi, bisikleti güvenli ve çalınmayacak şekilde park etme sorunudur. Batı ülkelerinde bisikletleri, sadece bisiklet istasyonlarına park edebilirsiniz. Bir restoranın önüne park edeyip derseniz, orada bisiklet park istasyonu olmadığı için park edemezsiniz. Ya da okula gittiniz diyelim, okulda özel bisiklet istasyonu yoksa bisikleti bırakamazsınız. Japonya’da bu işi kökünden çözmüşler. Bisikletin arka lastiğinin üstünde bir kelepçe sistemi var, bu kelepçeyi kapattığınız anda anahtarı otomatik olarak size veriyor ve bisikleti güvenli bir şekilde park ediyorsunuz. Hem de hiçbir yere bağlamadan. Japonya’da bisikletler için özel park alanları da var; ancak parkla ilgili genel kural şöyle, bisikleti caddenin kenarına yatay olarak park etmeniz gerekiyor.

Dünyanın her yerindeki temel sorun bisikletin çalınma sorunudur. Japonya’da bu sorun da kökünden çözülmüş. Neredeyse Japonya’da bisiklet hiç çalınmıyor. Her bisikletin üstüne, otomobil motor numarası gibi bir numara işlenmiş. Bu numara bisikletiniz plakası. Çalınan bir bisikleti, polis kolayca plaka numarasından takip edebiliyor. Eğer bir şekilde plaka numaralarını silecek olursanız, bisikletin doğrudan hırsızlık konusu olduğu düşünülebilir. Japonya’da belediyelerin bisiklet sistemine koydukları bisiklet sayısı da büyük rakamlarda. Her bisiklet istasyonunda farklı tiplerde, yüzden fazla bisiklet bulunuyor. Dolayısıyla her istasyonda her zaman bisiklet bulabiliyorsunuz. Bu arada dünyanın en pahalı ülkelerinden biri olan Japonya’da bisiklet fiyatları Türkiye’den ve dünya genelinden çok daha ucuz. 200 TL’ye bile son derece güzel bir bisiklet bulabiliyorsunuz. Kiralama ve satış fiyatlarının bu kadar düşük olması, çalıntı bir bisiklete kimsenin rağbet etmemesini de garanti ediyor.

27.3.12

Geç Değil!

Ölümü değil, ama yaşlılığı durdurabiliriz; umutlarını koruyanlar, yarın için heyecan duyanlar, hayallerini, vücutlarını ve beyinlerini tıpkı Mimar Sinan ya da Peter Drucker gibi koruyabilirler.

Depresyon hali ne zaman başlar? Bu konuda psikologlar ve psikiyatristler ayrı ayrı ve kendilerince profesyonel cevaplar verecektir. Bu konuda benim vereceğim cevaplardan biri ise oldukça basittir. İnsanın ümidinin bittiği noktada depresyon başlar. Hayatımızda bir şeylerin iyileşeceğine olan inancımız kalmadığında enerjimiz biter. Her şey için bir isteksizlik başlar. Kalkmak da zor gelir, işe gitmek de ve hatta arkadaşlarla eğlence için buluşmak da. Ümitle birlikte kaybolan tek şey ümidin kendisi değildir; aynı zamanda anlamda kaybolur. Anlam kaybolduğunda insan yaşama amacını da kaybeder ve zaman beyhude bir şekilde geçer.

Heyecanın iki ucu vardır. Bir uçta yapmak istedikleri için derin bir sabırsızlık duyan, ertesi günü, ertesi yılı iple çeken ve projelerini adım adım hayata geçirmek için yerinde duramayanlar vardır. Heyecanın diğer ucunda ise, bu gereksiz ve anlamsız zamanın bir an önce bitmesini bekleyen, umudu kalmamış ve yaşamda anlam bulamayanlar vardır. Bir de iki ucun ortasında bazen heyecanlanan, bazen de heyecanını kaybeden insanlar vardır. Bu kategoriye girenler mutedil dalgalı deniz gibi değişkendir. Bunda da kötü bir şey yoktur; normalliğe işaret etmektedir. İki uç arasında giderken dengede kalmaktadır. Ne var ki, denge noktası, bazen sıfıra eşittir.

Heyecanın bir numaralı ucunda, yapmak için derin bir sabırsızlık duyanlardır. Bu gruptakiler şaşkın bir telaş içinde değil, olgun bir sabrı yaşayanlardır. Onlar için yapmak istedikleri şey çok büyük ve ağırdır. Bu şeyi bir halat ile kendilerine doğru çekmektedir. Halat ellerini çok acıtsa da halatı hiç bırakmadan büyük bir inanç ve sabırla kendilerine doğru çekmekte ve hedeflerine yaklaşmaktadır. Heyecanın diğer ucunda her şey için geç olduğunu düşünen bir grup insan vardır. Bunlar yaşlarından bağımsız her şey için geç olduğunu düşünürler. 25 yaşında olup master için geç diyenler de olabilir; 40 yaşında olup iş kurmak için geç diyenler de, 45 yaşında olup evlenmek için geç diyenler de olabilir. “İşte her şey için geç” diyenlerin hepsinin ortak özelliği, yapmak istedikleri şey için umutlarının kalmamış olmasıdır. Henüz depresyona girmedilerse de kısa süre sonra depresyona girme potansiyeli de taşırlar.

Kendilerini yeni bir yaşam kurmaya başlayan, dünya çapında başarı elde etmiş birkaç insandan söz etmek istiyorum. Bizim coğrafyamızdan en ilginç başarı öykülerinden biri Mimar Sinan’ın başarı öyküsüdür. Profesyonel mimarlık kariyerine 50 yaşından sonra başlayan Mimar Sinan’ın öncesinde at üstünde kılıç sallayan bir asker ve devşirme bir yeniçeri olduğunu çoğu kimse bilmez. Mimarlık kariyerinin çıraklık eserim dediği eserini 50’sinden sonra vermiş olması, onun alçakgönüllülüğünü değil, mimarlığa yeni başladığını gösterir. Ümidini kaybetmeyen genç ihtiyarlar kulübünün üyelerinin isimlerini biliriz; ama yaşlarını bilmeyiz. Kolomb Amerika’yı keşfe çıktığında 50’sini geçmişti. Pasteur, kuduz aşını bulduğunda 60 yaşındaydı. Verdi, en büyük eseri Fallstaf’ı yazdığında 80 yaşını geçmişti. Afrika’da hastaneler kuran ve ömrünün son günlerine kadar ameliyat yapan, katkıları dolayısıyla Nobel Barış Ödülü alan Albert Schweitzer 90’larına yaklaşırken hala çalışıyordu. Peter Drucker, başyapıtım dediği “21.Yüzyıl için Yönetim Tartışmaları-Management Challenges for 21st Century” isimli kitabını yazdığında 90 yaşını geçmişti. Yukarıdaki paragraftaki kişilerin elli yaşından sonraki yıllarda yaptıklarını dikkate alacak olursanız, hiçbir şey için geç değildir.

26.3.12

Sufi Tıbbı ve Çay Demleme

Sufi Tıbbı son zamanlarda okuduğum en ilginç kitaplardan bir tanesi. Kesinlikle çok şaşırtıcı bilgiler içeriyor ve insanı düşündürüyor.

Amerika’da yaşayan Çışti Tarikatı’nın Şeyhi Şeyh Muiniddin, Sufi Tıbbı isimli kitabında Kendisi başkalarına yemek hazırlamayı çok sevdiğini anlatırken ilginç bir anekdot anlatmış. Fıstıklı, bademli ve ince doğranmış havuç dilimleri olan bir pilavı hazırlarken bir dostu onu izleyip “Bir mutfak robotu alsan, bu havuç dilimlerini kolay ve hızlı bir şekilde hazırlardın” deyince “Öyle yapamam” diye cevap vermiş. “Çünkü ben her bir dilimi keserken, onu yiyecek kişiye şifa niyaz ediyorum.” Onun bu hatırasını okuyunca, yemeği hazırlayan kişilerin enerjilerini yemeğe taşıdıklarına iyice kani oldum. Annelerin ailelerine hazırladıkları yemekler çok güzel oluyor. Çünkü yemeğe sevgilerini katıyorlar. Öğrenci evlerindeki yemekler, o çocukların bütün amatörlüklerine rağmen çok güzel oluyor; çünkü onların da yüreklerinin temizliği yapılan yemeğe yansıyor. Yemek hazırlayan kişilerin yüreklerinin güzelliği, pişirdikleri yemeğe de, demledikleri çaya da yansıyor. Onların enerjisi, piyano akordu yapar gibi, gıdaların da enerjisini güzelleştiriyor. Şeyh Muinniddin büyük restoranların ve otellerin mutfaklarında çalışan personelin birçoğunun gerilim içinde yaşadığını ve bu gerilimi hazırladıkları yemeklere yansıttıklarını ifade ediyor. Bir restorandaki yemekleri iyi yapan onun müşteri ağırladığı alandaki dekorasyonu değil, mutfak ekibinin enerjisini iyileştirecek çalışma ortamının güzelliğidir.

Sufi Tıbbı kitabının yazarı Şeyh Muiniddin aslen Hindistanlı ve bitkisel eczacılık konusunda birçok kitabın yazarı. İslam âlimlerinin birçoğunun eserini İngilizceye kazandırmış. Kitabın içinde Hz. Muhammed’in (S.A.S.) de gıdaları bulunduran kitabı çok ilginç bilgilerle dolu. Ancak kitap Arapçadan önce İngilizceye oradan Türkçeye çevrildiği için çeviride bazı anlam kaymaları olabilir. Size kitabın içinden birkaç tane hadisi de paylaşmak istiyorum: Mide her hastalığın evidir ve perhiz her ilacın temelidir. O halde bunu alışkanlık haline getirin. /Allah indinde en iyi yemek başkalarınla paylaştığındır. / Sabah yemeğini tek başına yemek, şeytanla yemektir. Bir başkasıyla yemek bir tiranla yemektir. İki veya daha fazla kişiyle yemek, peygamberlerle (s.a.) yemektir. / Yemekten sonra dişlerinizi temizleyin ve ağzınızı çalkalayın, zira bu iki iş, köpek dişi ve yirmi yaş dişi için koruyucudur. / Az yemek, az günahtır. / Hz. Peygamber (s.a.v.) hasta bir insanla karşılaşınca şöyle dedi: “Kötü düşüncelerden kurtulun. Kuvvet Allah’tandır; tedavi edin ve olun.”

Sufi Tıbbı’ndan daha fazla söz etmek istiyorum; ama en iyisi kitabı alıp okumanız. Yine de son bir ek yapayım. Yazar meyve ve sebzeyi hem mevsiminde almamızı tavsiye ediyor hem de sadece yöresel olanları, Türkiye’de yaşayan insanlara Güney Amerika’dan gelen bir yiyeceğin iyi gelmeyebileceğini belirtiyor. Her bitki, kendi bölgesindeki olası bir hastalık için şifa olarak yaratılmış çünkü.

Geçtiğimiz hafta yazdığım “Çay nasıl demlenir?” yazısına gelen mektuplarda tarifi daha ayrıntılı yapmam istenmiş. İşte size daha ayrıntılı çay tarifi: Malzemeler: Yüreği/enerjisi temiz bir kişi. / Paketli Rize Çayı 4 yemek kaşığı veya Sri Lanka Çayı 2 yemek kaşığı. / Klasik iki hazneli çaydanlık. (Bu tarifte demlik ifadesi, çayın konduğu üst hazne için kullanılacaktır. Sadece su konulan hazneye ise alt hazne denecektir.) Demlik porselen ya da teflon tercih edilmelidir. Yapılışı: 1-Alt hazneye 4 su bardağı (800 ml) su ilave edin. 2-Demlik boşken demliğe 2 yemek kaşığı (tepeleme) Sri Lanka Çayı ya da 4 yemek kaşığı (tepeleme) Rize Çayı koyun. 3-Demliğe 1 bardak (200 ml) su ekleyin ve demliğin burnunu alüminyum folyodan yapacağınız bir tıkaçla kapatın. 4-Çaydanlık setini ocağa alın ve kısık ateşte alt haznedeki suyu kaynatın. 5- Alt haznedeki kaynamış sudan 2 bardak kadarını (400 ml), demlikteki çayın dairesel merkez noktasına yavaşça dökün. 6-Alt hazneye üç bardak (600 ml) yeniden oda sıcaklığında su ilave edin. Alt haznedeki su yeniden kaynayıncaya kadar bekleyin. 7-Kaynama gerçekleştikten sonra en kısık ateşte 15 dakika daha çayı demleyin. 8-Bardağın dibine sadece bir parmak yüksekliğinde (2 cm) dem koyup, üzerine de sıcak su ilave ederek çayınızı biraz ılık hale geldikten sonra afiyetle içebilirsiniz.

18.3.12

Çay Nasıl Demlenir

Her gün yaptığımız ve çok önem vermediğimiz birçok küçük etkinliğin kalitesini iyileştirmek, motivasyonumuzu ve neşemizi artıracaktır.

Bu yazıyı yazıp yazmamayı çok düşündüm. Bir köşe yazısında nasıl çay demleneceğini yazmak ve bilinen çay demleme sistemlerinden farklı bir şey önermek bir köşe yazısı için fazla gereksiz bulunabilir. Ne var ki, özellikle Türkler için çay içmek hemen her gün en az birkaç kez yaptığımız bizim için önemli bir keyif etkinliği. Dolayısıyla bu işin kalitesini yükseltebilirsek yaşamımızda kalite iyileştirme adına büyük bir hamle yapmış oluruz. Çayın nasıl demlenmesi gerektiğini ailecek çay yetiştiricisi olan Rizeli değerli dostum Barış Tandoğan’dan öğrendim. Son beş yıldır uyguladığım bu çay demleme sistemiyle ailem, dostlarım ve çocuklar dahil herkes çayı şekersiz içiyor. Çayın kendisi şerbet gibi ve bu çaydan uzak kalınca onu hasretle içmek istiyoruz.

Çayın nasıl demlendiğine geçmeden önce, çayla ilgili bazı efsaneleri düzeltmek istiyorum. Türkiye’de bir Arap çayı efsanesi vardır. Arap çayı diye bir çay yoktur; çölsel iklimi olan Orta Doğu’da ya da Suudi Arabistan’da çay yetişmemektedir. Orta Doğu ülkelerinden Türkiye’ye gelen çay, Sri Lanka’da (Ceylan’da) toplanan ve paketlenen çaydır. Paketli çaylar Türkiye’ye Arabistan’dan veya İran’dan geldiği için menşei olarak Arap Çayı olarak tanımlanmıştır. Bu çaylar Sri Lanka-İngilizlerin söylediği şekliyle Seylan Çayı’dır. Bu çay, demlendiğinde büyüyen yapraklara sahiptir. Bizim Karadeniz çaylarından oldukça farklıdır. Meraklısı araştırabilir. Sri Lanka Çayı’nın dışında aynı coğrafyadaki Hindistan bir çay memleketidir ve çok farklı ve güzel çayları vardır. En ünlülerinden biri de Darjeling çayıdır. Dünyanın en büyük iki çay üreticisinden biri de Çin’dir. Çay üretiminde dünyada beşinci sırada olan Türkiye’nin Karadeniz çaylarının hepsi de çok kaliteli değildir; çevremde tercih edilen çaylar Öz-gür Kuşlu Çay, Hayat Çayı ve Çay Kur’un Doğal Çayı ve Manolya Çayı’dır. Sri Lanka ve Hint çaylarının bir çoğundan da doğru şekilde demlendiğinde iyi sonuç alınacağını söyleyebilirim.

Gelelim Barış Tandoğan’dan öğrendiğim Çay Demleme usulune; öncelikle dökme çayı hiç yıkamadan demliğin içine koyuyoruz; ardından yine demliğin içine çayın en üst noktası su altında kalacak kadar oda sıcaklığında su konur. Altındaki hazneye de yine oda sıcaklığında su konur. Demliğin burun kısmı bir peçete parçasıyla kapatılır ve içerideki buharın dışarı çıkması engellenir. Çaydanlığın alt haznesinden gelen ısı, yukarıdaki çayı yavaş yavaş ısıtır. Bu süreç yeni tanışan iki kişinin sohbetine benzer; muhabbetin zirvesine ulaşmak için ön bir tanışma gerekir. Ardından alt haznedeki su kaynayınca, demliğin tam merkezine yavaşça dökülür. Ardından demliğe yeniden oda sıcaklığında su eklenir ve orta ateş kaynama süresine devam edilir. Toplam demleme 45 dakika kadar sürer. Çay demlendiğinde, bardaklara dem sadece bir parmak kalınlığında servis yapılır. Çay tavşan kanı bir renkte servis yapılır ve afiyetle içilir. Tecrübeyle sabit ilginç bir değerlendirme de, bu şekilde demlenen çayın aradan zaman geçtikte daha da güzelleşmesine ilişkindir. Üç saat sonra aynı çayı içtiğinizde, çay ilk demlendiğinden çok daha güzel bir lezzet sunmaktadır. Bu demleme yöntemiyle kaliteli bir çay harika, kalitesiz bir çay dahi “iyi” olmaktadır. Tandoğan ailesine tarif için teşekkürler diyorum.

Yazıyı çayın dışında başka bir günlük kalite iyileştirme önerisiyle bitirmek istiyorum. Evinizde yoksa bir katı meyve sıkacağı alın; bir de narenciye sıkacağı. Taze meyve ve sebze suyu insanı son derece hızlı motive ediyor. Uzunca süre bir katı meyve sıkacağı almak istedim; ama o kadar çok çeşit ürün vardı ki, hangisini seçeceğimi bilemedim. Bu konuda dikkat edilmesi gereken iki parametreden biri katı meyve girişinin yapacağı kısmın genişliği. Diğeri de motorun gücü. Yüksek watt güçlü olanlar daha pahalı satılıyor; ancak 350-400 wattlık bir katı meyve sıkacağı ile 30 wattlıkk bir narenciye sıkacağı, size keyif verirken bir taraftan da sizi hastalıklardan koruyabilir.

16.3.12

2011’de Neler Öğrendim?

Her yılbaşı bir önceki yıl neler öğrendiğimizi düşünme, hayatımızı bir okul haline getirir.

Ocak 2011-Çok tanrılı Hinduizm’in temel din olduğu ülkede, Maocu-Komünist bir hükümetin yer alabildiğini, her türlü puta tapan insanların görünce Müslüman olarak doğmanın bir lütuf olduğunu, eni iyi Adana kebabın Nepal’de öğretmenlerimizin kurduğu bir restoranda yapıldığını öğrendim.

Şubat 2011-Avrupa’da göçmen Türklerin yaşadıkları ülkeyle bütünleşmelerinin, o ülkeyi o ülke vatandaşlarından çok sevmeleriyle mümkün olduğunu, Hollanda, Belçika ve Avusturya’da insanların kış günü takım elbiseyle dahi bisiklet sürerek işe gittiklerini, Beyrut’un bir Avrupa şehri olmaya çalıştığını, şehrin birçok güzel binasının Osmanlı eseri olduğunu öğrendim.

Mart 2011-Çocuklarımızı yetiştirmek için üniversite öğrencilerini kullanmanın hem çocuklarımıza hem de bu üniversite öğrencilerine çok faydalı olduğunu, insanın kendi kendine nazarının değebileceğini ve kendini çok hasta edebileceğini, Esra Hanımın ailesinin ve Ahmet Göçer’in ailesinin çok misafirperver olduğunu, Afşin’in aşırı kasabacı bir tutuculukla geri kaldığını, Elbistan’ınsa şehirci bir açıklık sayesinde ileri gittiğini öğrendim.

Nisan 2011-Tarun Khanna’nın yazdığı Milyarlarca Girişimci isimli kitabın tek başına dört yıllık fakültelerde okutulan siyaset, ekonomi, hukuk ve sosyoloji bilgilerini Hindistan ve Çin ekonomileri üzerinden birinci sınıf şekilde verebildiğini; İtalya’dan Hindistan’a bisikletle giden Jakobo Pizzeti’den hayatın toplumsal sistem ve kurallardan daha geniş olduğunu (İngilizce ifadesiyle: life is larger than the society) öğrendim.

Mayıs 2011-Türkiye için iyi bir şeyleri iyi niyetle düşündüğünüzde bir gün hayalinizi Başbakan’ın elinde seçim meydanlarında görebileceğinizi, Macahel’in Türkiye’nin en güzel, en büyüleyici tabiatına sahip olduğunu, kişisel ve bölgesel gelişmenin koşullardan çok bir perspektife sahip olmakla ilgili olduğunu, Göksun’da bir sabah kahvaltısında Bilal Bey’le gerçek yumurta bulup dört yumurta yedikten sonra şehirlerde yumurtanın tadını tamamen unuttuğumuzu öğrendim.

Haziran 2011-Arnavutluk’ta ders verdiğim Epoka Üniversitesi’nde her milletten harika öğrenciler olduğunu, Kahramanmaraş’ta Nurtaç Yelden ve Serpil Ata ile birlikte bir gurbet tecrübesi sınavından alnımızın akıyla çıkabildiğimizi öğrendim.

Temmuz 2011-Boston’da Max Branner’da Çikolatalı Pizza’nın dünyanın en muhteşem lezzetlerinden biri olduğunu, Okan Tanrısev ve ailesinin harika insanlar ve harika ev sahipleri olduklarını, Harvard Üniversitesi’nin akıllı ve entelektüel insanların mıknatısı olduğunu öğrendim.

Ağustos 2011-Kanada’nın Avrupa ve ABD’nin bir kesişim kümesi olduğunu, ancak her iki bölgenin en iyi özelliklerini kendisinde topladığını, doğal kaynak ekonomisini eğitimle birleştirmenin medeniyete yol açtığını, Engin Sezen ve ailesinin Kanada’da harika insanlar olduklarını öğrendim.

Eylül 2011-İnsanın davranışlarında genlerin yaklaşık %50 oranında etkili olduğunu, mektuplaşarak iletişim kurmanın yüz yüze iletişim kurmaktan insanların düşüncelerini ve güzel yanlarını daha fazla ortaya çıkardığını, internetin her enformasyona çok hızlı ulaşılan ortamının iletişimi zenginleştirdiğini öğrendim.

Ekim 2011-Allah’ın dualarınıza karşılık verdiğini, haksızlığa uğradığınızda er ya da geç bunun anlaşılabildiğini, en sevdiklerinizin ve en çok destek verdiklerinizin ve hatta nikah şahitliği yaptıklarınızın geçerli bir neden olmadan küsebildiklerini şaşkınlıkla ama üzülerek öğrendim.

Kasım 2011-Plaketlerden hiç hoşlanmasam da Bisikletliler Derneği ile İstanbul’dan Ankara’ya giderken bisiklet üstünde, başkan Murat Suyabatmaz’dan plaket almanın unutulmaz keyifli bir an olabileceğini öğrendim.

Aralık 2011-Yemeğin en güzelinin bu işe merak ve heyecan duyanlardan yendiğini, yöresel yemekler konusunda Kütahya Konağı’nı ve kalbi nurlu Gülnur Atakan’ın muhteşem yemeklerini görmek, Rize’de Mehmet Çepni’nin Şahin Tepesi’nde köy sütünden yapılma sütlaç yemek, yine Rize’de Ahmet Oflu’nun Evvel Zaman’ında kaybolmak, Giresun’da Tibor restoranında Türkiye’nin en sıra dışı yemeklerini yemek, Kilis Yaren Taşmekan’da pişmek ve yemekle ilgili düşünmek ve çok araştırma yapmak gerektiğini öğrendim.

15.3.12

Felsefeniz var mı?

Kişi olarak ya da kurum olarak bir felsefeye, bir ilke setine sahip olduğunuzda yaşamınızdaki her türlü soruya kolayca cevap bulabilirsiniz.

İşletmeleri ve toplumları başarıya taşıyan nedir? İşletme Yönetimi hakkında 6 kitap yazmış, New York , MIT ve Harvard üniversitelerinde yönetim konusunda eğitim almış bir uzman olarak yılların birikimiyle yeni (veya eski ama yeniden keşfedilerek özümsenmiş) bir cevap veriyorum. İşletmeleri ve toplumları başarıya taşıyan sahip oldukları felsefedir.

Her işletme ve her toplum bir felsefeye sahip olmalıdır ya da sahip oldukları geçmiş, kültür ve dinin içinden kendilerine uygulamanın ve yaşamın her aşamasında rehberlik edecek bir ilke seti çıkarmalıdır. İşletmelerin ve siyasetçilerin temelde iki felsefeyle yaşadıkları söylenebilir. Bu felsefeler avcılık ve çiftçilik felsefeleridir.

Avcılık felsefesi, fırsatçılığa dayanır. Belirli bir işletme için bir mal kıtlığa düştüğü zaman fiyatları aşırı yükseltmek ve alıcıları mağdur etmek avcılıktır. Tedarikçiyi öldüresiye bir pazarlıkla zararına mal sattırmak yine avcılıktır. Personeli, daha düşük maaşla çalışacak yenisiyle değiştirmek yine avcılıktır. Avcılık felsefesi kısa vadeli düşünceye dayanır ve uzun vadede bu felsefeye sahip olana zarar verir. Avcılık felsefesinin toplum yaşamındaki örnekleri rüşvetle iş görmek, emniyet şeridini ihlal ederek araba sürmek, başkasının hakkını çalmak, denetimsizliği fırsat bilerek kendi çıkarına mal edinmek, çevresindeki insanları imkan buldukça istismar etmek olarak sıralanabilir.

Çiftçilik felsefesi ise uzun vadeli bakış açısıyla düşünmeye dayanır. Çiftçilikte hemen sonuç alamazsınız. Tohum hemen mahsule dönüşmez. Mahsule dönüşmesi için emek ile birlikte zaman geçmesi gerekir. İşletmelerde çiftçilik, kalite için masraftan kaçmamak, kurnaz satış taktikleriyle müşteriyi kandırmamak, personeli ve müşteriyi uzun vadede kendine bağlayacak politikalar çerçevesinde kural ve uygulamalar geliştirmek demektir. Japon toplumu çok önemli ölçüde çiftçilik felsefesiyle yaşayan bir toplumdur. Japon yaşantısının hemen her köşesi, uzun vadede sonuçları itibariyle topluma yararlı olan bir felsefenin yansımalarıyla doludur. En basitinden metro yaklaştığında bekleyenler, vagonun kapısında düzgün bir “V” harfi gibi dizilirler; önce içerideki yolcular çıkar, ardından da “V” harfi şeklinde dizilmiş olan yolcular birer birer binerler. Eğer bekleyen yolcular avcı gibi davranıp vagon yanaşır yanaşmaz içeri atlamaya çalışırsa bir karışıklık ve rahatsızlık olur. Ama bir Japon böyle davranmaz.

İşletmelerde felsefe bir şirketin uzun vadede varoluşunu ve büyümesini garanti eder. İngiltere’de küçük bir dükkan ile başlayan Bodyshop mağazasının felsefesi kadınları güzelleştirmek değil, doğal ürünlerle insan vücudunun buluşmasını sağlamak, çevreyi korumak ve dünyada insan hakları ihlallerini önlemektir. Diğer tüm kozmetik üreticilerinden ayrılan Bodyshop sonunda dünya çapında başarı elde etmiştir. Kurucusu Anita Roddick’in ölümünden sonra Loreal en büyük rakibini satın almıştır. Türkiye’de inovasyon/yenilik deyince teknoloji şirketleri akla gelse de, Türkiye’nin en inovatif şirketlerinden biri Denizli’den Helvacı Hacı Şerif’tir. 1938 yılında kurulan Hacı Şerif sürekli ürün yeniliği arayışıyla 150’den fazla tatlı icat etmiştir. Haklı başarısının arkasında hiç bitmeyen ve sonlanmayan bir yenilik üretme / inovasyon felsefesi vardır. Birçok işletmenin sıradan kalmasının nedeni hiçbir felsefeye sahip olmamalarıdır.

13.3.12

Sıfır Hastalık Hedefi

“Bütün bunlara rağmen hasta olamaz mıyız? Olabiliriz elbette; ama bütün bunları yapmak hasta olduğumuz gün sayısını azaltacaktır. Biz deveyi sağlam kazığa bağlayalım, sonra tevekkül edelim.”

İnsanların birçoklarının kariyer hedefleri olur, zenginlik hedefleri olur, ama çok az kişinin sağlıklı olma ile ilgili bir hedefi vardır. İnsanın sağlıklı olmakla ilgili bir hedefi olmalı; bu konuda getirdiğim basit bir hedef tanımlaması var: Sıfır Hastalık Hedefi.

Sıfır hastalık deyince, bir yıl içinde hasta olmadan, yatağa düşmeden, burnumuzu silmeden, diare- halk arasında bilindiği şekliyle ishal olmadan, ateşlenmeden, nezle olmadan, başımız ağrımadan geçirdiğimiz gün sayısını azamide tutmaktan söz ediyorum. Mümkünse 365 gün bu belirtileri yaşamayacak bir yaşam düzeni tutturmalıyız. Bu mümkün mü? Evet, mümkün. Ancak birçok şeye dikkat etmemiz gerekiyor, mevsim ve ortam koşullarına uygun giyinmek, hijyen kurallarına uymak, yediklerimizi iyice seçmek ve miktarlarını azaltmak ve sağlıklı yaşamakla ilgili daha fazla okumak gerekiyor. Bunların yanında morali bozmamak, bedensel faaliyetleri artırmak, neşeli olmak ve neşeli olmak için vesileler bulmak, aile üyeleriyle iyi geçinmek, arkadaşlık yapmak, para işini iyi yönetmek, ayağını yorganına göre uzatmak da çok önemli.

Yemekle ilgili yakınlarda yazdım; eti iyice azaltmak, taze meyve ve sebzeyi daha çok tercih etmek, veli kişilerin adet ve tavsiyelerine uyarak daha az yemek, işlenmiş ürünlerden mümkün olduğunca uzak durmak ve gıda çeşitliliğini artırmak kilo ve sindirim problemlerinin birçoğunun önüne geçebilir. Hijyen kurallarına uymak da ellerin, bedenin ve dişlerin temizliğine özel önem göstermek birçok hastalığı engelleyebilir. Giyinirken yakışıklı ve güzel veya hafif olmaktan (bazıları da ağırlık yapıyor diye gereğinden ince giyiniyor)önce, kendimizi koruyacak şekilde giyinmek önemli. Sağlıklı yaşamla ilgili her ay en az bir kitap okuyorum. Böylece zihnim bu konuya odaklanıyor ve bu konu üstünde düşünüyorum. Ayrıca genel olarak okumak, bir kitabı bitirmek insana kendisini iyi hissettiriyor.

Hastalıkların en önemli nedenlerinden biri kötü ilişkilerdir. İlişkileriniz ve iletişiminiz kötüyse kolayca hasta olabilirsiniz. Çünkü ilişkilerden kaynaklanan moral bozukluğu bağışıklık sistemini çökertiyor. Onun için çevremizdekiler, aile üyeleriyle mutlu ve huzurlu bir ilişki kurmanın yolunu bulmalıyız. Güzel arkadaşlıklara sahip olmak da çok yararlı. Neşenin çok önemli kaynaklarından biri, birlikte olduğumuz insanlarla esprili sohbetler yapmak, oyunlar oynamak, hikayeler paylaşmaktır.

Bu arada hiç ilgisiz görünse de sağlık sorunlarının bir numaralı kaynağı ekonomik sorunlardır. Bütçesini denk getiremeyen, borcu hiç bitmeyen insanların stresleri dolayısıyla sağlık sorunu olma ihtimali çok. Onun için borçları hızlıca ödemek, iş bulmak / iş kurmak ve çalışmak gerekiyor.

Beden sağlığını pekiştiren şeylerden bir tanesi de spor yapmaktır. Spor yapamıyorsanız motorlu araçla gideceğiniz yerlere olabildiğince yürümek ya da bisikletle gitmek iyidir. Yaşlı insanların oturup kalkmak da ve hatta çoraplarını giymek de zorlandıklarını görüyor ve çok üzülüyorum. Namazın sayısız yararları var; ama bir tanesi de sağlıkla ilgili. Günde belki elli defa eğilip kalkmanız gerekiyor ki, insanın bedeninin esnekliğini koruması için hafif, güzel bir egzersiz. Bir taraftan secdeyle buluşma ruhunuzu rahatlatırken, diğer taraftan da farkında olmadan birçok eklemenizi ve kasınızı çalıştırıyorsunuz.

Sıfır Hastalık Hedefi, siz farkında olmadan yaşamınıza güzel bir disiplin getirecek, birçok alanda iyileşme sağlamanıza yardım edecek, seçimlerinizi yaparken daha çok sonuçlarını düşünmenize yardım edecektir.

Not: Bugün miladınız olsun, 365 gün boyunca hiç hastalanmayın inşallah. 365 gün boyunca hiç hastalanmayanlar bana e-posta atsınlar.

9.3.12

Yakından Öğrenme

Samsun’da yaşayan Ayşe tekerlekli iskemlesinden hiç kalkmadan, İzmir’de cezaevinde yatan Mehmet cezaevinden çıkmadan, Orhan Mardin Kızıltepe’deki köyünden hiç ayrılmadan İstanbul Üniversitesi’nde okuyor.

Bir Çin atasözü der ki “Söylersen unuturum; gösterirsen anlarım; yaparsam öğrenirim.” Üniversitelerimizde örgün eğitim yapılan fakültelerde eğitim, yukarıdaki atasözünde ifade edilen söyleme formundadır. Hoca sınıfa gelir ve dersi anlatır. Bazısı anlatma işini de yapmaz; projeksiyonda yansıyan metni yüksek sesle okur. Tabi bu hocalara hoca demeye bin şahit ister. Bir öğrenciyi alıp Topkapı Sarayı’na götürürseniz ve orada Osmanlı ya da sanat tarihi anlatırsanız; o öğrenciye konuyu net bir şekilde göstermiş olursunuz. Eğer öğrenciye bir motoru tasarlatırsanız, o öğrenci motor tasarlamayı öğrenmiş olur. Bu örnekler dikkate alındığında eğitim kalitesi, hem anlatma hem gösterme hem de yapmayı içerdiğinde en yüksek olur. Diğer bir deyişle pasif olan eğitimi, interaktif öğrenmeye dönüştürdüğümüzde eğitimin kalitesini yükseltmiş oluruz.

Türkiye’de hayat okulunu saymazsak üç değişik yöntemle “örgün, açık ve uzaktan” şekilde eğitim yapılmaktadır.

Örgün eğitimde devlet üniversitelerinin neredeyse tamamında eğitim, "hoca anlatması" şeklinde geçmektedir. Kalabalık sınıflarda her öğrencinin etkileşimli bir şekilde derse katılması mümkün değildir. Birçok derste vaka metodu, videolar, yerinde incelemeler, öğrenme pekiştirici testler kullanılmamaktadır. Sınav soruları ve değerlendirmesi de tamamen sübjektif-keyfidir. Açık uçlu soruların cevaplarını öğretim görevli ve üyeleri kendilerine göre okumaktadır. Örgün eğitim toplum için ayırca çok masraflıdır. Öğrencinin üniversiteye ulaşması, şehir merkezinde bir alanın varlık maliyeti, ders alanlarının ısıtılması ve aydınlatılması hepsi ayrı birer maliyettir.

Açık öğretim iyi hazırlanmış ders kitapları, televizyon desteğiyle ve standart sınav sistemiyle yüksek kaliteli bir eğitim metodudur. Açık öğretim öğrencilere zaman özgürlüğü verirken tüm öğrenciler aynı kalitede bilgi alırlar. Aynı zamanda objektif bir ölçme değerlendirme sistemi vardır.

Uzaktan öğrenme ise, en üstün eğitim metodudur. Bilgisayar başındaki öğrenci internetten hocayı canlı olarak dinler, hoca mutlaka iyi hazırlanarak gelmek zorundadır. Öğrenci hocaya sorusunu sözlü ya da yazılı olarak sorar; başka yerlerde olan arkadaşlarıyla etkileşime girer; ilgili videoları izler; bilgisayardan interaktif kitapları okur; objektif ve kaliteli sınav sisteminden geçerek değerlendirilir. Bu anlamda uzaktan eğitim aslında yakından öğrenmedir. Uzaktan öğrenmede en büyük maliyet içerik geliştirmedir. İlk beş yıl geniş bütçeler istese de izleyen yıllar maliyetleri düşer.

İstanbul Üniversitesi ve Türkiye’de 30 kadar üniversite uzaktan öğrenme konusunda programlar uyguluyor. Ne var ki, bu programların bütçeleri ve harçları açık öğretime ayrılmış olandan bile azdır. Üniversiteler bu programları sunabilmek için bütçeye ihtiyacı vardır. Bu bütçe ya doğrudan tahsis edilmeli ya da bu programların kontenjanları artırılarak üniversitelerin kendi fonlarını yaratmalarına imkan tanınmalıdır.

5.3.12

Kafası Karışık Olanlara…

Onu mu yapsam, bunu mu yapsam diyorsanız, belirsizlik durumu zihninizi esir almışsa ihtiyaç duyduğunuz cevap bu yazının içinde olabilir.

İnsana en çok zaman kaybettiren şey, kafanın karışık olmasıdır. Birçokları kafa karışıklığını tercihler arasında seçim yapamama ya da belirsizlik dolayısıyla karar alamama gibi durumlarda yaşar. İnsan kafa karışıklığını en çok bir karar almak istediği zaman hisseder. Kafa karışıklığı kafadaki enformasyon karmaşasının düzensiz bir şekilde insanın zihnine gelmesidir. Karar alma konusuyla ilgili akla gelen birçok başka konu ve mesele yarattıkları yargı ve sorgu işaretleriyle, insana ne yapacaklarını şaşırtırlar. Örneğin birisiye evlenmeyi düşünen ama bu düşüncesini ona açmamış biri, bir taraftan evlilik sonrası para kazanma imkanlarını, nerede oturacaklarını, potansiyel eşinin ailesini düşünür ve bütün bu konularla ilgili gelen düşünceler kafayı karıştırır. Gelen düşüncelerin bir kısmı yargıdır. Örneğin, potansiyel eşinin ailesiyle ilgili birkaç hikaye duymuştur ve bu hikayeler onlar hakkında bir önyargı yaratmıştır. Kafa karışıklığının bir nedeni de enformasyon eksikliğidir. Bunlar da kafada soru işareti oluştururlar. Örneğin evlendikten sonra ne iş yapılarak para kazanılacağı ya da ailenin geçindirileceği belli değilse bu da soru işareti olarak durur. Tabii daha potansiyel eşe evlenme teklif edilmemiş olması ve onun bunu kabul edip etmeyeceği çok daha büyük belirsizlik yaratan bir soru işaretidir.

İş hayatında toplantılar kafası karışık insanlarla uzar durur. Aynı şekilde dayanağı olmayan yargılar ve enformasyon eksikliği, bir grubun rasyonel karar almasının önüne geçer. Gruptan iki kişi işle ilgili birer olay öyküsü anlatarak kendi vardıkları sonucu ya da yargıyı grupla paylaşırlar. Üretimde ya da satışta veya muhasebede şöyle oldu, bu da bu anlama geliyor diye bir çıkarım yaparlar. Ardından da bir başkası maliyetler ya da müşteri memnuniyeti konusunda başka bir yargı paylaşılır. Ancak bu yargıyı da destekleyen somut bir veri olmadığı için bu yargı bir soru işareti olarak grubun önünde kalır.

Sözü uzatmadan kafa karışıklığının panzehirini paylaşmaya çalışayım. Kafa karışıklığının bir numaralı nedeni, amacın belli olmaması ya da konuları düşünme ve değerlendirme sürecinde unutulması veya bir kenarda kalmasıdır. Amaç kafaları temizleyen, durulaştıran harika bir filtredir. Konu ne olursa olsun, amacın bizzat kendisi harika bir referans noktasıdır ve her türlü yargı ya da soru işareti, amaca yakınlıkları ve amaca hizmet etmeleri ölçüsünde değerlendirilmelidir. Amaca hizmet etmeyen konular doğrudan zihnin gündeminden düşürülmelidir. Kafa karışıklığı basit bir şekilde bir sadeleştirme ihtiyacı duyar ve amaç bu sadeleştirmenin temel referans noktasıdır. Kafası karışık olan kişi, hemen kendine amaç neydi diye sormalıdır. Amaç ile birlikte aynı zamanda alt amaçlar da belirlenmeli ve değerlendirme sürecinde hep akılda tutulmalıdır.

Bir konuyu değerlendirirken her konunun amaca hizmet etmesiyle ilgili akıldan bir önceliklendirme yapılamıyorsa, kağıt üstünde ele alınan konulara amaca hizmet etmeleriyle ilgili puansal değerler atanarak en önemli konular belirlenebilir. Karar alma süreçlerinde kağıt üstünde yapılan çalışmaların zihni inanılmaz ölçüde berraklaştırdığını söyleyebilirim. Örneğin bir satın alma konusu ya da bir ortaklığa başlama ya da ayrılma konusu değerlendirildiğinde bir bilanço gibi, bir kağıt üstünde sol sütuna yapılacak eylemin olumlu yönleri, sağ sütuna da eksi yönleri yazıldığında insan durumu çok daha net bir şekilde görebilir.

Not: Bu soğuk kış gününde sokak hayvanlarını ve kuşları beslemeyi, ısınamayan yoksullara yardım etmeyi unutmayın.

4.3.12

Satış mı, Pazarlama mı?

Peter Drucker diyor ki, üretim, muhasebe, insan kaynakları, ulaştırma, depolama işlevleri dışarıya verilebilirken bir tek pazarlama işlevi dışarıya verilemez.

Pazarlama ve satış kavramları çok karıştırılan ve iç içe kullanılan kavramlardır. Birçok satış yöneticisinin kartında “Satış ve Pazarlama Müdürü” yazar ki, bu unvan kavramsal düzeyde doğru olmayan bir şekilde kullanılır. Çok basit bir dille tanımlarsak, satış “bizi müşteriye götüren”, pazarlama ise “müşteriyi bize getirendir.” Birçok şirket pazarlama bölümünden önce satış bölümünü kurar ve satış ekibindeki kişiler, müşteri ziyaretleri yaparak, firmalarını ve ürünlerini tanıtarak satış yapmaya çalışır. Ürün ya da hizmet paketini gören müşteri adayı, eğer bu ürüne ihtiyacı varsa sıklıkla yeni tanıştığı bu firmayla fiyat pazarlığı yapmaya başlar. Ne kadar çok müşteri ziyaret edilirse o kadar fazla satış olasılığı ortaya çıkar. Ancak, satış sürecinde altını çizerek söylüyorum, müşteri kendiliğinden gelmez, müşteriye gidilir.

Bir kuruluşta pazarlama bölümünün ilk doğal lideri, kurucu patrondur. Patron ürünü tasarlar, kalitesini ve fiyatını belirler, nerede satılacağına ve hangi tanıtım dökümanlarıyla tanıtılacağına karar verir. Patronun yaptığı bu iş, kurumsallaşan şirketlerde “pazarlama bölümüne” bir bütçe ile birlikte devredilir. Böylece şirket, yine en basit dille söylersek reklam yaparak ürün ve marka hakkında bir bilinirlik ve bir talep yaratmaya çalışır. Eğer yapılan reklam çalışmaları başarılıysa, potansiyel müşteriler kendiliklerinden telefona sarılıp ya da mağazalara gidip ürünü almaya çalışırlar. Pazarlama sürecinde müşteri kendiliğinden kurulmuş bir bebek gibi gelir.

Elbette pazarlamaya yapılan yatırım, satıştan on kat daha etkilidir. Ne var ki, pazarlama yatırımının etkisini ölçmek, satışın etkisini ölçmekten daha zordur. 10 satış ziyaretinden kaçında satış olduğunu ölçebilirsiniz; ama reklamın ne kadarının satışa yol açtığını anlamak daha karmaşıktır. Öyle olduğu için de, kuruluşların çoğu, pazarlama yapmak yerine satışa odaklanırlar. Satış ise pazarlama olmaksızın, samanlıkta iğne aramak gibi emek yoğun bir iştir.

Bugün gerek yurt içi pazarlarda, gerekse yurt dışı pazarlarda kuruluşların ihtiyaç duyduğu modern pazarlama tekniklerini kullanarak bir marka yaratmak ve bu markayı bir mıknatıs gibi kullanarak müşterileri kendilerine çekmektir. Bugün Starbucks logosu, bir mıknatıs gibi insanları kahve içmeye, Mado logosu da insanları dondurma ve tatlı yemeye çekmektedir. İşte marifet, Mado ya da Starbucks gibi insanlar üstünde mıknatıs etkisi yaratacak bir pazarlama çalışması yapmaktır.

Pazarlama çalışmalarına kuruluşların yanı sıra ülke olarak Türkiye’nin de ihtiyacı vardır. Türkiye planlanmadık bir şekilde Türk dizileri sayesinde Orta Doğu ve Balkan pazarına bir promosyon yapmaktadır. Günümüzde reklamın en etkili versiyonu, medyada film, dizi ve haber yoluyla yer almaktır. ABD sayısız ürün, marka, işadamı, sanatçı ve hatta üniversitelerinin reklamını filmleri kullanarak yapmaktadır. Good Will Hunting, MIT’inin reklamını yaparken Social Network isimli film Harvard Üniversitesi’nin tanıtımını yapmaktadır.

Türkiye’de pazarlama konusundaki ilerlemelerin bir kısmı bu alandaki MediaCat gibi yayınların ve birçok eğitim kuruluşunun katkısıyla olmaktadır. 12 kez düzenlenen Marka Konferansı, Türkiye’nin dünya kalitesinin üstünde bir toplantı dizisi olmuştur. 16-17-18 Şubat* tarihlerinde Markaakademi tarafından Uludağ’da düzenlenecek olan Mehmet Ak’ında konuşmacı olduğu Brandcamp yine bu alanda Marka yaratma ve pazarlama konusunda önemli bir etkinlik olacaktır. Eğitimler ve kitaplar düşünceleri değiştirirken, düşünceler de pazarlama performansımızı değiştirecektir.

* Eski bir yazıdır. Tarihler kafa karışıklığı meydana getirmesin.  

0 km Önyargı

Birçok insan önyargılarını sıralarken güçlü bir mantık yürüttüğünü zanneder. Mark Twain, seyahatin önyargının en iyi ilacı olduğunu, dar görüşlülerin görüş açılarını genişlettiğini belirtiyor.

Sayısız insan mutlu bir yaşamın hayalini kurar. Ama onlara göre bu dünyadaki problemli insanlar ve sistemdeki bozukluklar, insanın mutlu olabilmesine izin vermez. Adeta kişi ne yapmak istiyorsa, o yapmak istediğine engel olacak özel bir şey yapar ya da söylerler. Bir devlet dairesine gittiğinizde işini yapacak kişi yerinde yoktur ya da orada bir kuyruk vardır ya da bir evrak eksiktir. İşi yolunda gitmez. Yola çıkar, trafik tıkalıdır geç kalır. Evde ya da ofiste masasında / dolabında bir evrak arar, aradığını bulamaz. Eşinden bir şey ister, istediğini alamaz. Resmi bir şey yapmak ister, yapmak istediğini yapmasına mevzuat müsait değildir. İkinci el otomobil alır, otomobili aldığının ikinci günü arıza yapar. Tam evden çıkacağı sırada üstüne giydiği ceketin düğmesinin kopuk olduğunu fark eder. Bir gazete yazısı okumaya başlar, baş sayfada devamı on beşinci sayfada der. On beşinci sayfayı arar, o sayfayı daha önce biri almıştır. Kendini dünyanın en talihsiz insanı kabul eden bu insanı mutlu etmek ve başkalarını suçlamaktan alıkoymak neredeyse imkânsızdır.

Yukarıdaki sorunların neredeyse tamamı, kolayca çözülebilir. Devlet dairesinde kişi yerinde yoksa çözümü teslimiyet ve zamandır. Evrak eksikliğinin çözümü, önden iyi bir araştırma ya da bir daha sefere tam evrakla gitmektir. Tıkalı trafiğin çaresi, trafiğin hiç olmadığı çok erken bir saatte çıkmaktır ya da gidiş yolunu değiştirmektir. Tatlı dille söylerse eşinden de istediğini alabilir. Mevzuat bir şeye müsait değilse, başka bir şeye müsaittir. Yıllar önce dünyada 24 saat açık olan market zinciri Seven Eleven Türkiye’ye giriş yapınca marketlerin 24 saat açık olmasına izin vermeyen bir kanun olduğunu öğrenmişler. Sadece çorbacılara böyle bir izin veriliyormuş. Onlar da markette sıcak çorba satmaya başlayınca izin çıkmış. İkinci el arabayı almadan önce iyice inceletmek veya aynı fiyata ama daha düşük sınıftan bir sıfır araç almak, arıza problemini çözer. On beşinci sayfası olmayan gazete için kızmak yerine, dışarı çıkıp yeni bir gazete daha alınabilir ya da internete bakılabilir. Başkalarını suçlamak yerine, sonuçları değiştirmek için ben ne yapabilirim diye bakmak insanı çok daha fazla huzurlu kılar.

Yazının başlığı 0 km önyargı. Sorunların çok önemli bir bölümü, insanlarla ilgilidir. İnsanlarla ilgili olmayan sorunları da yine insanlar çözer. Yaptığım seminerlerde iletişim sürecinde “taraftar kazanmak” diye bir kavram kullanıyorum. İstisnasız herkese olumlu yaklaşırsanız, onları taraftar yapar, hemen herkesten olumlu bir geribildirim alırsınız. Geçenlerde ofislerimden birinin olduğu bir binada çalışma arkadaşlarımdan biri, apartmandaki bir komşumuzun çok suratsız olduğunu söyledi. Ben de kim olduğunu anlayamadım. Çünkü o binada suratsız biriyle hiç karşılaşmamıştım. Sonunda kim olduğunu fark ettim. Ben o kişiyi gördüğümde hep güler yüzle kocaman bir günaydın deyip hatır sorduğum için karşılığında hep bir güler yüzle karşılaşıyordum. Ama aynı kişiye nötür yaklaşırsanız yani ne olumlu ne de olumsuz bir ifade takınmazsanız o kişinin hakikaten asık bir suratla dolaştığını görebiliyordunuz. Eğer insanlara karşı hiç önyargınız olmadan yaklaşırsanız, önyargı setiniz hep sıfır kilometrede kalırsınız.

Ankara’da hava sıcaklığı geçenlerde -13 derece idi. Hava limanında hava o kadar soğuktu ki cep telefonumdan “foursquare” isimli sosyal paylaşım uygulamasına şöyle yazdım: “Ankara -13 derece, bu şehirde insanın bile düşünceleri donuyor.” Ardından bu ifadenin olumsuz olduğunu fark edip onu yenisiyle değiştirdim: “Ankara -13 derece, bu şehri ancak insanın düşünceleri ısıtabilir.” Kedisinden köpeğinden komşusundan meslektaşına müşterisinden eşine, İngiliz’inden Yunan’a, memurundan öğretmenine kadar herkese karşı hüsn-ü zan – olumlu bir düşünce içinde olursanız, size tıpkı sesinizi olduğu gibi size iade eden bir dağ gibi evrende ona ne verirseniz, o da size onu geri verir.