31.10.12

Görünenler ve Arkasındakiler

Herkes uyur; kimisi hasta olduğundan uyur; kimisi yorgunluktan uyur; kimisi tembelliğinden uyur. Kimisi izlediğinin sıkıcılığından uyur; kimisi gözü yorulduğu için uyur. Eylem aynıdır; ama nedeni farklıdır.

İngiliz yapımı bir film izlemiştim. Filmin kahramanı olan yaşlı teyze, kütüphane kıvamında bir evde oturuyor; elinde kitapla geziyordu. Filmi birlikte izlediğim bir öğrencim hayranlıkla “Avrupalılar hep okuyor,” dedi, ardından ilave etti “okuyorlar, metroda, otobüste, parkta ya da bahçelerde her yerde okuyorlar.” “Haklısın ama” dedim, “neden okuyorlar biliyor musun?” “Çok yalnızlar, arkadaşları yok, ondan okuyorlar. Üstelik durmadan okumalarına rağmen cehaletleri de gitmiyor.” “Neden hocam?” diye sorunca yanlış kitapları okuyorlar da ondan! Durmadan popüler romanları okuyorlar; bunlarda popüler bazı aksiyon filmleri gibi eğlencelik şeyler.”

En büyük yanılgılardan bir tanesi, övülen ve yüceltilen bir eylemin yapılması dolayısıyla ulaşmak istediğimiz bir amaca yaklaştığımızın zannedilmesidir. Önceki cümle açıklamaya muhtaç… Örneğin okumak bir eylemdir. Ancak okuma eylemi, insanı çok farklı amaçlara ulaştırabilir. Kimisi bilgiçlik taslamak ve hava atmak için okur. Kimisinin tek derdi, sınıfı geçmektir. Kimisi sertifika almak ya da işe girmek için okur. Kimisi de gerçekten kendini yetiştirmek ve öğrenmek için okur. Okumanın ulaştırması gereken başlıca amaç da bu olmalıdır. Ne var ki, verilen örnek de okuma eylemi aynıdır; ama ulaşılan amaç farklıdır. Dolayısıyla bir eylemin yapılması, övülen amaca ulaştığımızı göstermez.

Bu yıl beşinci sınıfta okuyan oğlum Sanat’a sömestr tatilinde okuması için “Pijamalı Çocuk” diye bir kitap vermişler. Tudem yayınları bu kitabı pazarlamakta çok başarılı olmuş. Kitabın arka kapak tanıtım yazısında “bu kitap farklı ve özel bir kitap, onun için kitabın içindeki öyküyü kısaca özetlemeyeceğiz” diye bir açıklama var. Kitabı Sanat ile birlikte okuduk. Kitap ikinci dünya savaşında bir Yahudi Toplama kampındaki iki çocuğun öyküsünü anlatıyor. Hem Sanat’ın hem benim görüşüme göre kitap kesinlikle bir ilkokul çocuğu için uygun değil. Oğlum bu kitabı okuduktan sonra, “baba ben kitap okumaktan çok sıkılıyorum.” dedi. Ben de “Benim sana verdiğim 30 kitabı da sevmedin mi?” “Babacım senin verdiğin kitaplar olsa keşke, ama bizim okuduğumuz kitaplar o kadar ilgisiz ki…” Bu kısa anekdottan çıkan birçok ders var. Ama benim odaklanacağım iki ders var, birincisi okuma eylemi var, ama ulaştığımız sonuç yetişen bir çocuk değil, okumaktan soğuyan bir çocuk. İkincisi okumak değil, doğru kitapları okumak önemli. Çocuklara zorla yanlış kitapları okuturken çocuklarımızı kitap okumaktan soğutuyoruz. Çocuklara okutmamız gereken kitapların ne olması gerektiğini bilmiyoruz. Konum bu değil, ama bir liste hazırlamaya başladım. Çok bilinen, üç kitabı hem çocuklara hem yetişkinlere yeniden önereyim: Küçük Prens, Martı ve Polyanna.

Başlığımıza geri dönelim; görünenler ve arkasındakiler. Az yiyenler var; ama amaçları farklı. Kimi sağlıklı olmak için, kimi mayoyla iyi görünmek için, kimi de parası olmadığı için. Seyahat etmeyi çok sevenler var, eylem aynı yine amaçlar farklı. Kendini eğlendirmek için gezenler var, iş yapmak için seyahat edenler, yardım etmek için seyahat edenler var. Film izleyenler var, eğlenmek için izleyenler, öğrenmek için izleyenler, daha iyisini yapmak için izleyenler var. Eylem aynı, amaçlar çok farklı. Dolayısıyla bir eylemi görmek o eylemin salih ve iyi bir amaç için gerçekleştiğini göstermez. Onun için eylemlerimizi iyi amaçlara bağlamalı ve eylemi amacı ulaştıracak şekilde ayarlamalıyız.

29.10.12

Ne kadar yaşayacaksınız?

Şanlıurfa’dan bir dostum Salih Kılıç öğlen yemeğinde soruyor: Ne yemek istersiniz diye? Nefsim kebap yemek istiyor; ama aklım bir salata yemelisin diyor” diye cevap verdim. Sonuçta… yedik.

Çocukluğumdan beri uzun ve sağlıklı yaşamak istediğimi söyler dururum. Bu köşeden de gerek beslenmeyle ilgili gerekse sağlıklı yaşamak ile ilgili okuduğum birçok kitaptan öğrendiklerimi paylaşmaya çalışıyorum. Öğrendiklerimi paylaşmanın yanı sıra kendi yaşamımda uygulamaya çalışıyorum. Sağlıklı yaşamaya çalışan insanların porsiyonları küçültmeye, yemeklerden sonra yürüyüş yapmaya, sucuk, salam, sosis ve genel olarak mümkün olduğunca etten uzak durmaya, daha fazla meyve ve sebze tüketmeye, tatlı yenilecekse daha çok meyveden yapılma elma, ayva, kabak tatlısı gibi tatlıları yemeye çalıştıklarını biliyorum ve ben de onlar gibi olmaya çalışıyorum. Elbette fiziksel faaliyeti artırmak, spor yapmak, yürüyüş yapmak, bisikleti bir ulaşım aracı olarak kullanmak, hafta sonları trekking veya herhangi bir egzersiz yapmak da bu yemek kürünün yanında çok önemli.

Rahmetli babam 49 yaşında kalp krizi geçirerek öldü. Ölümünü büyük ölçüde günde üç paket sigara içmesine bağlamıştım. Rahmetli sucuğu, eti, baklavayı ve böreği de severdi. Ben biraz beslenme şeklinin de ölümünde etkisi olduğunu düşünürüm. İnsanın sağlığını en çok bozan şey, yedikleri kadar hissettikleri olabilir mi diye düşünüyorum. Eğer çok stresliysek de sağlımız olumsuz etkileniyor. Kendi tecrübemden insanların morali bozukken daha kolay hastalandıklarını fark ettim. Morali bozuk olanların bağışıklık sistemleri de zayıflıyor. Stresin onlarca kaynağı var; ama kişisel gözlemlerime göre en büyük stres kaynağı borç ve geçim güçlüğüdür. Borçların dolaylı olarak sağlığımızı çok bozduğunu düşünüyorum. En gamsız görünen insanlar bile borçlu olduklarında içleri içlerini yer. Dolayısıyla sağlıklı yaşam borçların ödenmesiyle ya da borç yapmayarak mümkündür. Ayağını yorganına göre uzatmak da borçlanmamanın en önemli aracıdır.

Yazılarımda yer verdiğim gibi aileye, dostlara zaman ayırmak, kendini geliştirmek de bir başka tür sağlık kaynağıdır. Bütün bunlara dikkat edecek olursanız, 70’li, 80’li yaşlarınıza sağlıkla girebilirsiniz.

Antalya’dan Denizli’ye yaptığım bir otobüs yolculuğunda nur yüzlü bir amca koltuk değnekli bir amca gördüm. Koltuk değneğini saymazsak oldukça da dinç görünen bir amcaydı. Mola verildikten sonra otobüse döndüğümde, bu nur yüzlü amcanın yüzünde büyük bir acı vardı. Geçmiş olsun dedim. Sohbete başladık. 72 yaşındaki amcanın bacağındaki problemin çocukluk yıllarından kaldığını sansam da bir ara merak edip neden koltuk değneği kullandığını sordum. Almanya’da uzun yıllar çalıştıktan sonra memleketi Antalya’ya döndüğünü, bir yıl önce kaldırımda yürürken geri geri yapan bir arabanın altında kaldığını arabanın bacağının üstünden geçtiğini öğrendim. O günden beri hastane hastane gezip bacağını tedavi ettirmeye çalışıyormuş.

O gün şunu anladım. Sağlıklı olmak için ne kadar diyette yapsak, ne kadar spor da yapsak, ailemizle ve arkadaşlarımızla ilişkilerimize dikkat de etsek sonuçta Allah ne derse o oluyor. Tabii bu öykü, sağlığımıza dikkat etmeyelim demek değil, ama evrende çok daha büyük bir organizatörün olduğunu yaptığımız tüm eylem ve çalışmalarda akıldan çıkarmamalı demek.

27.10.12

Ayıp Ediyoruz

Herhalde Türkiye ilk kez bir Cumhuriyet Bayramı’nda ana caddelerde alışık olduğumuz bayram kutlamaları, fener alayları ve tören yürüyüşleri yerine bir gerginliğe sahne olacak. Çünkü Hükümet Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamayı değil ama, Valilikler üzerinden Cumhuriyet Bayramı’nda yapılacak bazı ana caddelerdeki yürüyüşleri yasaklamış durumda. Herhalde bazı dernekler Cumhuriyet Bayramı yürüyüşlerini AK Parti karşıtı bir protestoya döndürmeye niyetliler, bunu haber alan hükümet de bu yürüyüşleri önceden yasaklayarak kendini bir anlamda korumaya çalışıyor diye tahmin ediyorum.

Nehre düşenlerin boğularak ölmesinin temel nedeni, bir an önce nehre düştükleri noktaya çıkmak için akıntıya karşı yüzmeleridir. Akıntıya karşı yüzünce, akıntı ona karşı yüzeni altına alır ve kişi boğularak ölür. Nehre düşenlerden kendi kendine kurtulanların hemen hepsinin öyküsü aynıdır. Akıntıya karşı yüzmek yerine, akıntı doğrultusunda yüzerler ve vücutlarını çok az dümen gibi kullandıklarında nehrin sağ ya da sol kıyısına çıkarlar.

1997 yılında Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık Eylemi yapılıyordu. Susurluk Kazası ile birlikte kimi devlet kurumlarının ve yasal görevli kişilerin yasadışı gruplarla ve aranmakta olan kimi isimlerle işbirliği yaptığının ortaya çıkması üzerine Sürekli Aydınlık İçin Yurttaş Girişimi, mafya ile ilişkisi olan milletvekilleri yargı önüne çıkana kadar tüm yurttaşları her akşam saat 21:00'da evlerindeki ışıkları bir dakikalığına kapatmaya çağırdı. Eylem kimi medya kuruluşlarının da desteğiyle zaman zaman kendiliğinden örgütlenen kitle gösterilerine dönüştü. İnsanların kötü bir niyeti yoktu; karanlık ilişkilerin ve yolsuzlukların ortaya çıkmasını istiyorlardı. Dönemin hükümeti ise bu kampanyadan rahatsızdı. Adalet Bakanı Şevket Kazan'ın eylemle ilgili olarak "mum söndü oynuyorlar" şeklindeki açıklaması, toplumun geniş kesimlerinden ve siyasetçilerden büyük bir tepki gördü. Halbuki tam aksine dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan, “Ben de karanlık ilişkilerin aydınlanmasını istiyorum, eyleme ben de katılıyorum” deseydi, akıntıya karşı değil, akıntı doğrultusunda yüzmüş olacaktı.

Ak Parti Hükümeti’nin desteğiyle Valiliklerin Cumhuriyet Kutlamalarını yasaklaması, sıradan insan tarafından “Cumhuriyet Bayramı” yasaklandı olarak algılanıyor ve hükümeti yıpratarak Türkiye’yi germek isteyenlerin ekmeğine yağ sürülüyor. Bu yıl Amerika Birleşik Devletleri’nde 4 Temmuz Bağımsızlık Günü’nün ne büyük bir şenlik olarak kutlandığını anlatmış ve gıpta ettiğimi paylaşmıştım. Keşke Türkiye’de böyle büyük bir neşe ve sevinç içinde Cumhuriyet Bayramı’nı kutlasak demiştim. Gelin görün ki, Cumhuriyet Bayramı’nda şimdi sıradan vatandaş ile polis karşı karşıya gelecek. İnşallah Türkiye’nin tüm büyük şehirlerindeki yürüyüşlere, aralarında görev ve şehir paylaşımı yaparak başbakan, TBMM başkanı ve bakanlar yasaklanmış yürüyüşlere en önde katılırlar. Kalpten bir kucaklaşmayla, el ele toplumlarına liderlik yaparlar. Böylece hem akıntıya karşı yüzülmemiş hem toplumda gereksiz bir gerginliğin önüne geçilmiş olur. Kurtuluş Savaşı’nda 6-7 ulusun askerlerine karşı çoluk çocuk, kadın erkek, her etnik gruptan insanıyla varıyla yoğuyla birlik olan ve büyük mücadele veren bir ulusun torunlarının Cumhuriyet Bayramı’nı barış ve kardeşlik içinde kutlayamaması ayıp olur. Umarım bu ayıbı yapmayız.

Bu arada geçmiş Kurban Bayramı’nızı kutlarım. Kurban Bayramı’nda kurban edilenler hayvan mı, yoksa insan mı belli değil. Yaklaşık 3000 kişi Kurban Bayramı’nın birinci günü bıçak yaralarıyla hastanelere başvurmuşlar. Bir sükûnet içinde yapılması gereken kurban kesme işlemi, televizyon ekranlarına ve gazetelere yansıyan traji-komik görüntülerle değerlendirildiğinde olması gerekenden çok uzakta. Her yıl aynı hataları yapıyoruz. İslam dini sürekli olarak gelişmeyi temel alan bir dinken, aynı hataları tekrar etmek de bir başka ayıp oluyor.

Doğrular ve Yamulanlar

“Gerçekten zengin insanlar, parayla değil, yaptıkları iyilik ve hizmetler ile zengin olan insanlardır. Çünkü kazanılmış para yiter gider, ancak yapılmış iyilik ve hizmetler kefene girer.”

Bir dost meclisinde günümüzde yaşanmış bir durumu aktardılar. Aydan Bey, rekabet halinde olduğu Recai Bey’i belki 15 yıl boyunca elindeki tüm imkanlarla yok etmek, servetini ve gücünü heba etmek, toplum önünde küçük düşürmek için elinden geleni yapmış. Ne var ki hizmet üretmeye çalışan Recai Bey, sadece para ve güç kazanmaktan başka hiçbir gayesi olmayan Aydan Bey’in kurduğu bütün tuzaklardan kurtulmuş ve sonunda Aydan Bey’e açık bir şekilde üstün gelmiştir. Aydan Bey bir anlamda yenilgiyi kabul etmiş; ama içinde Recai Bey’e olan nefreti hiç bitmemiş. Sonunda çok güçlü ve zengin bir adam olan Recai beyin annesinin vefatında sayısız ziyaretçi olmuş. Ziyaretçilerin ağırlandığı büyük salonda oturacak yer kalmamış. Oturacak sandalye kalmadığı anda içeriye hala bir güçlü ve zengin adam olan Aydan Bey girmiş. Aydan bey salona girdiğinde kimse onunla ilgilenmemiş ve yer olmadığı için ellerini önüne bağlayıp suçlu bir çocuk gibi boynu bükük ayakta beklemiş. Sonradan gelenlere yer verildiği halde Aydan Bey’e yer verilmemiş. Bu hikayeyi dinlediğim de bir “ooh” çektim. Çevremdekiler benden gelen bu sese bir anlam veremediler ve sordular: “Melih hocam, bu “ooh” bir sevinme sesi midir? Yoksa bu oh bu bir üzüntü ifadesi midir?” “İkisi de değil, dedim. Bu “ooh” bir acıma ifadesidir.” Hala çok güçlü ve zengin bir adam olan Aydan Bey, bu taziye ziyaretinde geçmişte yaptığı hataların bedelini ödercesine yamulmuştur. Bütün varlığına ve gücüne karşı, o salonda pısırık bir memur gibi el pençe divan durmuştur. Halbuki Aydan Bey, içindeki kötülükleri yıllarca kusmak, türlü oyunlar peşinde koşmak yerine Recai Bey’e dahil, herkese elinden geldiğince iyilik yapsaydı, yamulup kalmazdı. Böyle insanlara “Allah hidayet versin” demekten başka bir şey elden gelmiyor ve belirtmeliyim ki para insanı adam yapmıyor.

Bununla birlikte parasız yaşam olmuyor. Herkes para kazanma derdinde. Ne var ki, para kazanmada zenginlik eşiği geçildiğinde ahlakla ilgili görünmez bir çizgi de geçiliyor. Parasızlığın kendine göre bir disiplini ve ahlakı vardır. Yokluk bir aileye ya da topluma her zaman eşit düşer, paylaşması kolaydır. Eğer yok sıfıra eşitse, sıfırın on kişiye de bin kişiye de bölündüğü zaman çıkan sayı yine sıfırdır. Herkesin bir tencere çorbayı paylaşmak durumunda olduğu yoksul bir evde bir adaletsizlik olduğu söylenebilir. Kardeşlerden biri en fazla bir-iki kaşık daha fazla çorba içebilir; ama kimse buna ses çıkarmaz. Ne var ki, para çoğaldığında yüz binlerce, milyonlarca dolar olduğunda paylaşma, kullanma, kullandırma sorunları başlar ve bunlarla başa çıkmak için sağlam bir ahlak, ayarı doğru bir terazi ya da diğer ifadeyle bunları kapsayan hidayet gerekir.

Para insanın davranışını ve kararlarını etkilememelidir. Eğer para ve güç insanın davranışlarını, insanın aldığı kararları etkiliyorsa sonunda yazının başlığında belirtildiği gibi insanlar yamulurlar. Ömrümüzün hiçbir döneminde “yamulup kalmamanın yolu” doğruluktan, iyi bir insan olmaktan, paylaşmaktan, hizmet etmekten, böbürlenmemekten, ezmemekten, aç gözlü olmamaktan geçer. İlkelerle yaşayanlar, ilkeleri ne kadar doğru ise, ne kadar berrak ve düz ise, onlar da o kadar doğru olurlar. Ancak para için, çıkarlar için şekilden şekle girenler, her türlü oyun ve sahtekarlığı yapanlar, gün gelir yamulup kalırlar. İster çalışan olalım ister patron olalım hiç saygı duymayacağımız başka bir patrona kendisine yalakalık yapanları tutuyor, yükseltiyor, imkan sağlıyor diye sürekli ayakkabısının altını yalarsak sonunda ilkesiz ve mutsuz bir insan olarak, koca bir hayatı boşa harcamış ezik insanlar olarak ölürüz. Gerçek özgürlük, parayla değil, doğru ve dürüst bir insan olarak elde edilir.

21.10.12

Kendi Hayatına Sahip Çık

İki tür insan vardır: Şikayet edenler ve şikayet edilen konuları ortadan kaldıranlar. Umarım siz ikinci grubun içinde yer almak için bugün harekete geçersiniz.

Bazen bir film izlersiniz, bir hikaye dinlersiniz, işte bu hikaye büyük bir hayat dersi diye düşünürsünüz. Stacey Bess’in hikayesi böyle bir hikaye. Stacey (Steysi), lisede okurken bir gence aşık olur. Öğretmen olma ideali taşıyan bu genç kız, ne yaptığını bilemez ve okulu bırakır ve bu gençle evlenir. Birkaç yıl sonra aklı başına gelir, liseyi bitirir ve öğretmenlik okur. Okuldan mezun olduğunda iki çocuk annesidir. Amerika’da öğretmenler bizdeki gibi merkezden atanmaz, eyalet ve şehir düzeyinde öğretmen görevlendirmeleri yapılır. 27 yaşındaki Steysi kolayca bir öğretmenlik işi bulamaz. Sonunda kendisini adı bile olmayan bir okula atarlar. Okula gittiğinde ise büyük bir şaşkınlık yaşar. Gittiği yer bir okul değil, evsizler barınağıdır. Barınağın içinde küçük bir salon evsizlerin çocuklarının eğitimi için ayrılmıştır. Her taraf son derece bakımsız ve pistir. Sınıfa hiç benzemeyen bu sınıfa girdiğinde karşısında 6 yaştan 14 yaşa kadar tek bir sınıfta eğitim vermesi gereken çocukları bulur. İçeride ne bir sıra vardır, ne de bir eğitim malzemesi, üç beş kırık dökük masa, sandalye ve 10 kadar çocuk. Çocuklara kendini tanıtmak için bir fotoğraf albümünü götürmüştür. Steysi öğrencileri toplar, kocasının ve çocuklarının resimlerini gösterir. Son gösterdiği resim, ailecek gittikleri bir tatilin resmidir. Tatilden söz edelim deyip öğrencilerden tatillerini anlatmalarını ister. İlk söz verdiği çocuk, tatilde Teksas’a gittiklerini söyler. Teksas’a niye gittiklerini sorunca babamı ziyaret ettik der. Baban Teksas’ta ne yapıyordu deyince, babam hapisteydi diye çocuk cevap verir. O sırada bir veli içeri girer ve zorla iki çocuğunu dışarı çıkarır ve öğretmen Steysi’nin karşı çıkmasına rağmen barınaktaki odasını temizlemeye götürür. O sırada bir tren geçer, deprem gibi bir sarsıntı olur, yerdeki deliklerden birinden kocaman bir fare çıkar. Gün bittiğinde Steysi yıkılmıştır; öğretmenliğinin ilk günü büyük bir hayal kırıklığı olmuştur.

Birkaç gün sonra kocasına işi bırakmayı düşündüğünü, ama kendi çocuklarının onu pes ederken görmesini istemediğini söyler. Sınıfın şartlarının iyileştirilmesi için yetkililere telefon açmasına, bizzat ziyaret etmelerine rağmen hiçbir sonuç alamaz. Sonunda bir hafta sonu, badana yapmak için boya alır. Sınıfı boyamaya başlar. Ardından duvarlara bir sınıfta olması gereken, haritalar, mevsimleri gösteren posterler asar; yer küre, sıra ve sandalyeler alıp getirir. Sınıf barınak içinde olduğu için bütün anne-babalar hafta sonu olan bu faaliyeti görür. Malzemeleri nasıl aldığını sorunca, kendi cebinden aldığını söyler. Pazartesi günü çocuklar sınıfa geldiklerinde sınıfın gerçek bir sınıfa döndüğünü görünce şaşkınlık dolu bir sevinç yaşarlar. Veliler de Steysi’ye destek çıkarlar ve Steysi artık gerçekten öğretmenlik yapma fırsatı bulur. Zorlukla geçinen iki çocuklu bir aile olmalarına rağmen, Steysi belki iki maaşını cebinden harcayarak hem kendi hem de öğrencilerin yaşamını kurtarır. Steysi’den önceki öğretmen sadece koşullardan şikayet ederek okuldan kaçmıştır.

Birçok insan, zorluk ve olumsuzluklarla karşılaştığında sadece şikayet etmekte, suçu, sorunu ve çözümü başkalarının sorumluluğunda bulmaktadır. Steysi’nin kısa hikayesinde dikkati çeken nokta, Steysi’nin kendi hayatına sahip çıkmasıdır. Steysi’nin yaptığını “Kendi Hayatına Sahip Çıkmak”tan başka bir deyimle tanımlayamıyorum. Hayatın zorluklarına teslim olmuyor; kendi hayatını iyileştirmek için düşünüyor ve harekete geçiyor; alışılagelmedik bir fedakarlıkta bulunuyor ve sonuç alıyor. Hepimizin Steysi’den alacağı büyük bir ders var diye düşünüyorum. Hepimiz kendi hayatımıza sahip çıkmalıyız. Şikayet etmek yerine hayatımızı iyileştirmek için bir şey yapmalıyız. Stacey Bess’in bu gerçek yaşam öyküsünü bir film olarak izlemek isterseniz ailecek bir DVD satıcısından Beyond the Blackboard isimli filmi alabilirsiniz.

18.10.12

Yurt dışındaki Türklerin Sorumlulukları neler?

“Yurt dışında yaşayan Türkler kendi içlerinde dayanışma içinde olmazsa, yaşadıkları toplumdan dostlar edinmezse, kendi kültürlerini ve değerlerini tanıtmazlarsa, daha çok sözde soykırım yasa tasarıları kabul olur dünyada.“

Kanada’daki Türk Cemiyeti’ne Toronto’da yaptığım bir konuşmaya şöyle bir soru sorarak başladım: Neden Ermeniler Kanada’da sözde Türklerin soykırım yaptığına ilişkin bir tasarıyı geçirebiliyorlar da, Türkler bu tasarıyı durduramıyorlar? Cevap basit, daha iyi lobileri var. O zaman yeni bir soru geliyor? Neden Türklerin Kanada’da ve dünyanın başka bölgelerinde etkili bir lobileri yok?

Amerika’da ya da Kanada’da girişimci olan Türklerin birçoğunun yüksek bir hayali ve hedefi bulunmuyor. Bir pizzacı dükkanı açmayı başaran Türk, 20 yıl boyunca bu dükkanı işletir. Çoğu zaman mutfağa girip pizzayı da kendi pişirir. Almanya, Amerika veya Kanada gibi ekonomiler, büyüklükleri itibariyle girişimcileri büyütmeye çok elverişlidir. Türkiye’de Türk menşeli franchiselar-zincir girişimciliği yapanlar var; ne var ki Amerika’da, Kanada’da büyük bir zincir kurayım / kuralım diyen, en azından bunu hayal eden dahi yok (inşallah olur). Almanya’da, Amerika’da yüzlerce dönerci, yüzlerce market var. Bunlar bir araya gelip tek bir marka ve sistem altında organize olsalar, ciroları ve karları roket gibi yükselir. Ama bu liderliği gösterecek ve böyle bir liderliği kabul edecek kimse şimdilik yok. Yurt dışındaki Türklerin işbirliği kabiliyeti çok düşük.

Hintliler, Çinliler, Güney Koreliler kendilerinden olanlara Kuzey Amerika’da son derece sahip çıkıyorlar. Eğer üniversite hocası iseler, kendi ülkelerinden sistemli bir şekilde öğrenci getiriyorlar. Bizim Türk hocalarında sistemli bir şekilde Türkiye’den öğrenci getirmesi ve gelmek isteyenlere yardımcı olması gerek.

Yurt dışındaki Türkler, ayrıca bölünmüşlük de yaşıyorlar. Konferanstan sonra yanıma gelen orta yaşlı bir hanım, “Kanada’da şu grubu, bu grubu var. Bir araya gelemiyoruz.” dedi. Acelem olduğu için kendisine cevap veremedim ama zaten Türkleri şu gruptan, bu gruptan diye tanımlamanın bizzat kendisi, bu ülkelerde başka toplumlara göre nüfus olarak az olan Türkleri bölmekte ve gücünü zayıflatmaktadır.

New Heaven’da bir Türk pizzacısı işletme sahibi “Daha çok Türk, Kuzey Amerika’ya gelmeli” diyor. Çünkü Amerika’da yaşayan Türk sayısının fazla olmasının ticaretten de tutun da siyasete ve genel olarak her alanda etkimizi arttıracağını fark etmiş.

Yurt dışında yaşayan Türklerin hayalleri ve idealleri de küçük. Kuzey Amerika’da son 10 yılda binlerce Türkle tanıştım, ama aralarında milyar dolarlık bir şirket kuracağım diyen de görmedim, Amerika’da her hangi bir alanda süper bir başarı elde edeceğim diyen de… Bu hedeflere sahip olmayanların bu tür başarılara ulaşması mümkün değildir; milyar dolarlık başarılar tesadüfen elde edilmez.

Amerika ve Kanada’da yaşayan Türklerin çoğu maalesef izole yaşıyorlar. Türk lokantalarında yemek yiyip yine Türklerle görüşüyorlar, Türk dizileri izliyorlar. Çoğu hayatlarında bir defa bir Kuzey Amerika gazetesi alıp okumuş değil. 30 yıl Amerika’da kalıp aile dostu edindikleri bir Amerikalı / bir Kanadalı dahi yok. Birçoğu komşularıyla dahi görüşmüyor.

Dünyanın dört bir tarafındaki Türklerin birçoğu, yaşadıkları ülkenin insanlarıyla nasıl dost olacaklarını bilmiyor. Akıllarında korkular da var: “Ya onlara benzersek, ya çocuğum onlara benzerse, ya ahlakları bozulursa…” Ancak Kuzey Amerika’da son derece iyi insanlar, örnek insanlar, dostluklarından istifade edeceğimiz insanlar da var. Diğer taraftan biz Türklerin, yaşadığımız ülkenin insanlarıyla dostluk kurmamız sayesinde onları etkileme şansımız var. Müslümanlığın ne kadar güzel bir din olduğunu, Türklerin ne kadar iyi ve medeni insanlar olduğunu da gösterebiliriz. Peki, iyi özellikleri olan Kanadalılarla ya da Amerikalılar nasıl tanışabilir ve dost olabiliriz? Amerika’da hemen her semtte kitap kulüpleri vardır. Ayda bir belirli bir kitabı tartıştıkları bu kulüplerdeki insanların birçoğu, eğitime önem veren, iş güç sahibi insanlardır. Dilim hala çok iyi değil diyenler, satranç kulüplerine üye olabilirler. Satrancın kendi dili vardır. Buradaki önerilerim kitap kulübü ya da satranç kulübü sadece birer örnektir. Sayısız kurs, bize yaşadığımızın ülkenin bir kursa gidecek kadar, eğitime önem veren insanlarıyla tanışma imkanı verir.

14.10.12

Türkiye’ye Bir Ödül Daha

“Mükemmellik Modeli’yle bir işletmenin / bir kurumun en iyi nasıl yönetileceği konusunda 20 yıldır referans oldukları için KalDer ve Avrupa Kalite Yönetimi Vakfı’na teşekkür borçluyuz.”

Bir işletmenin iyi yönetildiğini nasıl anlarız? İyi yönetilen bir işletmede birçok şeyi bir arada görürüz. Sonuçlar alanına baktığımızda elbette kazançlı, satış cirosu olarak büyüyen bir işletme başarılı bir işletmedir. Ama çok para kazandığı halde müşterilerini mutlu edemeyen şirketler de vardır. Örneğin, İDO’nun ve BTA kafelerinin işletmecisi, müşterileri tarafından sevilmiyor. Ders verdiğim Yalova Üniversitesi master sınıfında İDO, öğrenciler tarafından hem yolcu taşımacılığında hem de kafe fiyatlarının yüksekliği dolayısıyla öğrenciler tarafından “insafsız” olarak tanımlandı. Demek ki bir kuruluşun çok para kazanması müşterilerini tatmin ettiği anlamına gelmiyor. Bir kuruluşun para kazanıp müşterilerini tatmin etmesi de iyi yönetildiğini göstermez. Bugün çevreyi kirleten, kaynakları tüketen bir kuruluş başarılı kabul edilemez. Her kurumun toplum ve çevre üstünde etkileri vardır. Bu etkilerin pozitif olması halinde kuruluşun başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Bir fabrika düşünün çevreyi kirletmiyor, çok az enerji harcıyor, onunla kalmıyor, çocuklara, yoksullara yardım ediyor, depremde insanların imdadına yetişiyor. Ancak bugünün modern işletme anlayışı, bunları da başarı için yeterli bulmuyor. Başarılı olmak için aynı zamanda sürekli yenilik getiren, üretiminde, operasyonunda, ürün ve hizmetlerinde sürekli iyileştirmeler yapan bir şirket olmak gerekiyor. Yenilik hem müşterileri tatmin etmek için hem rekabet etmek için hem de maliyetleri düşürmek için gerekli. Ancak yenilik ve sürekli iyileştirme yapmak da yetmiyor. Bütün bunları çalışanlarınız katılımıyla, liderinizin bütün bu çalışmalara canı gönülden açık bir iletişimle destek olmasıyla başarmanız gerekiyor. Bunların yanında çok önemli bir parametre daha var. Müşterinizi mutlu edebilmeniz için malınızın iyi olması gerekli. Ancak malın hammaddesini ya da yarı-mamulünü bir başkasından/tedarikçiden alıyorsunuz. O zaman onunla da çok iyi bir işbirliği yapmalısınız ki, o da size mümkün olan en iyi ürünü versin. Diyelim ki şahane bir dondurma üretiyorsunuz, ama sizin dondurmanızı satan bakkalın buzdolabı iyi soğutmuyor, dondurmalar bozuluyor. O zaman sadece tedarikçinizin değil, bayiinizle de kaliteli operasyon konusunda işbirliği yapmalısınız. En önemli parametre elbette çalışanların gelişimi ve memnuniyetidir. Çalışanlar hem çalışma şartlarıyla mutlu olmalı, hem de sürekli gelişmelidir. Başarılı şirket tüm bu saydığım bu alanların hepsinde başarılı olan şirkettir.

Bu anlattığım şekilde Türkiye’de işletmeler var mı? Elbette var. Avrupa’da bu anlattıklarımı en iyi yapan şirketlerin başını Türk şirketleri çekiyor. En son geçtiğimiz hafta Coca Cola İçecek şirketi, Avrupa Kalite Başarı Ödülü’nü aldı. Coca Cola İçecek Ankara fabrikasının çalışanları, enerji ve kaynak tasarrufu ve atık yönetimi gibi konularda öyle buluşlar yapmışlar ki, şirkete milyonlarca dolar tasarruf yaptırırken bir taraftan da çok kıymetli olan su kaynaklarını korumuşlar. Coca Cola Türkiye Bölge Başkanı Burak Başarır, çalışma arkadaşlarının birçok buluşa imza attığını aktardı. Örneğin çok ısınan bir makineyi soğutmak için büyük miktarda enerji harcanıyormuş. Fabrikadaki diğer bir makineyi ise sürekli yüksek ısıda tutmak için yine müthiş miktarda enerji harcanıyormuş. Fabrika çalışanları bir makineyi soğutmak bir makineyi ısıtmak için enerji harcamak yerine; bir şekilde bu iki makineyi birbirine bağlamışlar ve hiç enerji harcamadan her iki makinenin de soğutma ve ısıtma ihtiyaçlarını karşılamışlar. 7 patentli buluşu olan Coca Cola İçecek fabrikası’nın günlük yaşamımıza yansıyan başka iyileştirmeleri de var. Örneğin, marketlerde eskiden tek ve büyük kapılı buzdolapları vardı. Şimdi ise beş küçük kapılı buzdolapları var. Beş kapılı dolaplar içecek alırken daha küçük bir kapı açtığınız için, dolap içindeki soğuk havayı daha az kaçırıyor. Burak Başarır’a Coca Cola’nın sağlıklı olup olmadığını da sordum. Yüzyıldan fazla milyonlarca insan tarafından içilen Coca Cola’nın dünyanın tüm ülkelerinden sağlık kuruluşları tarafından onaylandığını belirtti. “Kaloriden kaçınmak isteyenlerse Light ya da zero ürünleri tercih etmeli” diye de ekledi. Coca Cola Amerikan menşeli de olsa, Avrupa’da Kalite Başarı Ödülü alan fabrikalarının bir Türk fabrikası olması açıkçası Türk insanı için gurur duyulacak bir gelişmedir.

10.10.12

Amerika’dan Küçük ve Güzel Detaylar

Gittiğimiz ülkelerdeki güzel uygulamaları örnek almak ve onlardan daha gelişmişini yapmak ülkemizin medeniyetini geliştirir. Bakmak ve konuşmak yetmiyor; elbette uygulamak gerek.

Amerika Birleşik Devletleri’nde günlük yaşam içinde çok güzel ayrıntılar var. Tüketici hakları ve müşteri memnuniyetinde Türkiye’den fersah fersah ileride olduklarını söyleyebilirim. Mutlaka bizim şirketlerimizin ve kurumlarımızın örnek alması gerekiyor diye düşünüyorum. Birçok Türk yurt dışına çıktığında hem kendi hem de sevdikleri için alışveriş yapar. Ben de bu yaz iki ay geçirdiğim, Amerika ve Kanada’da farklı kurumlardan alışveriş yaptım. Birçok satın aldığım ürünü de üstümdeki alışveriş çılgınlığı geçtikten sonra iade ettim. Bu iade sürecindeki davranış kalitesini size anlatmak isterim. Boston’da TJ Max, Marshalls, City Sports, Wal-Mart, Eastern Mountain Sports gibi zincir mağazalardan alışveriş yaptım. Bu mağazaların hepsine mal iadesi yaptım. Fişiyle birlikte götürdüğünüz takdirde hiçbir sorgu ve sual olmaksızın ürünleri hemen iade alıyorlar. Eastern Mountain Sports da insanların kullanıp “bu ayakkabı ayağımı sıktı” deyip ürünü iade ettiğini bile gördüm. Dünyanın en iyi perakendecisi diyebileceğim Amazon.com şirketi, ürünleri postayla gönderiyor. Herhangi bir şeyi herhangi bir nedenden beğenmezseniz ürünü posta ücreti dahil iade edebiliyorsunuz. Üstelik postaneye bile gitmenize gerek yok. UPS şirketi evinize kadar geliyor. İade edeceğiniz ürünün üstüne yapıştıracağınız etiketi bile onlar hazırlamış oluyorlar. Ürün gidiyor ve paranız kredi kartınıza iade ediliyor. Amazon şirketine dört tane ürün iade ettim. Dördünün de parasını hemen iki gün içinde kredi kartına yüklediler.

Türkiye’ye döndükten hemen sonra bir Vatan Bilgisayar mağazasından bir ürün aldım. Kasada ücreti öderken, iade şartını sordum. “Neden iade edeceksiniz?” dediler; ben de “belki takacağım projektöre uymaz belki” deyince “edemezsiniz, çünkü ürünü görerek alıyorsunuz.” diye cevap verdiler. Açıkçası Vatan Bilgisayar gibi dev bir perakendeci de böyle bir cevap beni hayrete düşürdü.

Harvard Üniversitesi İşletme Okulu’nda Prof.Dorothy Leonard’ı ziyarete gittiğimde arabayı, okulun otoparkına bırakmak için gişe görevlisine yaklaştım. Ziyaretçi olduğumu söyleyince ismime bir ziyaretçi kartı düzenleyip arabanın ön camına koydu. Ziyaretçilerin kim olduğu, kime geldiklerinin de belirtildiği matbuu bir formdu bu. Bu detayı dahi düşünmüşlerdi.

Amerika’da tekerlekli iskemle kullanıyorsanız veya bisiklete biniyorsanız, bütün kaldırımların köşelerinin yolla bir seviyede olursunuz. Kaldırıma tekerlekli bir araçla çıkarken ufacık bir tümsek dahi yoktur. Her şey insana odaklı.

Amerika’daki marketlerin birçoğunda 6 kasa varsa en az 4 tanesi “kendi işini kendin gör” kasasıdır. Yani market arabasını doldurursunuz, görevli olmayan kasaya gelirsiniz, ürünlerin barkodlarını tek tek okutursunuz en sonunda da kredi kartı, bankamatik kartı ile ya da nakit olarak ücreti ödersiniz. Yıllardan beri uygulamada olan bu kasa hizmeti gerçekten birçok kişi için şaşırtıcıdır.

Amerika’da kütüphanelerin bir kısmı, Amazon’un kindle gibi kitap okuma aparatlarına ödünç kitap veriyor. Kütüphaneye kitap almaya gidiyorsunuz, kitabı seçiyorsunuz, kitap ödünç işlemleri görevlisine gidiyorsunuz, kindle’ınız varsa kitabı size fiziksel olarak vermek yerine bir saniyede kitabı kindle’ınıza bir ay süreyle yüklüyor. Böylece kitabı kütüphaneye geri götürmeniz gerekmiyor. Bir ay sonra kitap otomatik siliniyor.

Bir otomobil kiralayıp, gece yarısı oto kiralama şirketinin parkına bırakırsanız ve orada görevli olmazsa orada kumbara formatlı bir kutuya anahtarı atıyorsunuz. Aynısı Bahamalar’da sabah erken saatte ayrıldığımız bir otelde de yaptık. Resepsiyon görevlisi olmayınca kapı anahtarını bir kumbara kutuya attık. Bu uygulama da gece personeline olan ihtiyacı ortadan kaldırıyor.

Boston’da Boys and Girls Club isimli çocuk ve gençlik merkezinde ilkokuldan lise sona kadar çocuklar, boş zamanlarında ya da okuldan sonra yaz ve kış yüzebiliyor, bilgisayar kullanabiliyor, derslerini çalışabiliyor, film izleyebiliyor, el sanatları ve müzik dersleri yapabiliyor. Bütün bu hizmetler için yıllık ücret 15 dolar. Kurumun giderleri, bir vakıf tarafından karşılanıyor. Vakıf ticari şirketlerle anlaşmalar yapmış. Örneğin, Staples isimli kırtasiye zincirinden bir USB bellek alırsanız, ürünün bir doları Boys and Girls Club’a gidiyor.

7.10.12

"Yine Bekleriz"

Turizm işletmeleri, müşterilerini misafir, çalışanlarını ev sahibi yapmayı başardıkça kazanacaklar. Her alanda olduğu gibi, insanları binalar, mobilyalar değil, işine sahip çıkan özenli insanlar memnun ediyor.

Tatile çıkmak, kendi güven bölgenizin dışına çıkmak demektir. Alıştığınız ve bildiğiniz her şey geride kalır ve bilinmeze doğru yol alırsınız. Birçok ailenin üst üste her yıl aynı yere tatile gitmesinin bir nedeni de, yemeğini, hizmetini ve insanını bildikleri bir tesise ya da mekana giderek kendilerini güvende hissetme çabasıdır.

İşim dolayısıyla sayısız konuşma / seminer için Türkiye’nin her köşesinde ve dünyanın dört bir tarafında çok çeşitli otellerde kaldım ve çok farklı tecrübeler yaşadım. Öncelikle kurumsal bir hizmet standardını tutturmak gerçekten çok gayret gerektiriyor. Fiziksel altyapının sürekli bakımıyla birlikte, doğru insanları sürekli eğitmeniz ve aynı zamanda doğru ücreti vermeniz gerekiyor. Asgari ücret vererek çalıştırdığınız turizm personelinden 5 yıldızlı bir hizmet vermesini işletmeci olarak beklemeniz kendi içinde tutarlı değil.

Turizmde müşteriler, nadiren gerçek anlamda misafire dönüşüyor. Misafir kelimesi, bizim evimize konuk olan kişi demektir. Anadolu kültüründe misafir demek, bir evde ağırlanacak en kıymetli kişi demektir. Turizmde ise bir turisti, bir misafire döndürmek birçok açıdan çok zor. Birincisi işletmelerin çalışanları, birçok örnekte kendilerini ev sahibi gibi hissetme imkanına sahip değildir. Özellikle sayıca çok olan temel hizmet personeli fiili olarak mutevazı ücretlerle çalışırken ve amirlerinin bir sözüyle kapı dışarı edilme riskini taşırken ev sahibi rolünü oynamaları insanın tabiatına terstir. Türkiye’de mimarların tasarladığı çok güzel oteller var, ama binaların ve mobilyaların güzelliği, müşterinin hizmet beklentilerini karşılamakta yetersiz.

Kuzey Amerika’dan döndükten sonra birkaç gün Güney Ege kıyılarında gezme şansım oldu. Bu şans ayrıca hiç bitmeyen öğrenme yolculuğuma yeni bilgiler kattı. Bu yıl iyice farkına vardığım şeylerden biri, dışarıda yemeğe gidilecekse lüks bir restoran yerine, mütevazı ama aşçısını görüp konuşabildiğimiz bir restorana gitmek daha doğru. Aşçıya yemekle ilgili geri bildirim verebildiğimiz için aşçının yemekleri daha özenle yapması için bir imkan var. Elbette aşçının işletme sahiplerinden biri olması, kendisinin işine sahip çıkması ve restoranda kalıcı olması açısından kritik. Aynı kriterlerin butik oteller için de geçerli olduğunu fark ettim. Büyük bir otelin içinde kayboluyoruz. Ama bir butik otel de veya bir ailenin işlettiği bir pansiyonda kaldığınızda müşteriyi tanıyorlar ve işlerini ellerinden gelen en iyi şekilde özenle yapıyorlar. Bülent Ortaçgil’in de yılın yarısını geçirdiği Bozburun’da Dinç Pansiyon isimli apart / otel arası olan tesisteki Dinç ailesinin fertleri, birçok beş yıldızlı otelde bulamayacağınız bir temizliği ve hizmeti sunuyorlar. Hangi otelde, otelin sahibi sabah erkenden kalkıp müşterileri için poğaça yapar ve tam kahvaltı sırasında sıcak servis yapar ki! Birkaç günlük bu kısa gezide istisnalar haricinde ailelerin işlettiği ve bizzat servis yaptığı işletmelerin ortalama performansının kurumsal işletmelerden yüksek olduğunu fark ettim.

Turunç/Marmaris’te Amos Butik Villaları’nın önünden geçerken bir durup resepsiyona bilgi almak için uğradım. Açıkçası burası da kurumsal bir işletme olarak göründüğü için burada kalmayı pek düşünmemiştim. Ancak bu kurumun dostane yöneticiliğini yapan Nami Duyan ile tanışınca burada kalmaya karar verdim. Nami Bey, Amos Butik Villalarının sahibi Cüneyt Keskin’in eski bir dostu olarak tesisin idaresine yardımcı oluyor ve onun özenli yaklaşımı, gelenleri müşteri olmaktan çıkarıp misafire dönüştürüyordu. Umarım çıktığınız her seyahatte size müşteri değil, misafir gibi davranacak aileler ve dostlarla karşılaşırsınız.

Bisikletin Tekerine Takılanlar

“Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı bilir? Hem çok gezen hem de çok okuyan daha çok bilir. İkisi de enformasyon kaynağıdır. Gezerken görerek bizzat öğrenirken okurken başkalarından öğreniriz.”

Türkiye’de yürüyüş yapmak ya da bisiklete binmek için en güzel yer neresidir? Bu soruya verilebilecek en iyi cevaplardan biri Kuşadası Güzelçamlı-Dilek Yarımadası Milli Parkı’dır. 29-30 Eylül tarihinde Kuşadası Güzelçamlı Belediyesi dördüncü bisiklet festivalini düzenledi. Festivalin açılışında konuşma yapan Güzelçamlı Belediye Başkanı Özkal Yüksel’in konuşmasındaki hem içerik hem de Türkçe güzelliği dikkatimi çekti. Açıkçası bir taşra belediye başkanından beklenmeyecek modernlikte ve güzellikte bir konuşma yaptı. Daha sonra bir belediye çalışanıyla konuşurken Özkal Yüksel’in Boğaziçi Üniversitesi’nden mezun olduğunu öğrendim. İyi bir okuldan mezuniyet, insana ister istemez her açıdan kalite katıyor diye düşündüm.

Bu festival sayesinde Güzelçamlı’yı ve Dilek Yarımadası’nın eşsiz güzelliğini yıllar sonra bir kez daha keşfettim. Bisiklet turuna eşi Mine Mahruki ile birlikte katılan Nasuh Mahruki için katılımcılardan biri “Nasuh Mahruki müthiş bir insan, herkes Everest’e çıktığı için ona hayran” dedi. Ben de kendisine Nasuh Mahruki, Everest’e çıktığı için değil, başarılı bir sivil toplum örgütünün aktif lideri olarak hizmet verdiği için insanlar ona hayran. Yoksa Türkiye’den şu ana kadar Tunç Fındık dahil, 14 kişi Everest’e çıktı, ama kimse onların peşinde toplanmıyor” diye yorum yaptım. Tam o sırada bisiklet turu katılımcılarından biri geldi ve Nasuh Mahruki’ye “Türkiye için yaptıklarınıza teşekkür ederim.” dedi. Bir anlamda teorimi teyit etti. Ülkemizin Bisikletliler Derneği Başkanı Murat Suyabatmaz’ın da uluslararası arena dahil, müthiş bir şampiyonluk geçmişi var, ama insanlar, onun çevresinde de bisiklet kariyeri için değil, bisikletin bir ulaşım aracı olması konusundaki hizmetleri dolayısıyla toplanıyorlar. Demek ki, liderlik bireysel başarılardan çok, hizmet etme çabasının bir sonucu.

Festival sırasında kendi hayatının kahramanı olan birçok insanla tanıştım. Bunlardan bir tanesi sıra dışı deniz lezzetleriyle öne çıkan Güzelçamlı’daki Kıyı Balık Restoran’ın sahibi Erdal Bilkay’dı. Kendisi Mardin Midyat’tan 1992 yılında Ege’ye, Bodrum’a gelmiş, bir lokantada en alt pozisyonda eleman olarak çalışmaya başlamış, altı yılda aşçılığa yükselmiş, ardından da Güzelçamlı’da kendi lokantasını açmış. Kendine özgü deniz ürünleri tarifleri denemiş ve muhteşem balık yemekleri bulmuş. Doğudan gelmiş, öğrenmeye açık, çalışkan bir insanın patronluğa yükselişinin güzel bir öyküsü.

Turda tanıştığım 62 yaşındaki Davud Şaşal için kendisinden ayrıldıktan sonra şöyle dedim. Türkiye’de bir milyon tane Davud Şaşal olsaydı, Türkiye dünya lideri olurdu. 11 yaşından beri çalışan Davud Şaşal, 42 yaşında emekli olmuş. Hala çalışıyor. 59 yaşında bisikleti keşfetmiş. Şimdi İzmir’den Çanakkale’ye, İzmir’den İstanbul’a bisikletle gidip geliyor. Emekli maaşının kartını ailesine vermiş, bindiği fevkalade yüksek teknolojik bisikletlerin masraflarını da yaptığı ek işlerden kazanıyor. Hayali bisikletle Hacca gitmek. Güzelçamlı’da tanıştığım başka bir çift kahraman daha var: 62 yaşındaki Wolfgang ve Gaby Mischnick çifti, Frankfurt’tan bisikletle yola çıkmışlar; Türkiye’den Kuzey Afrika üstünden İspanya’ya gidecekler oradan da Frankfurt’taki evlerine dönecekler. Bu 60’lıkların macerası da “Bizden geçti” diyenlere duyurulur. Yaşamında spor olan bu yaş grubundaki insanlarla , yaşamında spor olmayan insanların durumunu sorgulamak gerekiyor.

Güzelçamlı’da Çidihan otel çalışanlarının yüzünde ve hizmetlerinde misafirperverlik, çadır ve bungalov evler sunan ve hatta bir dut ağacının üstüne tahta ev yapan Lazoğlu Kamping’de ise kalbi bir sıcaklık, yaratıcılık ve medeniyet var. Turizm’de kaliteyi yıldız sayısı değil, müşterisini evinde misafir gibi algılama zihniyeti sağlıyor. Denizli’den değerli dostum danışman Türker İşler, herkes seyahat ediyor, ama çoğu insan görmüyor diyor. Sanırım görmek için hem gözleri hem de kalbi açmak gerekiyor.

2.10.12

İstanbullu Olmak

Not: Bu yazı Melih Arat'ın 13 Ağustos 2005 tarihli yazısıdır.

İstanbullu, otobüse, minibüse, gemiye binerken yanından kitabını, gazetesini eksik etmez. Mutlaka okuyacak bir şeyi vardır.
İstanbullu söz verdiyse sözünü tutar. Randevusuna on dakika önce varacak şekilde yola çıkar.
İstanbullu otomobilini park edeceği zaman, başkasının park etmek üzere olduğu yere atlamaz. Fırsatçı değildir.
İstanbullu kibardır; insanlara “beyefendi”, “hanımefendi” diye hitap eder.
İstanbullu yaşadığı şehri tanımaya çalışır. Her hafta sonu bir kasrı, bir sarayı gezmeye çalışır.
İstanbullu yürümeyi sever. Haftada bir gün Yıldız Parkı, Beykoz Korusu gibi korularda temiz hava alır.
İstanbullu çöpleri yerlere atmaz. Çöp kutusu buluncaya kadar çöpünü çantasında taşır.
İstanbullu saygılıdır; kuyruk varsa kuyruğa girer, sırasını bekler. Arkadaşlarıyla sohbet ederken bağıra çağıra konuşmaz; başkalarını rahatsız edecek şekilde gülmez, acayip hareketler yapmaz.
İstanbullu güzel görünür. Birbiriyle uyumlu olan giysileri giymeye özen gösterir. Sakal bırakmıyorsa, her gün sakal tıraşı olur. Temiz bir gömlek giyer. Hanımlarda kendilerine göre uyumlu ve temiz kıyafetler giyerler.
İstanbullu temizdir. Güzel kokar. Her gün sabah evden çıkmadan mutlaka duş alır. İç çamaşırlarını hem hasta olmamak için, hem de kötü kokmamaları için her gün değiştirir.
İstanbullu kültürel olaylara ilgi gösterir. Sinemaya, konsere, tiyatroya, baleye, operaya gider. Her hafta bu etkinliklerden en az birine gitmeye çalışır.
İstanbullu, İstanbul’daki Devlet Tiyatro Sahnelerinin, Büyük Şehir Belediye Tiyatrolarının aylık programlarını takip eder. Değişik oyunları izlemek için İstanbul’un değişik yerlerini keşfetmiştir.
İstanbullu, dünya tarihini tanımaya çalışır. Müzeleri gezer. Koç Müzesi, Modern Sanat Müzesi, Resim Heykel Müzesi, Arkeoloji Müzesi, Kara Harp Müzesi gibi İstanbul’daki onlarca müzeyi her yıl birkaç defa gezer.
İstanbullu, yaşadığı şehrin tarihini öğrenmeyi sever. İstanbul’u ve İstanbul’daki belli bölgeleri anlatan “İstanbul Gezi Rehberi” gibi kitapları okur. Ayasofya ne zaman yapılmış; Sultanahmet Camiini Mimar Sinan mı yapmış, Beyaz Ruslar Beyoğlu’nu işgal etmiş mi bilir.
İstanbullu kendini geliştirmeyi sever. Resim kursuna, bağlama çalma kursuna, diksiyon kursuna, hızlı okuma kursuna, yazarlık kursuna ve yüzlerce değişik kurstan birkaçına her yıl gitmeye ve kendini geliştirmeye çalışır. Kursları araştırdıkça bunların bazılarının bedava ya da çok ucuz olduğunu öğrenir.
İstanbullu sporcudur. Haftada en az bir gün sabah yürüyüş yapar, koşar, bisiklete biner, yüzmeye gider.
İstanbullu müziğin her türlüsünü dinler ve öğrenmeye çalışır. Klasik müzik, özgün müzik, pop, Türk Sanat Müziği, etnik müzik ve caz müziklerini fırsat buldukça dinler. Farklı farklı radyo kanallarını dinler ve kendini farklı müzik türleri ve zevkleri konusunda eğitir.
İstanbullu ölçülüdür. Yemek yerken dikkat eder; çok yemek yemez. Bir buçuk porsiyon söylemez. Bir porsiyon söyler. Alışveriş yaparken kendinden geçmez. Planladığını alır.
İstanbullu her ay bir kitapçı gezer. Yeni çıkan kitapları takip eder. Satın almasa, okumasa bile hangi yazarlar ne yapmış takip eder.
İstanbullu hafta içi bir akşam ücretsiz bir seminere, konferansa gitmeye çalışır. Kendisi için yeni bir konuda bilgi edinmeyi fırsat bilir.
İstanbullu her ay vizyondaki filmlerden birini sinemada, dvd’de, vcd’de izlemeye çalışır. Böylece hemen herkesle konuşacak bir şeyi vardır.
İstanbullu en az lise mezunudur. Bazısı açıktan bitirmiştir liseyi. Bazısı zamanında devam ederek bitirmiştir.
İstanbul’da yaşamak, sizi İstanbullu yapmaz. Yaptıklarınız sizi İstanbullu yapar. Yukarıdaki etkinlikleri yaparken İstanbul sokaklarında buluşmak üzere.