20.8.12

Doğruya Her Gün Bayram

Ramazan ayı biterken, Boston’da yaşayan gayrimüslim bir arkadaşım soruyor. “Ramazan ayı bitiyor. Zor oruç dönemi sona erdi. Seviniyor musun?” Kendisine “Bu sorunun cevabı oldukça derin” diyorum, “Bayram geliyor diye elbette seviniyoruz; ama daha bilge olanlar Ramazan Bayramı için değil, Ramazan ayına girdikleri için sevinirler.” Oruç günlerimi yakından izleyen arkadaşım şaşırıyor. Tam o sırada sokaktan birbirlerine küfürleşerek ve bağırarak geçen, zil zurna sarhoş kadınlı erkekli bir grup görüyoruz. İkimiz de bu bağırarak küfürleşen gruptan rahatsızlığımızı birkaç kelimeyle dile döküyoruz. Ardından başlangıçta alakasız gibi görünen bir konuyla devam ediyorum. Yeni okuduğum “Hayatınızı Nasıl Ölçersiniz?/How do you measure your life?” isimli kitaptan söz etmeye başlıyorum. Kitabın yazarı Clayton Christensen, Harvard Üinversitesi’nin en saygın hocalarından biri. Eğitim hayatının çoğu Harvard ve Oxford Üniversitesi’nde geçmiş. Kitabın özellikle giriş bölümünü okurken çok yoruldum. Beni yoran şey dil değildi, tam aksine günlük konuşma dilinde yazılmıştı kitap. Ama anlattığı öyküleri okurken üzüldüm ve yoruldum. Şimdi bir dede olan Clayton Christensen, kendi sınıf arkadaşlarını anlatıyordu. Dünyanın en çalışkan, en zeki insanlarından olan bu öğrenciler, orta yaşa ulaştıklarında nerelere gelmişti? Birçoğu dünya çapında şirketlerin genel müdürü ya da başkanı olmuştu. Bir kısmı da dünya çapında şirketler kurmuşlar, büyük girişimcilik başarıları elde etmişlerdi. Ne var ki, Clayton Christensen’in yorumuyla söylüyorum, birçoğu mutsuz olmuştu. Kazandıkları milyonlarca dolar onları mutlu etmemişti. Mesleklerini ya da yaptıkları işi sevmiyorlardı. Dünyanın en prestijli okulunu bitirmek, en prestijli şirketlerinde çalışmak ve hatta yine Clayton Christensen’in yorumuyla kendilerinden çok daha güzel eşlerle evlenmek onlara saadet getirmemişti. Bunlardan bir tanesi , Jeffrey Skilling’in durumu ise çok daha ileri gitmişti. Okul yıllarında sınıfın en akıllı en çalışkan öğrencilerinden biri olan Skilling, okul bitince McKinsey Danışmanlık şirketinin en genç ortaklarından biri olmuştu. İzleyen yıllarda bir profesyonel olarak yıllık kazancı 100 milyon doları geçmişti. Ancak Skilling’in aile yaşamı iyi gitmemişti. Boşanmakla kalmamış, kısa bir süre sonra hakkında federal soruşturmalar başlayan Skilling hapse girmişti. Clayton Christensen, birçok sınıf arkadaşının benzer krizlerden geçtiğini belirtiyor. Kendisi aynı zamanda Oxford mezunu olduğu için Oxford’taki arkadaşlarının da benzer şeyler yaşadığını belirtiyor.

Boston’daki gayrimüslim arkadaşıma bu öyküyü anlattıktan sonra ilave ettim. Bu insanların hepsi akıllı, çalışkan ve çok başarılı olmaya aday. Çoğu kariyerleri onları mutlu etmediyse de, seçtikleri kariyer yolunda başarılı da olmuşlar. Ama doğru yolu bulamamışlar veya yanlış yolda ilerlemişler. O sırada sokaktan küfürleşerek geçen zil zurna sarhoş grupla Clayton Christensen’ın betimlediği Harvard mezunu grubun ortak özelliği, iki grubun da doğru yolu bulamamış olması. “İşte,” dedim, “Ramazan ayı, bizim doğru yolda kalmamıza yardım eden, nefsimize hakim olmayı öğreten, bizi disipline eden bir aydır. Böyle bir ayın bitmesine sevinilebilir mi?”

Birçok insan zenginliği, mal mülk sahibi olmak zannediyor. Başarıyı ünlü okullara girmek ve oraları bitirmek zannediyor. Mutluluğun zenginlikle ya da başarıyla gelen bir sonuç olduğunu düşünüyor. Mutluluğu sağlayan şey doğru ve düzgün bir insan olmaktır. Zenginlik çevremizdekilerle sağlıklı ilişkilere ve dostlara sahip olmaktır. Doğru ve düzgün olmadığımız zaman, elde ettiklerimiz uzun vadede bizi mutlu etmez. Delileri bilemem, ama doğru olana her gün bayramdır. Doğru olmayı düstur edinenler kendilerini iç dünyalarında her zaman huzurlu hissederler, bisiklete de binseler, çay da içseler, mütevazı bir pansiyonda tatil de yapsalar, dostlarıyla sohbet de etseler, mükemmel olmasa bile işlerinde, okullarında ellerinden geleni yapsalar yaptıklarının tadına varırlar ve mutlu olurlar. Bayramınız olsun, doğru yoldan şaşmayın, her gününüz bayram olsun.

11.8.12

Olimpiyatlarda Nasıl Madalya Kazanılır?

Olimpiyatlarda nal toplarken, dünyanın ikinci en hızlı büyüyen ekonomisi olmak sürdürülemez bir başarıdır. Çünkü başarı sadece bir alanda elde edebileceğiniz bir şey değildir, bir toplum için yaşam biçimidir.

Sayın Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan, Sayın Spor bakanımız Suat Kılıç tüm Türkiye ile birlikte olimpiyat sonuçlarını izliyorsa herhalde kahroluyordur. Olimpiyatlarda zorlukla birkaç madalya kazanıyor olmamızı analiz etmemiz gerekiyor. Öncelikle sporda başarı önemli ölçüde, ülkelerin nüfusunun bir işlevidir. 75 milyonluk bir ülkede hemen her spor dalında dünya çapında başarı gösterecek çok sayıda sporcu çıkaracak gen haritasına sahip genç vardır. Ne var ki, bu gençler ortaya çıkmıyor; ortaya çıkanların da birçoğu dünya çapında başarı gösterecek bir yola giremiyor. Her olimpiyat döneminde İstanbul, olimpiyat organizasyonuna aday oluyor; Allah’tan kazanamıyor. Niye derseniz, Türkiye’de kimse futbol, biraz da basketbol dışında bir sporu seyretmeye gitmiyor. Olimpiyatların düzenlendiği her ülkeye dünyadan büyük bir turist akımı olsa da, temel izleyici grubu o ülkenin vatandaşlarıdır. Bizimse olimpiyat sporlarının neredeyse hiçbirine toplumsal olarak ilgimiz yok. Bu söylediklerimle çelişkili görünse de, hiçbir aklı başında anne-baba çocuğunun Türkiye’de abartılı bir şekilde sporla uğraşmasına müsaade etmez. Çocuk jimnastikte, atletizmde şampiyon olacak da ne olacak? Bugünkü koşullarda bunlar para getirmediği gibi, bu işlere zaman harcayanların okul hayatları biter. Okuldaki hocalar, üniversite dahil olmak üzere kimseye spor yarışmasına hazırlanıyor ya da müsabakaya gidiyor diye tekrar sınav yapmıyor. Bir gün önce büyük bir yarışmaya katılmış bir çocuk, ertesi gün lisede ya da üniversitede önemli bir sınava giriyor.

Türkiye'nin spor sahasında başarılı olmasının yolu, hem özel üniversitelerin, hem devlet okullarının başarılı sporculara kontenjan sağlamasından geçmektedir. Her üniversite her bölümde en az bir başarılı sporcu kontenjanı verirse, anne-babalar da çocuklarının profesyonel bir şekilde, günde beş-altı saat antrenman yapmasına izin verir. Elbette bu işin bir bacağı da, ilk ve orta öğretim yönetimlerinin kurallı ve sistemli bir şekilde sporcu çocukların okul yaşamlarını kolaylaştırmasıyla mümkündür. Okul yaşamını kolaylaştırmak demek, çocuğun sınav takvimini okula göre değil, çocuğun yarışma ve antrenman takvimine uydurmasıyla olur. Spor oyunlarına seyirci bulmak için, sporla ilgilenen daha çok aile geliştirmek gerekir. Çocuğunu aklında üniversite sınavı endişesiyle spor çalışmasına gönderen ailelerin birinci önceliği akademik başarıdır. Dolayısıyla bu çocukların aileleri, akrabaları, komşuları da çocuk vasatın biraz üstünde başarı gösterirken onların oyunlarına ilgi göstermez. Bu ailelerin ilgi göstermesi için medyaya çok iş düşer. Kurtlar Vadisi ile mafyaya veya silahlı çatışmaya özendireceklerine, Beyaz Gölge gibi spor dizileri yapsalar ve aynı zamanda daha çok müsabaka gösterseler gençler ve aileler sporla ilgilenir. (Süper Baba’yı hatırlayanlar bir anda onbinlerce çocuğun Aikido kursuna katıldığını hatırlayacaktır.)

Üniversitelerin de Türkiye'de dünyada olduğu gibi, spora ciddi bir önem vermesi gerekir. Türkiye'de kaç okulun ciddi spor kompleksleri vardır ve öğrencilerin yüzde kaçı üniversite spor etkinliklerinden haberdardır? Amerika’da hemen her okulun birçok spor dalında takımları ve sporcuları vardır ve bu sporcuların ve takımların yarışmalarda başarılı olması üniversite için büyük bir prestijdir. Sayısız okulun sporcu kontenjanı yanı sıra sporcu bursu da vardır. Amerikan sineması, üniversite takımlarının yarışmalarına ilişkin sayısız örnek vermiştir. İstanbul'un Londra, New York, Boston gibi şehirlerden nasıl bir farkı var derseniz, son saydığım 3 şehirde her gün bisiklete binen, her gün koşan insanlar görürsünüz. Boston Maratonu ve Londra Maratonu için dünyanın dört bir tarafından insanlar gelir ve bu şehirlerden çok sayıda sıradan insan tüm yılı bur yarışmalar için hazırlanarak geçirir. Biz de Avrasya maratonu, halk tarafından koşulmaz, halk yürüyüşüdür.

Amerika’da, Avrupa’da, Japonya’da insanların ortalama yaşam süresinin 80’ni bulmasının sebebi, sadece teşhis ve tedavi teknolojilerinin varlığı değil, bu ülkelerdeki insanların çok daha fazla spor yapmasıdır. Ekonomik başarı ne kadar önemliyse, bir toplum için sporda başarı da önemlidir. Kazanılan parayı yemek için sağlık, moral ve motivasyon gerekir. Bunlar da spor olmadan olmaz.

6.8.12

Büyük Zorlukları Kolayca Aşmak

"Büyük zorluklar, küçük kolaylıkların toplamıyla aşılır. Aşılmaz denilen problemler küçük problemler olarak algılandığında, her bir problem kolayca çözülür."

Birçok insanın hayatında büyük hedeflerin karşısında ezildiğini gördüm. Örneğin, üniversite sınavında Türkiye’nin en büyük okullarına girmeyi en baştan hedef olarak seçen, ama sınav sonuç kağıdı geldiğinde bu hedefe çok az dahi yaklaşamamış öğrenciler tanıdım. Bu öğrenciler, hedeflerinde samimiydiler, ama büyük hedeflerini erişilebilir küçük hedeflere bölmeyi unutmuşlardı.

Ağzımdan hiç düşürmediğim sözlerden bir tanesi, “Kolay olacak” sözüdür. Özellikle insanların tamamen yapılamaz gördüğü birçok iş karşısında hemen “kolayca yaparız” derim. Sonunda insanlar şaşırarak bu işin kolayca yapılmasına da şaşırırlar. “Kolayca yaparız” sözünü seçmemin birkaç nedeni vardır. Öncelikle “Kolayca yaparız” deyince, kendimi programlamış olurum. Aklım artık o işi yapmanın kolay bir yolunu bulmak üzere akışkanlaşır. Ama o iş için “çok zor” diyecek olursam, aklım ya da ekip arkadaşlarımla aklımız kilitlenir. Onun için “kolayca yaparız” sözü, şaşırtıcı bir şekilde işi basitleştiren bir araçtır. Kendini gerçekleştiren kehanet diye bir söz vardır. İşlerin olumsuz gideceğine inanan insanların işleri ters giderken, işlerin iyi gideceğine inananların işleri rast gidiyor. Çekim Yasası isimli meşhur kitapta anlatılanlar yüzünden değil ama… Olumlu bir tavır içinde olanlar olumlu iletişim kuruyor, kendilerini özgüvenli ve rahat hissediyor, harekete geçiyor ve sonuç alıyor. Evren değil, ama Allah da kendi hedeflerine inananlara yardım ediyor.

Büyük hedef / büyük zorluk / büyük problem konusuna dönecek olursak, çok büyük bir sorunu bir hamlede çözemeyiz. Örneğin bir Türkün Harvard Üniversitesi gibi bir okulda mastıra kabul edilebilmesi, büyük bir hedeftir. Çünkü dünyanın en iyi üniversitesi kabul edilen bu okula başvurularda büyük bir rekabet vardır. Rekabetin yanı sıra Amerika’da bir üniversiteye kabul edilmek için TOEFL, GMAT, GRE gibi sınavlarda yüksek skor almak gerekir. Aynı zamanda bu üniversiteye kabul edilebilmek için iyi bir başvuru mektubu / gerekçe hazırlamanız gerekir. Elbette kabul bölümünden bir hocanın / uzmanın güvenini önden kazanmak da önemlidir. Bunun yanı sıra eğer burs alma imkanı yoksa mastırın ve konaklamanın nasıl finanse edileceği sorunu da çözülmelidir. Tek başına Harvard Üniversitesi’nde mastır ya da lisans yapmak büyük bir hedeftir ve insanı bu iddia ezebilir. Ama bu hedefi, yukarıda tanımladığım küçük hedeflere bölmek, büyük hedefi erişilebilir kılar. TOEFL denilen İngilizce sınavında 100 ve üzeri skor almadan Harvard kabul süreci başlamıyor. Öyleyse en önce TOEFL sınavında başarı konusunu, erişilebilir küçük hedeflere bölmek gerekiyor. Ardından adım adım büyük hedefe doğru ilerleniyor. Büyük hedeflere ulaşmada danışmanlık almak da çok önemli. O yollardan geçmiş insanlar, iyi bir yol tarifi yaparken, gerekli olanların altını çiziyor ve gereksiz çabalardan da uzak durmamızı sağlıyor.

Büyük hedeflere küçük ve istikrarlı çabalarla ulaşılıyor. İster maraton olsun, ister 100 metre yarışı olsun, bütün yarışlar küçük ve sürekli adımlarla kazanılır. Her alanda başarılı insanların yaşam öykülerini incelediğimde, her birinin hayatların onlarca yüzlerce projeye kendi yaşamlarını harcadıklarını gördüm. Büyük projeler konusunda en kritik girdiyi birçok örnekte, son büyük projesinden 10 yıl önce yaptığı bir projedeki tecrübesinin ya da uzmanlığının katkı yaptığını gördüm. Dolayısıyla yaşamlarının her döneminde kendine göre büyük ve uzun süren bir projeye zaman harcayanlar, gelecekte yapacakları daha büyük bir projenin önemli bir tuğlasını oluşturuyorlardır.

5.8.12

Ev Alma, Komşu Yap/Geliştir!

Giderek şehirleşen dünyada çok sayıda insan bir arada ama birbirini tanımadan yaşıyor. Değişen sosyal ilişki dokusu yalnız kalabalıklara yol açıyor. Şehir merkezlerinde herkes kendi telaşında. Şehirliler işine yetişecek, çocukları okula/kursa götürecek, aile büyüklerini ağırlayacak ya da ziyaret edecek, evini temizleyecek, evdeki her bireyin birbirine hiç benzemeyen satın alma ihtiyaçlarını karşılayacak. Bu söylediklerim ve benzerleri komşuluk ilişkilerine pek zaman bırakmıyor. Diğer bir bakış açısıyla da komşuluk ilişkileri daha güçlü olsaydı onların bize, bizim onlara yardımımız sayesinde hayat daha kolay olurdu. Komşu, diğer bir ifadeyle yerel arkadaşımızdır bizim ve yerel arkadaşlar uzaktaki arkadaşlardan çok daha işlevsel ve değerlidir. Ne var ki, artık yerel arkadaş olarak tanımladığım komşu bulmak çok zor.

Yazının başlığı ev alma, komşu yap / geliştir. Eskiden bir mahalleye yeni taşınan biri olduğunda komşular daha taşınma sırasında yiyecek bir şeyler getirir ya da çocuklarıyla gönderirmiş. Farz edelim ki taşındınız; bir gelen, bir hoş geldin diyen olmadı. Dahası siz taşınırken asansörün şalterini kapattılar. Zaten bu olaydan sonra apartmanda kimseye selam vermek dahi istemezsiniz. En çok ihtiyaç duyduğunuz anda asansörün kapatılması sizin hoşunuza gitmese de asansörün bozulmaması için düşünülmüş lüzumsuz bir önlemdir. 4 kişilik bir asansör ortalama 320 kilo taşıyabilir ve hiçbir aile normal şartlar altında bir asansöre 320 kiloluk bir eşya koyamaz. Bu ayrıntıyı bir kenara bırakıyorum. Taşındıktan ve iyice yerleştikten sonra bütün komşuları, elinizde bir tatlıyla ziyaret edip tanışabilirsiniz. Tatlının illa pastaneden alınmış bir baklava olması gerekli değil, evde yapılan bir irmik helvası da aynı işi görür. Şehir yaşantısında komşuların bazıları, bu sosyal girişiminizi şaşkınlıkla karşılayabilir ve size hiç de sıcak bir geri dönüş vermeyebilir. Bunun birkaç nedeni olabilir; yukarıda söz ettiğim gibi komşunun kendine özgü hayatında yoğun bir programı vardır ve komşuluk ilişkisine zaman ayıramayabilir. Ancak mutlaka bazı komşular sizi sevgiyle karşılayacaktır. Bazılarının sizi daha olumlu karşılamasına rağmen diyelim ki, yine ilişki gelişmedi. O zaman biraz daha ısrarcı olup bu hediyeleşme ve ikram sürecine yatırım yapmalısınız. Arka arkaya üç – dört kez tatlı götürdükten sonra normal insanlar size olumlu bir dönüş verecektir. İnsanları çaya, kahveye ya da yemeğe davet etmek de, komşuluk ilişkilerini geliştirir. Evde verilen bir doğum günü partisine, özellikle çocukların doğum günlerine davetler yapmak komşuluk ilişkilerinin gelişmesine yardım eder. Bazen fazladan aldığınız üç sinema biletiyle komşunuza bir gün önceden gidip yarın sinemaya gideceğiz, bize katılır mısınız demek de komşuluk ilişkisini geliştirmek için fırsattır. Bazen mahrem kabul ettiği için evine misafir almayan / alamayan komşular dışarı da etkinlikler için yaptığınız davetleri kabul ederler. Bu yürüyüş, bisiklete binmek olabilir. Alışverişe giderken komşuya haber verip bir şeye ihtiyacınız var mı diye sormak da güzel bir adettir. Komşuluk ilişkisi önemli ölçüde başlangıçta verici olmakla gelişir. Ücretli bir kanalda maç izleyeceğim gelir misiniz diye de bir davet yapılabilir. Sohbet planlama kavramına özel olarak başka bir yazıda değineceğim. Ama sohbet planlama konusuna bir cümleyle değineyim. Bir komşunuzla bir araya geldiğinizde havadan sudan konuşmak yerine, önceden planladığınız ilgi çekici bir konuyu seçmek çok daha akıllıca olacaktır. Bütün bu çabalar, sonunda mahallenizden ya da apartmanınızdan en az birkaç kişiyi komşunuz yapacaktır.

Bisiklet Raporu: Amerika kazan ben geziyorum şu aralar. Her yerde bisiklete biniyor Amerikalılar. Maine’de bisiklet yolu işi abartılı ilerlemiş. Şehirler arası yola bile bisiklet yolu yapmışlar. Boston’dan Maine’e oğlumla trenle gittik ve trende özel bir vagon bisiklet taşımaya ayrılmıştı. Boston’da bütün otobüslerin önünde bisiklet taşıma aparatı var. Metroda da bisikletler için özel vagonlar bulunuyor. Bütün Miami caddeleri “Share the road-Yolu paylaş” tabelalarıyla dolu ve herkes vızır vızır bisikletle geziyor. Orlanda aynı şekilde. Eski özgür kölelerin kurduğu Bahamalar’ın başkentinde dahi bisiklet bir ulaşım aracı. Darısı başımıza diyorum.

3.8.12

Cumhuriyet Bayramı’nı Amerikalılar gibi kutlasak…

Zaman zaman bu köşede yaptığım seyahatlerde öğrendiklerimi paylaşıyorum. Her ne kadar eleştirilirse eleştirilsin, ABD birçok problemini çözmüş, birçok açıdan ileri bir ülke. Yaz aylarını geçirdiğim Boston’dan birkaç enstantane paylaşmak istiyorum. 4 Temmuz Amerika’nın Bağımsızlık Günü’dür. Bizim Cumhuriyet Bayramımıza karşılık gelir. 4 Temmuz’un en renkli yaşandığı şehir de Boston’dur. Çünkü Amerika bağımsızlığını Boston’da kazanmıştır. Bizim Kurtuluş Savaşımız kadar dramatik bir öyküleri olmasa da Amerikalılar Bağımsızlık günlerini bugün bile büyük bir heyecanla kutlarlar. Her yer bayraklar, Amerikan bayrağı işlenmiş balonlar, çantalar, şapkalar, tişörtlerle doludur. Sokaklarda aileleri çocuklarının elinde bayraklarla yürürken görürsünüz. Gençler kafalarına Amerikan Bayrağı desenli envai çeşit eğlenceli görünümlü şapka giyerler. Amerikan Bayrağı deseni çocuk çantalarına, şortlara ve aklınıza gelebilecek her yere işlenmiştir. Bardaklardan sürahilere, kemerlerden çoraplara, piknik örtülerinden şapkalara kadar her yerde bu desen ve Amerikan Bayrağı’nın renkleri özgürce ve eğlenceli bir şekilde işlenmiştir. İnsanlar sabahın çok erken saatlerinde evlerinden çıkar ve kutlamaları izlemek için yer kapmaya çalışırlar. Gün boyu konserler, çeşitli gösteriler ve geceleyin de dillere destan bir havai fişek gösterisi yapılır. 4 Temmuz günü, 11 yaşındaki oğlum Sanat ile Boston sokaklarında yürürken bana şöyle dedi: “Baba izin verirsen, Amerikalıların sevincine ve neşesine katılmak istiyorum. Bir bayrak da biz alabilir miyiz?”

Gördüklerime, bu soruyu ekledim ve bizim Cumhuriyet Bayramlarımızı düşündüm. Çocukluğumdan beri geçirdiğim her Cumhuriyet Bayramı’nda Amerikalıların yaşadığı türden bir heyecan yaşamadığımızı, yapılan törenlerde çoğu zaman insanların heyecan duymak bir kenara, sıkıldıklarını anımsadım. İzmirli olduğum için zaman zaman fener alaylarına katıldık; Cumhuriyet Meydanı’ndaki törenleri izledik. Ama Amerikalıların yaşadığı coşkunun yarısını bile yakalayamadık. Oğlumun sorusundaki medeniyeti de, bu ülkedeki azınlıklarla paylaşmak istiyorum. “Ne mutlu Türküm diyene” demek bazılarına zor gelirken, misafir bulunduğumuz bir ülkenin bayramını paylaşmak isteyen bir çocuğun görüşündeki ve kalbindeki duruluğu herkese diliyorum. Umarım bir gün biz de Türkiye’de Amerikalıların yaptığı gibi sabah erkenden Cumhuriyet Bayramımızı gerçek bir neşe ve sevinçle kutlamaya başlarız.

Harvard Üniversitesi’ndeki Türk hocalarla Cuma namazından sonra sohbet ederken laf döndü geldi Türkiye’ye. Hükümetin son dönemde aldığı kararlar hakkında konuştuk. Türkiye’de birçok olumlu gelişme olsa da bazı noktalarda hala idealden çok uzağız. Hükümet kararıyla üniversitelerde yaz okulları kaldırıldı. Harvard Üniversitesi’nde yaz okulu hem öğrencileri, hem başka üniversite öğrencilerinin, hem de şartları yerine getirenlerin ders alabildiği bir entelektüel şölendir. Türkiye’de ise yaz okulları, genelleme yaparak söylüyorum; ne öğrencinin bir şey öğrendiği, ne hocanın bir şey verebildiği programlardır. Bunları kaldırmak yerine, bunları Amerika’daki gibi işlevsel hale getirmek daha anlamlı olurdu. Bütünleme sınavı ile yaz okulu bambaşka şeylerdir. Gerçek bir yaz okulunda kısmen farklı üniversitelerden misafir öğretim üyeleri gelir ders verir. Örneğin Boğaziçili hocalar gelip Dokuz Eylül Üniversitesi’nde ders verebilir. Dokuz Eylül Üniversitesi’nden hocalar Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde yaz dönemi için ders verebilir. Yaz okulları bütünleme için değil, hem öğrencilerin hem de üniversite mezunu şehirlilerin entelektüel iki aylık bir yolculuğa çıkma fırsatı olmalıdır.

1.8.12

Kitap Okuyalım, Diplomaları İptal Edelim ve Köprüden Bisikletle Geçelim!

"Sayın Milli Eğitim Bakanımız Prof. Ömer Dinçer’e rica ediyorum. Üniversite sınavından sıfır çeken 189 bin lise mezununun lise diplomalarını iptal edecek bir mekanizma geliştirin."

Ben fiziksel kitaptan vazgeçmem diyenlere Amazon şirketinin e-kitap okuma cihazı Kindle’ı (kindıl) bir denemesini öneririm. 2011 yılında yaptığım incelemelerde kitap okumak için elektronik mürekkep teknolojisi kullanan cihazların, hem okuma rahatlığı hem de iki ayı bulan uzun pil ömürleriyle daha avantajlı olduğunu öğrenmiştim. Ne var ki, bir iPad’e sahip olduğum için kindle’ı pek gerekli görmemiştim. Bugün bu görüşüm tamamen değişti. Kindle başta olmak üzere, birçok elektronik kitap okuyucusu geleneksel kitaptan fersah fersah üstün. Ben özellikle kindle denilen okuma cihazının üstün özelliklerinden söz etmek istiyorum.

Diyelim ki, Amazon sitesinden bir kitap beğendiniz. Bu kitabı satın almadan ilk bir-iki bölümünü ücretsiz olarak cihazınıza indirip okuyabilirsiniz. Zaten birçok kitabın ilk bir-iki bölümü kitabın özünü verir. Eğer çok hoşunuza gittiyse satın alırsınız. Burada başka bir püf noktası daha var. Satın alma kararınızı netleştirebilmeniz için kitabın ilk iki bölümünü bir an önce okumanız gerekiyor. Bu da günlük okuma miktarınızı artırıyor.

Kindle ve diğer elektronik cihazlar, okur ile yazar arasındaki aracıları da ortadan kaldırıyor. Şu an dünyada kendi kitabını kindle ve benzeri ortamlarda yayımlamış birçok yazar var. Bunların birçoğu da aman kitabım okunsun diye kitabını bedava koyuyor. Yeni yazarların birçoğundan istifade ettiğimi söylemeliyim. Elbette içeriğe ücretsiz olarak ulaşmak güzel bir şey.

Kindle’ın en önemli özelliklerinden biri okurların kitaplarda beğendikleri bölümlerin altını çizerek vurgulaması. Beğendiğiniz yerin altını çiziyorsunuz ya da markörle işaretliyorsunuz. Kendi işaretlediğiniz bölümü, tek bir seçimle hemen okuyabilirsiniz. Diyelim ki, bir kitapta önemli bulduğunuz yerleri hatırlamak ve bir arkadaşınıza anlatmak istiyorsunuz. Kitaptan sadece önemli bulduğunuz bu bölümler hepsi bir arada karşınızda. Ancak Kindle’da öyle bir özellik daha var ki, geleneksel kitabın rekabette bittiği nokta burası. Okuduğunuz kitap diyelim ki, dünya çapında milyon kişi tarafından okunmuş bir kitap. Bu kitapları okuyan kişiler, kitapta nereleri önemli bulmuş öğrenmek isterseniz, kitabın altı çizilmiş bütün cümleler popülerlik sırasına göre dizili bir liste olarak karşınızda. En çok altı çizili yerler en başta olmak üzere kindle’da önünüze geliyor. Buna isterseniz kitabı okumuş insanlarla sohbet etmek deyin, ister kitabın kaymağını almak, ister özetine erişmek deyin müthiş bir kolaylık.

Kindle’ın bir başka özelliği 3G versiyonlarında dünyanın her köşesinde ücretsiz olarak internete girebilmesi. Hiçbir internet kontratınız olmadan Türkiye’de ya da Avrupa’da veya ABD’de internete girmek isterseniz Kindle sizi internet gezicisiyle biraz yavaş da olsa ücretsiz gezdiriyor.

Ekran büyüklüğü hızlı okuma için son derece ideal bu cihaz Türkiye’de satılmaya başlarsa ve içine de bir de daha fazla Türkçe kitap alma imkanı koyarlarsa hemen satın alma listenize ekleyebilirsiniz.

Not 1: Üniversite yerleştirme sınavı sonuçları açıklandı. 189 bin öğrenci sıfır çekmiş. Üstüne çok konuşulacak bir şey yok. Bu lise mezunlarının diplomaları iptal edilmeli. Ayrıca bu çocuklara diploma veren okullara ve öğrencilere geçer not veren öğretmenlere yönelik soruşturma açılmalı. Yanı sıra bu sınavdan sıfır çekecek 189 bin öğrenciyi lise son sınıfa getirecek bir eğitim sisteminin tedarikçisi Milli Eğitim Bakanlığı da tüm birimleriyle kendini sorgulamalı.

Not 2: İstanbul’un köprü trafiğinin gerçekten hafiflemesini istiyorsanız, San Fransisco’da Golden Gate köprüsünde izin verildiği gibi Boğaziçi ve Fatih Köprüsü’nde bisikletle geçişe izin verilmeli. 14 km uzunluğundaki Taksim-Harem arası yol, bisikletle 45 dakika arasında alınıyor. Nereden biliyoruz, her yıl köprüden Kıtalararası Bisiklet Turu’yla bu yoldan bu sürede bisikletle geçenlerden biliyoruz. Bisiklete izin verilsin köprü trafiği %20 azalsın. İstanbul’umuzun kıymetli Valisi Hüseyin Avni Mutlu’ya ve vizyoner belediye başkanı Kadir Topbaş’a duyurulur.

Seçilmiş Kişi misiniz?

"Dünyayı aklını kullanan, sıra dışı insanlar değiştirir. Sıra dışı insanlar, doğuştan sıra dışı değildir. Sıra dışı insanlar sıradan insanların içinden gayret, düşünce ve farklı kararlarıyla sıyrılanlardır."

Boston’da dini anlamda arayış ve sorgulama içinde olan bir Hintli gençle yaptığım sohbetlerde ilginç sorular geldi. “Bu kadar açlık ve savaş varken, Yüce Allah varsa eğer niye seyirci kalıyor?” “Kuzey Kore’de insanlar dünyadan bir habersiz, köle gibi yaşıyorlar. Neden yüce Allah Kuzey Kore’de işleri düzeltmiyor? Neden Allah dünyadaki çevre kirlenmesi sorununa müdahale etmiyor?” diye sorular yöneltti. Ben de kısaca insanı meleklerden üstün tutan şeyin muhakeme gücü olduğunu, insanın karar verebildiğini ve aldığı kararların dünyayı etkilediğini anlattım. Sohbetin izleyen kısmında Hintli genç sıradan insanların hiçbir işe yaramadığını, zavallı Kuzey Korelilerin, zavallı Suriyelilerin perişan olduğunu ve Allah’ın ise hiçbir şey yapmadığını söyledi.

Kendisine birkaç örnekle sıradan insanların nasıl ülkelerin kaderini değiştirebildiğini anlatmaya çalıştım. 2011 yılında Time Dergisi’nin yılın adamı olarak Başkabanımız Recep Tayyip Erdoğan’ı aday gösterdiğini, en yüksek oyu alan Recep Tayyip Erdoğan’ın yılın adamı seçilmesine ramak kalmışken, derginin ismi olmayan, jenerik tanımlaması olan bir kişiyi “Protestocu”yu yılın adamı seçtiğini anlattım. Protestocu Tunus’ta, Mısır’da mevcut düzene dur diyen kişiydi. Sıradan insanlar dünyayı değiştirebiliyorlar. Sonra kendisine biraz Atatürk’ü ve biraz da Recep Tayyip Erdoğan’ı anlattım. Yetim kalan Mustafa Kemal, orduda bir subayken içine doğduğu Sultanlığın yerine Cumhuriyeti kurmuştur. Recep Tayyip Erdoğan da aynı şekilde aristokrat bir aileden gelmeyen bir halk çocuğudur. Hindistan’a bağımsızlığını kazandıran Mahatma Gandhi de İngiltere’nin iyi okullarında hukuk okumuşsa da, Afrika’dan sonra kendi ülkesine döndüğünde tanınmayan sıradan bir insandı. Öyleyse sıradan insanların sıra dışı olarak ülkelerinin ve hatta dünyanın kaderini değiştirme imkanı vardır. Marifet bu imkanı kullanmaktır. Suriye’yi de bugün ismini bilmediğimiz bir Suriyeli dönüştürebilir. Aynı şekilde Kuzey Kore’de de bir Koreli çıkıp ülkenin dünyaya açılmasını sağlayabilir. Allah insana aklı, aklını kullanıp dünyayı koruması ve daha iyi bir dünya kurması için vermiştir. Boston’da bu sohbeti yaptığımız gün 10 adet kağıt bardağı çöpe attık. Yarım gün içinde kişi başı toplam 5 bardak kullanarak kahve, su ve soğuk içecek içmiştik. Türkiye’de olsaydık, sadece iki pet şişe atardık. Çünkü Türkiye’de restoranlarda daha çok cam ya da porselen bardakla servis yapılıyor. Demek ki, çöpü üreten de üretmeyen de insan. Çevre kirliliği bizim yarattığımız ve bizim çözmemiz gereken bir sorun. Savaşlar da öyle.

Star Wars- Klon Savaşları isimli animasyon serisinde düşündürücü öğeler var. Atak ve başarılı bir askerin DNA’sı kullanılarak bir tür kuluçka fabrikasında “Klon” isimli birbirinin aynısı yüz binlerce asker üretiliyor. Fiziksel olarak tamamen birbirine benzeyen bu askerler kuluçka tüplerinden çıktıktan sonra askeri eğitim alıp savaşa gönderiliyorlar. Animasyon dizisinde birkaç klon askerinin ismi öne çıkıyor. Tipleri aynı olsa da isimleri ve karakterleri farklı olan bu Klon askerlerinden en önde gelenleri Komutan Rex ve Komutan Cody. Animasyon dizisinde savaşan diğer yüzlerce Klonu çoğunlukla isimsiz bir şekilde çarpışırken görüyoruz. Bu iki komutanın ayrılmasının nedeni, yöneticilik becerilerinin ve askeri becerilerinin öne çıkmış olmasıdır. İçinde muhteşem yöneticilik dersleri barındıran Star Wars ve Klon Savaşlarının en ünlü kahramanları ise Jedi (Ceday) Şövalyeleridir. Ellerinde ışın kılıcı olan, uzaktaki cisimleri hareket ettirebilen, zayıf iradeli insanları hipnotize edebilen bu şövalyelerin kanlarındaki midi-chlorian isimli madde seviyesi diğer insanlardan fazladır. Yani doğuştan Jedi şövalyesidir onlar. Eğitimle kazanabileceğiniz bir şey değildir bu. Bir başka bilim kurgu filmi olan Matrix’teki Neo karakteri de seçilmiş kişi olarak dünyayı makinelerin elinden kurtarır. Düşmanları dahil, herkes Neo’nun seçilmiş kişi olduğuna inanır ve aslında onların bu inancı Neo’yu sonunda başarılı kılar. Çok izlenen başka bir film olan Yüzüklerin Efendisi’nde sihirli yüzüğü taşıyabilen tek kişi yine seçilmiş genç adam Frodo’dur. Frodo dürüstlüğü, iyiliği ve sözünün eri olması yüzünden seçilmiş kişidir. Filmlerde seçilmişlik doğuştan gelen bir özellik olabilir. Dünyada ise insanlar kararlarıyla sıra dışı olurlar. Hem kurgu alanda hem de gerçek yaşamda dünyayı sıra dışı insanlar değiştirir.