20.11.12

Çıta Yükseltenler

Çocuktum, ilkokul yıllarından aklımda kalan bir iki şey... 12 Eylül 1980 sabahı sokağa çıkma yasağına rağmen, babamın beni tankların arasından gazete almaya göndermesi. Bir diğeri de Milli takımımızın İngiltere’ye karşı 8-0 yenilmesi. Bir diğeri de Mehmet Ali Ağca’nın Papa’ya suikast düzenlemesi. Türkiye, Özal’ın liderliğinde Avrupa Ekonomi Topluluğu’na başvurduğunda önümüze öyle bir karne koymuşlardı ki, Türkiye hemen her şeyden sınıfta kalmıştı. Toplumda derin bir aşağılık kompleksi vardı. “Biz Türkler adam olmayız”, “Burası Türkiye, ne bekliyorsun ki” gibi ifadeler toplumun diline pelesenk olmuştu.

Derken ismi çok az bilinen bir genç Nasuh Mahruki ile ilgili bir haber gazetelerin manşetlerine düştü. 1995 yılında Everest’in zirvesinde ilk Türk. Nasıl olurdu da bir Türk, dünyanın zirvesine Türk bayrağını dikerdi. Nasuh Mahruki’nin bu başarısı, Türklerin dünya çapında bir şeyler yapabileceğinin zihinlerdeki sembolü oldu. Türkler bu olayla birlikte kuyu diplerine düşmüş kaderlerini, zirvelere taşımaya başladılar.

Koalisyon iktidarları, siyasi çalkantılar ve ekonomik krizlerle geçen 1990’ların içinde kimse Avrupa çapında ikinci bir başarı beklemezken, 1996 yılında Brisa şirketi ilk başvurusunda Avrupa Kalite Büyük Ödülü’nü aldı. Hem de Avrupalı rakiplerini fersah fersah geride bırakarak.

Aşağılık kompleksinin suyuyla yıkanmış zihinlerimize üçüncü bir başarı daha geldi ki, aktardığım ilk iki başarıdan çok daha büyük bir yankı uyandırdı. 2000 yılında Fatih Terim’in Galatasaray’ı tüm Avrupa takımlarını geride bırakarak UEFA Şampiyonu oldu. O günlerde Türkiye’nin yaşadığı ekonomik ve siyasi istikrarsızlığa rağmen bu işi başarılmasındaki paradoksu fark eden çok az oldu.

Milli Basketbol takımımız önce 2001 yılında Avrupa İkincisi oldu. “Vizyonu yetmez” denilen Şenol Güneş’li Milli Takım, 2002 yılında Dünya üçüncüsü oldu. Milli Voleybol Takımı yine 2002’de Avrupa İkincisi oldu. Spor alanındaki başarılar, bir tek futbol ile sınırlı kalmadı. Kendi imkanlarıyla çalışan atletimiz Süreyya Ayhan 2002 yılında Avrupa Atletizm Şampiyonu oldu. Milli Basketbol takımı 2010 yılında Dünya İkincisi oldu.

Türklerin herhalde vücutlarına en fazla aşağılık kompleksi zerk etmiş olan Eurovision Şarkı Yarışması’dır. Semiha Yankı’nın muhteşem şarkısının sondan birinci olduğu bu yarışmadaki başarısızlık ve utanç öyküsü, Sertap Erener ile kırıldı. 2003 yılında İnanılmaz bir şekilde sondan birincilik tanımlamasından “sondan” ifadesi kalktı ve “birinci” olduk.

Nobel Edebiyat ödülleri verilirken, bir gün bir Türk romancısı bu ödülü alabilir mi derken, hemen her kitabı büyük sansasyonlara yol açan Orhan Pamuk 2006 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı.

1997 yılında Face off filmi, ameliyatla yüz değiştirme temalı, izleyicileri bu fikirle çok etkilemiş bir filmdi. Hollywood film ve dizilerinde sayısız “yüz değiştirme” öyküsü vardı. Tıp açısından bilim kurgu hikayesi olmakla kalan bu fikir, Akdeniz Üniversitesi Araştırma Hastanesi’nde Prof. Dr. Ömer Özkan liderliğinde ekiple gerçeğe dönüştü. Artık en ileri düzeydeki bu ameliyatlar için, Turgut Özal gibi Amerika’ya gitmek yerine, Amerikalılar Türkiye’ye gelecekler.

Her türlü ülke sıralamalarında liste sonlarında yer alan Türkiye Tayyip Erdoğan liderliğinde Türkiye Büyümede Dünya İkincisi oldu.

Bütün bunları neden anlattım. İsmini ve başarılarını andığım ve anmadığım bütün çıta yükseltenlere teşekkür ediyorum. Sayelerinde artık yapabileceğimizi biliyoruz.

19.11.12

Kitap Fuarı

Kitap fuarlarını çocukluğumdan beri sevmişimdir. Bir bilgi bahçesi, fikir bahçesi ve hatta ormanı gibidir. Sanırım yakında elektronik kitapların yaygınlaşmasıyla kitap fuarları da tarih olacak. Kitap fuarlarına ellerinde bir listeyle gidenler çoğu zaman liste dışında birçok şey alarak dönerler.

Tüyap Kitap Fuarı’nda bugün saat 16.00 ile 18.00 arasında imzam olacak. Fuara geldiğinizde özellikle fikirlerinizi değiştirecek kitaplar almanızı tavsiye ederim. Yalova Üniversitesi İşletme Yüksek Lisans sınıfında okuttuğum kitapların bir listesini de vermek isterim. Bu kitapları okuyacak olursanız, bir anlamda benim master dersime katılmış olursunuz.

Düşünmeden / Harry Beckwith /Optimist; Brandwashed / Martin Lindstrom /Optimist; Açık Liderlik / Charlene Li / Optimist; Sorumluluk Devrimi / Jeffrey Hollender /Bill Breen; 21. Yüzyılda Erdemlere Yeniden Bakış / Howard Gardner / Optimist; Portakalı Sıkmak /Pat Fallon- Fred Senn / Optimist; Penguen ve Leviathan / Yochai Benkler / Optimist; Fısıltının Gücü / Andy Sernovitzs / Optimist; Akıldışının Mantığı /Dan Ariely / Optimist; Yönetim - Örnek Vakalar / Peter Drucker / Optimist.

Bu kitaplardan ikisi üstünde durmak isterim, özellikle işletme hocalarının hepsine Peter Drucker’ın Yönetim-Örnek Vakalar kitabını tavsiye ederim. Kısa bir sürede sınıfta okunabilen ve öğrencilerle ele alınabilen bir kitap. İçindeki vaka sayısı ve çeşitliliği her düzeyden öğrenciye uygun. Harvard Üniversitesi biliyorsunuz, vaka ile eğitim konusunda dünya lideri ve benim de katıldığım derslerde vakalar son derece yararlı oldu. Derste 8 farklı kitap okutmama rağmen öğrencilerim özellikle Drucker vakalarını tüm dönem boyunca işlememizin çok yararlı olacağını belirttiler.

Yukarıdaki kitapların içinde en şoke edici olanı sanırım Martin Lindstrom’un Brandwashed isimli kitabı. Bu kitap hakikaten pazarlamacıların tüketicileri müşteri haline getirmek için nasıl kirli stratejiler kullandıklarını anlatıyor. Ya da pazarlamacıların kirli iç çamaşırlarını gözler önüne seriyor. ‘Ben bu kitabı neden öneriyorum?’ diye soracak olursanız, aslında bu kitap hem pazarlama hileleri konusunda bilgilenmek hem de bu pazarlamadaki en son teknikleri öğrenmek için fevkalade bir kaynak.

Son dönemde izlediğim en etkileyici film No Impact Man. Kitap fuarlarında aslında DVD stantları da kurmalılar. D&R’larda kitaplarla DVD’ler birlikte satılıyor; neden kitap fuarlarında da olmasın? No Impact Man, New York’ta yaşayan bir ailenin bir yıl boyunca çevresel etki oluşturmadan yaşamasının hikâyesi. Yani çöpe atılacak ambalajlı bir şey almıyorlar, işe giderken benzinli ya da elektrikli bir araç kullanmıyorlar, bisiklete ya da kaykaya biniyorlar. Evde güneş enerjisinden elde ettikleri elektriği kullanıyorlar. Anlatmak, izlemek kadar etki oluşturmayacak. Onun için izleyin derim. Belgesel filmde aile aynı zamanda bir yıl boyunca ihtiyaç dışı hiçbir şey almıyor. Ben de karar verdim, çok zorunlu bir sebep olmadıkça 1 Ocak’tan itibaren hiçbir tekstil ürünü almayacağım. Kitap Fuarı’nda görüşmek üzere.

Nasıl Eğlenceli Bir Pazar Geçirirsiniz?

Bu yazıyı Charles J. Sykes’ın Okullarda Öğretilmeyen 50 Kural isimli kitabını okurken tasarladım. Giriş bölümünü atladıktan sonra, kitabın her bölümü ailemizdeki 10-25 yaş arasındaki gençlerle tartışarak okunabilir.

Çocuklar yaşamla ilgili temel bazı şeyleri öğrenmezse, beceriksiz ve özgüveni düşük yetişkinlere dönüşüyorlar. Çocuklarımız ve eşimizle yapabileceğimiz öyle şeyler var ki, bunları yaparken hem eğlenebilir hem problem çözme kabiliyetimizi geliştirebiliriz. Bunun yanı sıra problem çözdükçe yaratıcılığımız gelişirken özgüvenimiz de artar. Charles Sykes’ a göre çocuklara okulda veremediğimiz şey kendi ayakları üstünde durma becerisidir. Özel okullara giden, servis kullanan çocuklar basit bir otobüs sisteminden bile yararlanmayı bilemiyorlar. Sözü uzatmadan pratik önerilerime geçelim. Getireceğim önerilerin bazılarını yapmışsanız bunlara benzer yapmadıklarınızı düşününün.

Bugün eşinize ya da çocuğunuza deyin ki, seninle omlet yapacağız. Birçok çocuk ya da koca, tavada yumurta yapmakla omlet yapmak arasındaki farkı bilmez. Karşınızdaki kişinin yaşına göre basit bir omlet de yapabilirsiniz ya da daha farklı, örneğin sebzeli bir omlet de yapabilirsiniz. Sucuk, salam ve sosis yemeği bıraktığım için sizlere bunları içeren bir omlet tavsiye edemeyeceğim.

Eğer arabanız varsa, eşiniz ve çocuklarla bir lastik değiştirmeyi deneyin. İnsanlar lastiği her zaman patladığı zaman değiştirmeye çalışırlar. Lastik de hemen her zaman en uygunsuz yer ve zamanda patlar. Hele yeni arabalar iyice karmaşık; jantların anahtarları var ve önce anahtarı bulmak gerekiyor. Yine arabanız varsa özellikle hanımlar ve çocuklarla birlikte silecek suyu koyun ve hatta yağ ilave edin. Sayısız kadın, bırakın silecek suyu değiştirmeyi, kaputu bile açmayı bilmiyor.

Evdeki yemek listesine devam edelim. Çocuklarla ya da kocanızla bir makarna yapın. Ancak siz yapın, onlar seyretsin değil. Tencereyi de onlar seçsin, suyu da onlar koysun, makarnayı da onlar süzsün. Eğer bu konuda biraz tecrübeleri varsa, biraz daha kompleks bir makarna hazırlasınlar; örneğin zeytinli ya da patlıcanlı veya havuçlu makarna.

Çocuklarla ve eşinizle bir odaya elektrik süpürgesiyle süpürün. Süpürdükleri için onlara 2 TL verin. Ardından elektrik süpürgesinin torbasını temizleyin. Bunu da yapabilirlerse onlara 3 TL daha verin. Niye para veriyoruz? Onları teşvik etmek için, üstelik bu sevimsiz işi, kadınların bir kuruş almadan yaptığını hatırlatmak için.

Eğer çocuğunuz toplu ulaşım sistemini bilmiyorsa, şehirde bir adres seçin ve çocuğunuz sizi oraya toplu ulaşımla götürmeyi denesin. Hangi otobüse ya da minibüse binileceğini, internetten araştırsın. Büyük şehirlerin hemen her birinde ulaşım sistemiyle ilgili bilgilerin tamamı internette var.

Bilgisayar kullanamayan anne ve babalar, çocuklarının yardımıyla word isimli yazı yazma programında bir mektup yazmayı denesin ardından da o yazıyı evde ya da bir internet salonunda çıktı alsınlar. Ardından mektubu çocuklarıyla birlikte yazdıkları kişiye postaneye giderek göndersinler.

Annenize evdeyken diz üstünde top sektirmeyi denetebilirsiniz. Evde diz üstünde top sektirme yarışması yapın. Aynı yarışma bir masa tenisi raketiyle pinpon sektirme şeklinde de yapılabilir. Bunlar benim aklıma gelen öneriler, sizin de aklınıza gelirseniz bana yazabilirseniz. Bunları yapıp eğlenirseniz onu da yazarsanız sevinirim. Bir de bunları sadece bir Pazar değil, kendi önerilerinizi ilave edip bir liste yapıp her Pazar deneyin.

16.11.12

Bir Akarsu Kadar Akıllı Mısınız?

Nasıl olursa olsun, nereden gelirse gelsin değişime liderlik yapanlar ve değişime uyum sağlayanlar, bir akarsu gibi yollarına gitmeye devam ediyorlar.

Hayat değişimlerle dolu. Allah değişimi, hayatın ve evrenin içine zerk etmiş. Mevsimlerin değişiminden tutun da evrendeki gezegen ve yıldızların sürekli hareket ederken farklı konumlarda farklı tecrübeler yaşamalarına kadar değişim her yerde. Dünya isimli gezegende sürdüğümüz sosyal yaşam, bizi tabiattaki değişimlerden daha sık etkiliyor. Sandy Kasırgası gibi bir kasırga New York ve New Jersey’deki hayata belki 50 yılda bir dokunuyor, ama sosyal yaşamdaki değişiklikler birkaç yılda bir insanı etkiliyor. İş değiştirme, bir işin kapanması / değişmesi, taşınma, bir arkadaşın taşınması, bir çocuğun doğumu, aileden birinin ölümü gibi ya da evlenme gibi sosyal olaylar insanları çok derinden etkiliyor. Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, devlet kurumları dahil, tüm iş yerleri sürekli bir değişim içinde. Bir gün müdürken ertesi gün bir yeniden yapılanma sonrasında yönetmen olabiliyoruz. Ya da daha kötüsü çalıştığımız şirketin çalıştığı endüstri yok oluyor ya da biçim değiştiriyor. Örneğin dünyanın en büyük fotoğraf filmi üreticisi Kodak’ın fabrikasında çalıştığınızı düşünün, dijital makinelerin çıkışıyla bütün bu fabrikalar kapandı, değişime nasıl tepki verirsiniz? Üstelik siz çok verimli ve çalışkan bir elemandınız. Yakında Türkiye’de dershaneler kapanacak deniyor. O kadar işletme ve öğretmen nasıl bir yapıya geçecekler ve yeni yapıya nasıl uyum sağlayacaklar?

Değişim sadece iş hayatında değil, hayatın her yerinde… En iyi anlaştığımız arkadaşımız iş ya da evlilik dolayısıyla bir başka şehre ya da ülkeye taşınıyor. Her gün dertlerimizi paylaşıp birlikte güldüğünüz bu sevdiğiniz insan gidiyor; onun yokluğuyla nasıl mücadele edeceksiziniz? Sevgili kızımız evleniyor ve başka bir ailenin parçası oluyor. Üstelik bu aileyi de hiç onaylamıyoruz. Kızımızın yokluğuna mı, yeni ailenin bizden çok farklı olmasına mı üzülelim? Ekonomik durumumuzdaki daralma nedeniyle daha mütevazı şartlarda bir eve taşınıyoruz. Deyim yerindeyse attan inip eşeğe biniyoruz. Eskiden alıştığımız güzelliklerin kaybolması karşısında ne yapacağız?

Değişime karşı nasıl tepki vereceğiz? Esas mesele bu. Değişime verilecek en iyi cevap, sakin bir şekilde onu kabul etmektir. Onu kabul edişimizle birlikte ortaya çıkan değişim karşısında bizim de hangi düşünce ve davranışları değiştireceğimizi karar vermemiz gerekir. Acıyı yaratan değişimi kabul etmeyip eski durumda ısrar etmektir. Kodak fabrikasının çalışanları, yeniden fabrikayı fotoğraf filmi üreten bir fabrika yapamazlar. Ama aynı fabrika eğer teknoloji izin veriyorsa başka bir şey üretmeyi deneyebilirler. Sevdiğimiz arkadaşımız giderse yeni bir arkadaş edinmeye çalışabiliriz. Bir nehir güzel ve keyifli bir şekilde dosdoğru ilerlerken önüne bir dağ çıkarsa, nehir bu dağı yıkmaya çalışmaz. Onun akışını bozan bu büyük güç, engel karşısında basit ve işlevsel tepki verir. Dağa kızmak yerine dağın eğimi en düşük bölgesinden akıp gider. Bizim de yapmamız gereken budur. Karşımıza bir dağ gibi büyük bir değişim çıktığında bu değişime kızmak yerine, bu değişime en kolay uyum sağlayacak şekilde biz de onunla akıp gitmeliyiz.

6.11.12

Kimler genç kalıyor, kimler erken yaşlanıyor

“Gençliği sırrı tıbbın bize sunduğu suni haplarda değil, Allah’ın bize verdiği gözlerdeki güzel bakışlarda, zihnimizdeki güzel düşüncelerdedir.”

Geçtiğimiz günlerde birkaç dostumla sohbet ederken bazı insanların yaşlanmalarına rağmen gençliklerini ve enerjilerini koruduklarını ama bazı insanların gençken bile hiç enerjilerinin olmadığından dem vurduk. Ardından bir arkadaşım, gençlik enerjisini veren şeyin arayışlar ve hedefler olduğunu söyledi. Evlenmek isteyenler var, iş kurmak isteyenler ya da mal mülk sahibi olmak isteyenler var. Ne var ki, tüm bu istekler bana göre insana enerji vermez; stres yapar. Ulaşamadıklarımız üzerimizde bir gerilime yol açarlar. Bazıları hırsı enerji kabul ederler; evet hırs da bir enerjidir; ama biraz kontrolsüz ve negatif bir enerji.

Genç kalmanın kaynağı nedir? Gençliği ve genç kalmayı bir yüksek enerji durumu olarak kabul edersek, kendilerini genç hissedenler çalışmaktan, gezmekten, yardım etmekten, öğrenmekten erinmezler. Çünkü bu işler için bolca enerjileri vardır. Üstelik ister 40 ister 60 yaşında olsun bu enerjilerini hep korurlar. Peki bu enerjilerin kaynağı nedir? İnsan vücudu mükemmel bir mekanizma olarak kendine enerji sağlamayı çok iyi bilir. Ne yersek yiyelim, ister et isterse sebze olsun, ne içersek içelim ister süt ister komposto olsun vücudumuz tüm bu besinlere aynı şekilde davranır. Ekmek yiyorsak, sindirim sistemimiz ekmeğin işe yarar yanlarını alır; işe yaramaz taraflarını dışkılama sırasında atar. Yiyecek hangisi olursa olsun, vücut işe yarar taraflarını ayrıştırır ve işe yaramaz taraflarını vücudun dışına gönderir. Vücudun enerjiye ihtiyacı varsa, gıdaları enerji yapar; enerjiye ihtiyacı yoksa onu depolar. Ama çöpler direkt olarak dışarı atılır.

İnsanın günlük yaşamı sırasında karşılaştığı olaylar sırasındaki tavrı da, aldığı sonuçları doğrudan belirler. Örneğin, herhangi bir olay karşısında izlediğimiz tutum, olaya karşı sindirim sistemimiz gibi davranıp davranmadığımızı belirler. Özellikle olumsuzluklar ya da sıkıntılar karşısında bazı insanlar, yaşanılanların kötü tarafına odaklanırlar. Halbuki her olayın kötü tarafına odaklanmak, sindirim sistemimizin yediklerimizin kötü tarafını öğütmesine ve saklamaya çalışmasına benzer. Eğer sindirim sistemi böyle yapsaydı vücudumuz çöp deposu olurdu. Dolayısıyla aklımızı ve bedenimizi iyi şeyler, yaşanılan her ne ise onun iyi bir yönünü bulmak gerekir.

“Bu hafta kariyer günleri kapsamında Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi’ne bir konuşma yapmaya gittim. Dünyanın dört bir köşesini gezmiş olmama rağmen Kuzey Kıbrıs’a gitmemiştim. Çok heyecanlıydım. Ne var ki, Lefkoşa hava limanından başlayarak bir hayal kırıklığı sardı beni. Lefkoşa’nın şehir merkezindeki yolları oldukça bakımsız. Eski evlerin neredeyse tamamının bir restorasyona ihtiyacı var. Turizm cenneti kabul edilen Girne de Ege’nin orta gelişmişlikteki sahil kasabalarından az farklı. Daha fazla yatırıma ve düzenlemeye ihtiyacı var. Lefkoşa’daki Ercan Hava Limanı ise Türkiye’de küçük şehirlerin hava limanlarına göre bile yatırım ihtiyacı gerektiren bir durumda. Bütün bu hızlı gözlemlerim 250 bin kadar nüfuslu bu kıymetli yavru vatanımıza daha fazla yatırım yapmamız gerektiğini düşündürdü. Bu arada Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi %40’ı 46 farklı ülkeden 6500 öğrencisiyle gerçekten uluslararası olmayı başarmış, eğitim kalitesiyle de öne çıkmış, farklı bir vizyonu olan başarılı bir üniversite. Üniversitenin mütevelli heyeti başkanı Mete Bey, çok farklı endüstrilerdeki yatırımlarıyla Kıbrıs’ın gelişmesine kendini adamış insanlardan biri. Bu arada Kıbrıs’ın kendine has çok güzel yemekleri var. Adadaki “Müzenin Dostları” isimli lokantada çok güzel sebze yemekleri var. Adanın popüler tatlılarından biri de güzel bir sunumu olan kızarmış dondurma.”

Yukarıdaki satırları şunun için yazdım. Kıbrıs ile ilgili izlenimlerim Kıbrıs’ı gelişebilir bir yer görme yönünde. Halbuki negatif bir şekilde yaklaşıp “Osu yok, busu yok, şurası eski, burası eski” de diyebilirdim. Ama böyle yaklaşan biri, Kıbrıs tecrübesinin olumsuz yönlerine odaklanıp buradan enerji alamazdı. Halbuki yaşadığı her tecrübede, gördüğü her şeydeki güzelliklere odaklanan bir kişi yaşamının her gününden enerji alabilir ve bu enerjiyi bir gençlik enerjisi olarak kullanabilir. Olumsuzluklara odaklanan biri de erkenden yaşlanır.

4.11.12

İshak Alaton: Örnek Adam

Okumak için bence en güzel tercih hayat öyküleri… İnsan başkalarının doğru kararlarından, azimli çalışmalarından çok şey öğreniyor.

İshak Alaton’un hayat öyküsünün anlatıldığı, Mehmet Gündem’in kaleme aldığı Lüzumlu Adam İshak Alaton isimli kitap herkes için feyz alınacak bir kişisel gelişim kaynağı. 1927 doğumlu İshak Alaton’un hayatı, aynı zamanda Türkiye’nin yakın tarihinin bir belgeseli gibi. Kitabın yazarı Mehmet Gündem’se de metin İshak Alaton’un ağzından anlatılmış.

Kitabı okurken öncelikle beni etkileyen birkaç bölümden söz etmek istiyorum. Öncelikle İshak Bey’in babasıyla ilgili anlattıklarını mutlaka okumanızı öneririm. Hem çok güzel bir aile bağlılığı öyküsü hem de Türkiye’de bugün birçoğumuzun hiç bilmediği çilelerin çekilmesine ilişkin bir öykü. Kitabın bu acı dolu pasajlarını okumayı size bırakıyorum ve kişisel gelişimle ilgili kısımlarına geçiyorum.

İshak Alaton, yedek subay olarak askerlik yaparken sınıfa bir gün bir komutan giriyor ve yabancı dil bilen var mı diye soruyor. İshak Alaton dahil, üç kişi el kaldırıyor. Diğer iki kişi İngilizce, İshak Bey Fransızca biliyor. Polatlı'da kendine tercümanlık görevi veriliyor. Ne var ki, Polatlı’ya vardığında tercümanlığını yapacağı kişinin Amerikalı bir pilotluk öğretmeni olduğunu öğreniyor. Amerikalı subay, İshak Bey’i İngilizce bilmediği için istemiyor. Ama İshak Bey, sınırlı İngilizcesiyle Amerikalı subayla çok ilginç bir pazarlık yapıyor. O günün Türkiye’sinde kısa sürede başka bir tercüman bulamayacağını ve kendisine 28 gün süre verirse İngilizcesi’ni ona tercümanlık yapacak düzeye getireceğini, uçuş ders notlarını bir gün önceden ayrıntılı bir şekilde çevireceğini söylüyor. Amerikalı subay da bu teklifi kabul edince İshak Alaton, tercümanlık yapacak düzeyde İngilizce öğreniyor. Askerden sonra Mehmet Kavala’nın yanında ithalat ihracat işleri konusunda çalışmaya başlıyor. Kavala’nın şirketinin büyümesine çok yardımı dokunuyor. Fakat burada yaptığı işin kendisini daha çok yetiştirmeyeceğini, yabancı bir devlette çalışarak kendini geliştirmek istiyor. İsveç Konsolosu’na gidip İsveç’te klima konusunda bir işte çalışmak isteğini dile getiriyor. Bir takım yazışmalardan sonra klima teknisyeni değil, kaynakçı arandığını öğreniyor ve bir kaynakçı olarak İsveç’e gitmeye razı oluyor. 5 ay sonra İsveç’e yola çıkacak. Gitmeden İsveççe öğrenmeye karar veriyor. Bir dil kursundan İsveççe-İngilizce dil seti getirtiyor ve beş ayda İsveççe öğreniyor. Ancak ahlaklı davranıyor ve Kavala’nın yanında çalışmaya devam ederken bir taraftan da yerine birini yetiştiriyor. Meşakkatli bir yolculuktan sonra İsveç’e varıyor. 5000 kişinin çalıştığı lokomotif fabrikasına vardığında kendisinin İsveççe bilmesine çok şaşırıyorlar. Sözü uzatmayayım; meraklısı kitabı alır gerisini okur. Ancak yukarıdaki paragrafta anlatılanlar bile inanılmaz. Bir ayda gece gündüz çalışarak İngilizce öğrenmek, kitaplar ve setler getirterek İsveççe öğrenmek, kendini yetiştirmek için bir başka dünya ülkesine gitmek, hiç bilmediği bir ülkede kaynakçı ve ardından teknik adam olarak çalışmak… Çalışkanlık, azim, dürüstlük, vizyon hepsi bir arada… Okuyan herkesi derinden etkileyecek bir hikaye.

Birkaç hafta önce bu köşedeki yazılarımdan biri dolayısıyla kendisini ziyaret ettim. Artık geleceğin sektörlerine yatırım yaptığını söyledi. Dünyada önümüzdeki 40 yıl içinde gıda pazarının %50, enerji pazarının %100 ve sağlık pazarının %1800 büyüyeceğini belirtti. Sağlık pazarının 18 kat fazla büyüyeceğini öngörünce beş yıl önce Alvimedica isimli bir şirket kurarak kalp hastalıkları tedavisinde kullanılan balon ve stentleri son derece kaliteli bir şekilde üretmeye başlamışlar. O kadar ki, bu konuda yapılan incelemelerde dünyanın önde gelen markası Boston Scientific kuruluşunun ürünlerini bile geçmişler. Son olarak fabrikalarını kurdukları Çatalca’da 29 Ekim 2012’de Çatalca Belediyesi ve MEB işbirliği ile dünyanın ilk ve tek biyomedikal cihaz teknolojileri lisesinin temelini attılar. İshak Bey, 85 yaşında kalbinde hala müthiş bir heyecan, gözlerinde ise ışıklı bir gelecek olan müthiş bir insan.

3.11.12

Başbakana Açık Mektup 6-Süt ile Bisiklet Verelim

28 Kasım 2010 tarihinde bu köşeden öğrencilere tablet bilgisayar verelim diye Başbakanımıza açık mektup yazdıktan 6 ay kadar sonra Başbakanımız Fatih projesini açıkladı. Sıra bisiklet projesinde.

Önce bir hesapla başlayalım: Bugünlerde gündemimizi meşgul eden sütün öğrenci başı yıllık maliyetini hesaplayalım. Bir öğrenciye verilen sütün ortalama maliyeti 55 kuruştur. 22 iş günü okula giden bir öğrencinin aylık süt maliyeti 11 TL’dir. Türkiye’de bir yılda net okula gidilen süre 7 aydır. Öyleyse bir öğrencinin devlete yıllık süt maliyeti 77 TL’dir. Şimdi bu paraya toptan fiyattan 21 vitesli şahane bir bisiklet alınabilir ve çocuklara verilebilir. Sütü her yıl vermek bir maliyete katlamayı gerektirir. Bisikleti ise sadece bir kere veririz. Çocukların okula servis yerine bisikletle gidip gelmesini sağlayabilsek gerçek bir devrim olur. Çünkü bisikleti çocukluktan ulaşım aracı olarak kullanacak öğrenci yarın işten mezun olduğunda üniversiteye ya da işe, fabrikaya da bisikletle gidecektir.

Birçoklarının çocuk oyuncağı sandığı bisiklet, dünyada ulaşım aracı olarak kullanılmaktadır. Amerika’da, Kanada’da, Avrupa’da, Japonya’da bu toplumlar fakir olduğundan değil, bisiklet kullanmak akıllı ve medeni insanların işi olduğundan bisiklet kullanılmaktadır. Çünkü bisiklet, bireysel yararlarının dışında 5 ayrı bakanlığın amacını yerine getirmektedir. Sağlık Bakanlığı halkımızı ve çocuklarımızı obeziteden korumak istemektedir. Obeziteden korunmanın bir numaralı aracı bisiklete binmektir. Bisiklete binmek ayrıca kalp ve damar sağlığı için de son derece yararlıdır. Enerji Bakanlığı Türkiye’de enerji maliyetlerini düşürmek istemektedir. Toplumun %20’si ulaşımını bisikletle sağlayacak olsa, bir yıldaki petrol ithalat maliyetimiz basit bir hesapla %20 düşecektir. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, daha temiz bir hava olması için çalışmaktadır. Bisikletin karbon salınımı sıfırdır. Bisikletten daha çevreci bir ulaşım aracı yoktur. Ulaştırma Bakanlığı’nın amaçlarından bir tanesi özellikle şehirlerde trafik sorununu çözmektir. Trafikte bisikletten daha az yer kaplayan bir araç yoktur ve ayrıca bisiklet en az altyapı yatırımıyla ulaşım imkanı veren araçtır. Gençlik ve Spor Bakanlığı, toplumumuzda aktif sporu özendirmektedir. Fenerbahçe-Galatasaray final maçında çıkan olayların nedeni, olayları çıkaranların sporu yapan değil, izleyenler olmasıdır. Dünyanın en az altyapı yatırımı gerektiren sporlarından biri de bisiklettir. Bisiklet gibi, 5 ayrı bakanlığın amacını yerine getiren ikinci bir araç yoktur.

Bisiklet vermek yukarıda belirttiğim maliyet hesabına bakılırsa son derece kolaydır. Ama bisiklet kadar çok ihtiyaç duyulan şey, çocuklarımızın ve bizlerin güvenli bisiklet sürebileceği dünya standartlarında yolların yapılması ve şeritlerin ayrılmasıdır. Onun için ulusal bir proje kapsamında bisiklet yolları yapılmalıdır. Anadolu’nun küçük şehirlerinde trafik yoğunluğu pek olmadığı için, bisiklet yolu olmadan bisiklet kullanılmaktadır. En önce bu küçük şehirlerde bisiklet yollarının yapımına başlanmalıdır. Konya’da ve Kayseri’de bisikletli yaşamın bir hayal olmadığını, bisiklet yolları sayesinde trafikle birlikte bisikletlerin gidebileceğini gösteren Konya Kayseri Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki’yi kutluyorum. İzmit’te 5500 ilköğretim öğrencisine karne hediyesi olarak bisiklet dağıtan İzmit Belediye Başkanı Nevzat Doğan’ı da kutluyorum.

Bütün bunlarla birlikte Türkiye’de yaşam kalitemizi, projeleriyle bisikletli yaşamı devreye alarak Batı standartlarına taşıyacak başta Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ı, sonra ilgili bütün bakanlarımızı, Sağlık Bakanımız Recep Akdağ’ı, Enerji Bakanımız Taner Yıldız’ı, Çevre ve Şehircilik Bakanımız Erdoğan Bayraktar’ı, Ulaştırma Bakanımız Binali Yıldırım, Gençlik ve Spor Bakanımız Suat Kılıç’ı şimdiden kutluyorum. Aynı zamanda çocukların trafik bilincini geliştirmek isteyen İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin ve Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’e, bisiklet turları yerli ve yabancı turizmi hareketlenmesine yardımı bakımından Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’a sunacakları desteklerinden ötürü peşinen teşekkür ederim.

Sayın Başbakan ve Milli Eğitim Bakanına Açık Mektup

Not: Bu yazı Melih Arat'ın 28 Kasım 2010 tarihli yazısıdır.

“Tüm dünya ülkeleri, eğitim alanında Türkiye’yi lider yapan bu girişimi takip edecek. Öğretmeninden öğrencisine, müdüründen velisine eğitim alanında her şeyde en ileri olacağız.”

Türkiye’yi eğitim alanında dünya liderliğine taşıyabilecek bir projeden söz etmek istiyorum. Devletin eğitim bütçesini artırmadan verimliliğini artıracak, ilk ve orta öğretim öğrencilerinin derslere odaklanmasında zirve yaptıracak, sınav performanslarını geliştirecek süper bir projem var. Sözü uzatmadan projeyi açıklayayım. Bütün öğrencilere birer iPad (ya da muadili bir teknoloji) verelim; bir daha hiç kitap ve defter vermeyelim. Dünyada ilk kez Apple şirketinin tasarladığı iPad’ler, bir tür tablet bilgisayar. Bilgisayar gibi ama ayrı bir klavyesi yok. Sadece bir ekrandan oluşuyor. İnternete bağlanabiliyor ve içine sayısız kitap konulabiliyor. Aynı zamanda bir defter gibi rahatça not alabiliyorsunuz. İnternet bağlantısı olduğu için rahatça araştırma yapabiliyorsunuz.

Bugün ilköğretimde ya da ortaöğretimde olan bir öğrenci, sırt çantasına bir sürü kitap ve defter koyuyor ve bu şekilde okulun yolunu tutuyor. Devletimiz biliyorsunuz uzun bir süredir; tüm ders kitaplarını öğrencilere ücretsiz olarak veriyor. 11 yıl boyunca bir öğrencinin tüm ders kitaplarının maliyeti devlet tarafından karşılanıyor. Aynı şekilde öğrencinin ailesi de, 11 yıllık süreç içerisinde yüzlerce defterin maliyetini karşılıyor. Okul çantalarının hemen her yıl değiştirilmek zorunda kalmasının da bir nedeni, yıl boyunca bu kadar kitap ve defterin ağırlığıyla çantanın fazla yıpranması.

Halbuki bir iPad yaklaşık 700 gram ağırlığında. Pil ömrü tam şarjla ve sürekli kullanımla 10 saat kadar. Bir iPad’in içine istediğiniz kadar kitap koyabilirsiniz. Tüm ders kitaplarını, telif hakları ücretsiz olan tüm klasikleri, tüm sözlükleri, tüm ansiklopedileri koyabilirsiniz. Türkiye’de son derece başarılı bir ders çalışma ve öğrenme sistemi olan Vitamin’i ve sayısız yabancı dil öğrenme programını da yükleyebilirsiniz. Hatta bu aletler üstünden sınav yapabilmek, hasta olan bir öğrencinin evinden dersi takip edebilmesi dahil, her şey mümkün. Bir iPad’in perakende maliyeti 500 USD. Ancak Türkiye’de 14 milyon kadar öğrenci olduğu düşünülürse (bu rakama üniversite öğrencileri dahil değil), Türk hükümeti bu aletlerden 14 milyon tane alacak olursa Apple, Samsung ya da Dell gibi şirketler bu aletleri 100 dolara bile verebilir. Neden mi, çünkü dünyada tüm eğitim sistemini bu iPad türü aletlerle entegre etmiş henüz kimse yok. Türkiye yaparsa, diğer ülkelerde Türkiye’yi takip eder. Bu projenin Türkiye’ye maliyeti ne olur sorusunu da hesapladım: 1 Milyar 400 milyon dolar. GSMH’si 600 milyar doları geçmiş ülkede bu kadar önemli ve sıçrama yaptıracak bir konuya bu para harcanır. Zaten basılı kitapların toplam bütçesine 11 yılda bu parayı fazla fazla harcıyoruz da. Eğer bu konuda Türkiye ilk olursa, tüm dünyada çocukların daha verimli ve interaktif öğrenmesi konusunda bir devrim yapmış oluruz. Türkiye, Özal döneminde telekomünikasyon alanında dünyada bir sıçrama yapmıştı. Şimdi de eğitim alanında yapacağımız böyle radikal ve devrimci bir hamle genç nüfusumuzun eğitim kalitesini yukarıya taşıyacak olursa dünyada yükselen liderliğimizi perçinlemiş oluruz.

Bu projeyi paylaştığım milletvekilimiz Lokman Ayva bir telefon görüşmemizde konuyu Milli Eğitim bakanımıza açacağını söylemişti. Çıkar kaybı yüzünden kitap yayımcılığı ve matbaa endüstrisinin böyle bir girişime şiddetle karşı çıkacağını düşünüyorum. Bir de böyle bilgisayar ekranlarından kitap okumak zor olur diyeceklere bir istatistik vermek istiyorum. Geçtiğimiz yıl, dünyanın en büyük kitap satıcısı Amazon.com’da satılan kitapların %50’den fazlası elektronik kitaplar oldu. Eğer zor okunsaydı amazon.com’dan milyonlarca elektronik kitap satılmazdı.

Şimdi ne yapılacak; Başbakanımızın desteği ve Milli Eğitim Bakanımızın girişimiyle Türkiye eğitim alanında da dünya liderliğini yakalayacak.