6.10.13

Kurtarabilirsiniz

Viyana’da yapılacak Organ Nakli Kongresi’ne gitmek üzere Sabiha Gökçen Havalimanı’na gittiğimde sakin bir Pazar günüydü. Kongre’ye küçük bir grup basın ekibi olarak gidecektik. Sabah gazetesi Ankara Bürosu’ndan Safure Cantürk ve Hürriyet gazetesi Ankara Bürosu’ndan Meltem Özgenç geziye katılacaklardı. Sabiha Gökçen’de Viyana uçağı için beklerken Ankara’dan bir telefon geldi. Ankara’dan Sabiha Gökçen uçağına binerken yer hostesi Safure Hanım’ın biletini alırken yanlışlıkla pasaportunu geri vermeyi unutmuştu. Pasaport Ankara’da kalmıştı ve Safure Hanım’ın pasaportsuz Viyana’ya gelmesi imkansızdı. Sorun değildi, THY’nin güvenli ellerinde olduğunu düşündüm. Ne var ki, aldığımız haberlere göre Safure Hanım bir basın mensubu olmasına rağmen türlü güçlükle karşılaştı ve THY görevlilerinin işi uzatan tavırları karşısında Ulaştırma Bakanlığı’ndan bir yetkiliyle görüşerek sorununu kısmen çözdü. Anadolu yakasındaki Sabiha Gökçen Hava Limanı’ndan Atatürk’e kendi cebinden ödediği taksi parasıyla ulaşıp yine uzun uzun dil döküp bir sonraki Viyana uçağına ücret ödemeden binebilmek için çok gayret etti. Gazeteci olması bile THY’nin kendi hatasını telafi etmesi için istekli olmasına yardım etmemişti.

Ertesi sabah, organ nakli konusunda 30 yıldır araştırma yapan ve çözümler sunan Novartis’in ev sahipliği yaptığı kongreye vardığımızda bize alışık olmadığımız bir kalem verdiler. Sonradan kalemin bir tablet kalemi olduğunu keşfettim. Kongre kitabı yerine herkese bir iPad verilmişti. Kalemler bu tabletleri kullanmak içindi. Kongre çantası, bildiri kitapları yerine tablet verildiğini görünce dünyanın nasıl değiştiğine ilginç bir örnekti. Basın toplantısında dünyada organ naklinin duayeni Prof. Roy Caln’in anlattığı küçük bir öykü dikkatimi çekti. 23 Eylül 1954’te Dr. Roy’un bir hocası organ nakli için “It can’t be done (yapılamaz)” demişti. Bu sözü duyunca günümüzde ne kadar çok imkansız denilen şeyin yapılabildiğini ve imkansız olduğunu düşündüğümüz birçok şeyin yapılabileceğini keşfedebileceğimizi düşündüm. Basın toplantısının ardından organ nakli konusunda Türkiye’nin önder isimlerinden, değerli Prof. Dr. Aydın Türkmen ile baş başa sohbet etme fırsatımız oldu. Türkiye’de 60 bin diyaliz hastası olduğunu bu insanların böbrek nakli beklediklerini belirtti. Organ nakli için çocukluğumda, ölecek olursam “organ naklini kabul ediyorum” diye bir kart çıkartmıştım. Ancak bu kartın yeterli olmadığını öğrendim. Beyin ölümü gerçekleştikten sonra her halükarda organ bağışı için ailenin onayı gerekiyormuş. Bu anlamda bu işe karar verirseniz, (ölümünüzden sonra vücudunuzla hayır yapmanız için iyi bir şey olduğunu düşünüyorum)sağlıklı olduğunuz sırada bu kararınızı ailenizle paylaşın. Türkiye’de çoğunluğu trafik kazalarında beyin ölümü gerçekleşen, organ nakli için uygun ortalama sayısı 1200 olan hastadan sadece dörtte birinin ailesi organ nakline izin veriyormuş. Vücutta 2 böbrek olduğu için bu insanların hepsinin organları bağışlansa 2400 kişiyi diyaliz makinesinden kurtarılabilir. Kronik böbrek yetmezliğine doğru götüren en büyük iki nedenden biri yüksek tansiyon, diğeri de diyabet (şeker hastalığı) olduğunu öğrendim. Her ikisi de sağlıklı (daha az şeker ve tuz içeren) bir diyet ve sporla önüne geçilebilecek hastalıklar. Türkiye’de dünya ortalamasının üstünde tuz tüketiliyor. Tatlıyı çok seviyoruz ve spor yapmak için televizyon izliyoruz.

İkinci kez bulunduğum Viyana’nın bir sanat ve tasarım cenneti olduğunu söyleyebilirim. Swarovski’nin merkezinin bulunduğu bu şehirde otele doğru yürürken yolun ortasında uzak doğulu bir kadın sanatçı piyano çalıyordu. Dünyanın dört bir tarafında sokak çalgıcıları, keman, gitar, mızıka gibi taşınabilir ve hafif çalgılar çalarken piyano çalınması şaşırtıcıydı. İşte dedim, klasik müziğin başkenti Viyana’ya da bu yakışır diye düşündüm. Türkiye’nin medarı iftiharı, dünyanın en büyük hava yollarının yemek hizmetlerini sağlayan Turkish Do&Co’nun merkezi Viyana’da. Ama buradaki restoranlarında “helal” et servisi yapılmamasına şaşırdım. Viyana’ya giderseniz Freud’un evine, Freud Müzesi’ne de gidip dünyanın en ünlü psikologunun bastığı merdivenlere basmayı ihmal etmeyin.

25.8.13

Gönüllü Ekonomisi

İşletme yönetiminde “Benchmarking” diye bir kavram vardır; Türkçeye “en iyi uygulamaları almak” olarak çevrilir. Bir firma, kendi sektöründe ya da başka bir sektördeki belirli bir konudaki en iyi uygulamayı öğrenir ve onu kendine örnek alır. Diyelim ki, bir otomobil fabrikası, satın alma uygulamaları açısından kendisinden çok daha başarılı bir uçak fabrikasını örnek alabilir. Sürekli iyileşme için çok işlevsel bir modeldir. Çok sık yurt dışında bulunduğumdan ben de yurt dışında gördüğüm güzel şeyleri, tabii olarak ülkemiz için istiyorum. Ülkemizdeki güzel hasletleri de, yabancı ülkeler için diliyorum.

Batılı ülkelerle kıyaslandığında biz de evsiz (homeless) sorunu neredeyse hiç yoktur. Tinerci çocukların bile sayısı, Batı ülkelerindeki evsizlerle mukayese olmaz. Üstelik Kanada’nın, ABD’nin ve Avrupa’nın gayretkeş ve üstün sosyal sistemleri bu evsiz meselesinin üstesinden şimdilik gelememiştir. Bu anlamda Türkiye, evsiz sayısı ve evsizlerin toplumla birlikte uyum içinde yaşaması açısından Batı ülkelerinden oldukça ileridedir.

Evsizlerin hepsi değilse bile, bir kısmı madde bağımlısı, bir kısmı da akıl sağlığında sorun olan insanlardır. Türkiye’de bir evsiz gördüğümüzde ona nasıl yardım ederiz diye bakarız. Yemek ısmarlarız; biz ısmarlamasak bir semt lokantası onlara yemek verir; eğer kıyafetleri yetersizse evden hemen üç beş giysi ayarlanır; berberler bedava tıraş yapar; Ramazan aylarında mutlaka iftar çadırlarında yemek yerler. Biz de mahallenin delisi formunda evsiz varsa sahiplenilir. Bu sahiplenme de son derece doğal bir şekilde olur. Bir dernek ya da devlet kurumu vesilesiyle değil; toplumda aileler ve bireyler kendiliğinden bu insanlara karınca kararınca yardım ederler.

Batıda ise bir evsiz görünce, başlarına bir şey gelebilir diye insanlar yollarını değiştirirler. Bu ülkelerde evsiz sorunu, ailelerle değil daha çok kurumlarla çözülmeye çalışılır. Evsiz barınakları, evsiz yemekhaneleri, evsizlerin duş alabileceği yerler var. Maddi sorunları çözülmeye çalışılsa da evsizlerin şefkat gördüklerini söylemek çok mümkün değil. Çünkü tüm ilgi kurumsal. Bireysel şefkat, kurumsal ilgiden çok daha değerlidir. Bu evsiz sorunu çözümü konusunda batının bizden öğrenecekleri bir şeyler var; bazı sorunların çözümünde bireysel gönüllülük, organize gönüllükten daha etkili.

Ne var ki, Batı da organize gönüllülükte bizden çok ileride. Özellikle emekliler, 65 yaşından sonra gönüllü girdikleri organizasyonlarda toplumun yaşam kalitesini yükseltiyorlar. Hastanelerde yönlendirme yapıyorlar; havalimanlarında engellilerin tekerlekli sandalyelerini sürüyorlar; eğitim aldıktan sonra müzelerde tur rehberliği yapıyorlar; araba sürenler engellileri ya da hastaları evlerinden istedikleri yer götürüyorlar veya normalde devletin maaş vererek yaptıracağı bir sürü farklı toplumsal hizmeti gönüllü olarak yapıyorlar. Türkiye’de ise gönüllü faaliyetler büyük ölçüde 65 yaş altı aktif insanların sorumluluğunda. Bunda bir sorun yok ama, keşke deneyimli emeklilerimize de daha organize hizmet etme şansı veren bir sistemimiz olsaydı. Hem bu deneyimli emeklilerimizin yaşamlarına daha fazla anlam katmalarına hem de ekonomik bir değer üretmelerine fırsat verirdik.

Bu anlamda Batının evsiz sorununun çözümünde bizden öğrenecekleri olduğu gibi, emekli insanların organize gönüllülük faaliyetleriyle topluma katkısı açısından bizim de onlardan alacağımız sistemler var. Bir ekonomi sadece fabrikaların ya da hizmet endüstrisinin ürettikleriyle büyümez; gönüllü faaliyetlerin ürettiği katma değerle de büyür.

6.6.13

Eğitim Öldü, Yaşasın Öğrenme

Sınıftaki tüm çocuklar itfaiyeci olmak isterken içlerinden sadece bu hikayenin kahramanı olan bir çocuk itfaiyeci olmuştu. Okuldaki öğretmeni, “itfaiyeci olup ne yapacaksın, git üniversite oku, adam gibi bir işe gir” demesine rağmen çocuk üniversiteye gitmek yerine itfaiyeci olmayı seçmiş. Yıllar sonra görev yaptığı şehirde kaza sonucu yanan bir arabadan güçlükle sürücüyü çıkarmış. Kazadan çıkan sürücü, itfaiyeciyi görünce çok şaşırmış. Çünkü sürücü, sen üniversite okumalısın diyen öğretmenmiş. Öğretmen herhalde bu olaydan sonra fikrini değiştirmiş olmalı :-)) . Gazete yazılarına gülümseme işareti konmuyor; ama bence buraya konmalı.

Amerikan Eğitimciler Derneği’nin (ASTD) Mayıs ayında Dallas’ta yapılan uluslararası toplantısında baş konuşmacı olan Ken Robinson, yukarıdaki hikayeyi anlatmadan önce Amerika’da ve dünyada geleneksel eğitim sisteminin işe yaramaz hale geldiğini söyledi. Konuşmasında insanların tutkularının peşinden gitmesi gerektiğini, bunu yapmayacak olurlarsa belki başarılı ama mutsuz olacaklarını belirtti. Verdiği ilginç örneklerden birinde, itfaiyeci olmak isteyen bir çocuğun hikayesini anlattı.

Ken Robinson’un ikinci verdiği örnek son kitabının editörüydü. Editöründen büyük bir övgüyle söz ettikten sonra yaptıkları bir sohbetten söz etti. 45 yaşlarında olan editör hanıma, bu işe ne zaman başladın diye sorduğun aldığı cevap karşısında şaşırmış. Çünkü kadın sadece beş yıl önce editörlüğe başlamış. Genelde bu işler okuldan mezun olduktan sonra başladığınız işlerdir. Kadına daha önce ne yaptığını sorunca aldığı cevapla iyice şok olmuş. Kadın konser piyanistiymiş. Konservatuarları birincilikle bitirdikten ve bu konuda doktora da yaptıktan sonra dünya çapında bir konser piyanisti olmuş. Ken Robinson, neden bıraktığını sorunca daha da şok edici bir yanıt almış. “Çok iyi bir piyanisttim; ama keyif almıyordum.” Ken Robinson hikayeyi şu kıssada hisseyle bitirdi: “Bir şeyde çok iyi olmamız, yaşamamızı bu işi yaparak harcamamızı gerektirmiyor.

Konferanstan sonraki basın toplantısında Danimarka’dan bir gazeteci, “Bence toplum %90’ı yetenekli değil.” deyince Ken Robinson, “Hayır, insanlar yetenekliler… Sadece yeteneklerini keşfetmemişler. Yetenekler, doğal kaynaklar gibidir, onları çıkarmak için çok sistemli çabalar ister.

Ken Robinson, ünlü aşçı Jamie Oliver’a referansla dünyadaki eğitim sistemine muhteşem bir eleştiri getirdi: “Dünyada bir Michelin Yıldızlı lokantalar vardır; bir de fastfood lokantalar… Fastfood lokantalarda her şey standartlaştırılmaya çalışılır. Michelin Yıldızlı lokantalarda ise her şey özelleştirilmeye çalışılır.” Eğitim sistemi daha çok fastfood lokantalar gibi; her şey standartlaştırılmaya çalışırken vasat bir kaliteye razı olunuyor; ama ihtiyaç duyulan kişiye özel bir öğrenme ortamı sunulması.” Ken Robinson, buradan hareketle öğretmenliğin, bir bilgi aktarma sistemi değil, bir sanat olması gerektiğini belirtti.

Eğer Ken Robinson’un kim olduğunu tanımıyorsanız ve daha önce TED.com isimli siteyi duymadıysanız, bu yazı sizin için harika bir hediye olacak. TED.com adresinde süreleri 3, 8 ya da 18 dakika uzunluğunda birbirinden ilginç konuşmalar var. TED (Technology, Education, Design) isimli kuruluş, Türkiye dahil dünyanın dört bir yanında birbirinden ilginç konuşmalar organize ediyor. Binlerce konuşma bulunan TED sitesinde, konuşmaların birçoğunu Türkçe altyazılı olarak izlemek de mümkün. Kıdemli bir eğitimci olan Profesör Ken Robinson’un son derece esprili konuşmalarını izlemek isterseniz yapmanız gereken tek şey ted.com adresini ziyaret etmek.

3.6.13

Çocukları özgür bırakırsak ne olur?

Hawai’nin Maui adasında 12 yaşında bir çocuk Dusty Payne (Dasti Peyn) sörf yapmayı çok seviyordu. Yakın arkadaşlarıyla birlikte sörf tahtasının üstünden hiç inmiyordu. Yaşı biraz ilerlediğinde babası, Dusty’ye ne meslek seçeceğini sordu. Dusty “Profesyonel bir sörfçü olacağım” diye cevap verdi. Babası “Sörf bir meslek değil” deyince, “Hayır baba, bu profesyonel bir meslek ve ben profesyonel bir sörfçü olacağım.” diye kararlı bir cevap verdi. Babası çok gönüllü olmasa da Dusty’nin bu tercihine saygı gösterdi. Dusty ve arkadaşları, kendilerini sörf üstünde geliştirebilmek için ellerinden geleni yaptılar. Bu tür sporlarda defalarca düşersiniz ve her şeye baştan başlarsınız. Belirli bir harekette ustalaşmak için başarısızlık ve hatayla dost olmayı gerektirir. Dusty ve arkadaşları bir taraftan idman yapıyor, bir taraftan da dünya şampiyonlarının videolarını kare kare inceleyip analiz ediyorlardı. Bununla kalmıyor, kendi performanslarını da videoya çekiyor, sörf tahtasının üstündeyken hangi hareketlerin işe yaradığını hangilerinin yaramadığını keşfediyorlardı. Saatler, günler ve yıllar alan çalışmaya bambaşka bir yaklaşım getirmek için farklı spor dallarındaki sporcuları da incelediler. Rüzgar sörfçülerinden, kaykaycılardan, dağ bisikletçilerinden ve moto-crossçulardan neler öğrenebileceklerine baktılar. Moto-crossçuların “Süpermen hareketi” dedikleri, tamamen havadayken sürücünün sadece motorun gidonlarını tuttuğu bir hareketi, sörf tahtasına uyarladılar. Böylece sörf sporuna “hava sörfü” diye bir teknik kattılar. Dusty ve arkadaşları daha iyi sörf yapmak için ölürken, aileleri de endişeden ölüyorlardı. Bir tarafta ya bütün bu çabalar hiçbir yere varmazsa endişesi diğer tarafta da denizde bir kaza olur çocuklarını kaybederlerse endişesi… Sörf bireysel bir spor olduğu için bu çocuklardan bir tanesi şampiyon olacaktı. Bu çocuklar yardımlaşmalarına rağmen bir taraftan da rekabet ediyordu. Sonunda en önce Dusty ardından da her bir arkadaşı dünya sörf şampiyonu oldular. Dusty Payne kendisine ne iş yapıyorsun diye soranlara “emlakçı”yım diyor; “çünkü yer satıyor, ama sattığı yer Hawai adasından arsa değil, sörf tahtasının üstünden santimetrekareler… Dusty ve arkadaşları aldıkları sponsorluklarla milyoner olmuş durumda. Bu ilginç hikayeyi video görüntüler eşliğinde Amerikan Eğitimciler Derneği’nin 2013 Mayıs’ındaki Dallas’taki toplantısında ikinci günün baş konuşmacısı John Seely Brown anlattı. Xerox firmasının uzun yıllar araştırma-geliştirme merkezinin beyni olmuş olan John Seely Brown yukarıdaki gençlerin öyküsünü şu şekilde analiz etti. Bu çocuklar sürekli olarak sorguluyordu; ama bu sorgulama sadece zihinsel değil, eylem dolu bir sorgulamaydı. Brown buna eylem olarak merak diye niteliyor. Bu çocuklar sürekli olarak birbirleriyle derin bir bağlantı içindeydi. Birbirlerini kalben dinliyor ve yaptıklarına birlikte tam bir katılım gösteriyorlardı. Kendi performanslarını arkadaşlarından aldıkları geribildirimle geliştiriyordu. Üstün performans “pohpohlamayla değil,” acıtan eleştirileri dikkatle dinleyip onları geliştirerek elde edilir. Dolayısıyla bu grubun özelliği hem olanı iyisiyle kötüsüyle eleştirmeleri, hem de gelen eleştirileri düşmanlık olarak değil, iyileştirme önerisi olarak algılamalarıydı. Dördüncü önemli özellikleri ise sörfü bir deneme yanılma tahtası olarak müthiş zevk aldıkları bir oyuna dönüştürmüşlerdi.

John Seely Brown, “Mentorluk-Birebir öğretmenlik”,“Tersine mentorluk”, “Akran mentorluğu” ve klasik “Usta mentorluğu” kavramlarının 21.yüzyılda devrede olduğunu ve performansı değiştirdiğinin altını çizdi. Gençler, kendinden yaşlılara bilgisayar ve internet gibi konularda mentorluk yapıyor. Yukarıdaki hikayede sörfçü gençler, kendi akranlarına mentorluk yapıyor ve elbette daha tecrübeliler daha acemi olanlara da klasik mentorluk yapıyorlar. Tabi burada dikkati çeken, özellikle yeni ortaya çıkan alanlarda “yeni bin yıl çocukları” denilen 2000 sonrası doğan çocukların biz yetişkinlere mentorluk yapacak bir noktaya gelmesi. Konuşmasında sıra dışı bir soru sordu: Google’ın kurucuları Larry Page and Sergey Brin, Amazon’un kurucusu Jeff Bezos, Wikipedia’nın kurucusu Jimmy Wales, Microsoft’un kurucusu Bill Gates ve ünlü aşçılık öğretmeni Julia Child’ın ortak noktası nedir? Bu insanların hepsi kutunun dışında düşünen, sıra dışı ve yenilikçi insanlardı. Ama bunları diğer insanlardan ayıran başlıca bir ortak özellikleri vardı. Bu ne olabilirdi. Okumaya devam etmeden cevabı biraz daha düşünün. Bu insanların hepsi Montesori okullarına gitmişlerdi. Çocukların özgür seçim yaptıkları, özgür faaliyetlere, keşfetmeye dayalı, yaratıcılığın serbest bırakıldığı okullara gitmişlerdi.

Ne yapalım peki? Eski bildiklerimizin yanlış olabileceğini hesaba katarak ne yapmamız gerektiğini düşünelim.

26.5.13

Eski Düşünceler, Yeni Teknolojiler: Fatih Projesi

Zaman Gazetesi’nin saygıdeğer ve esprili yazarı Ahmet Turan Alkan, 8 ve 11 Mayıs tarihleri yazılarında üniversite öncesi okullarda öğrencilere tablet bilgisayar verilen Fatih projesi hakkındaki fikirlerini belirtmiş. 11 Mayıs’taki yazısında bir öğretmenin sözleriyle projenin uygulamasında karşılaşılan zorlukları özetlemiş: “Önce yarıyıl tatilinde kursa alındık, ardından açılış töreni yapıldı; öğretmen ve öğrencilere tablet dağıtıldı, ağ bağlantılı interaktif (akıllı) tahtalar konuldu. İnteraktif tahtalar çok kullanışlı ve faydalı ama tabletler için aynı şeyi söylemek imkânsız. Tek olumlu tarafı ders kitaplarının tablete aktarılmasıyla kâğıt ve orman ürünlerinden tasarruf etmek. Öğrenciler ders dinlemek yerine oyun oynamak veya nette gezinmeyi tercih ediyorlar. Okula kitap, defter, kalem getirmeyi artık lüzumsuz bulanlar çoğalıyor. Tabletle uğraşmak derse yoğunlaşmayı engelliyor. Bütün çocukların hasretle beklediği teneffüs saatlerinde bile bahçeye inip şakalaşan, konuşan, oynayan çocuklar artık dinlenme saatlerinde bile ellerinde tablet, face’te geziyor oyun oynuyorlar. Kimse sınıftan çıkmıyor. Anti-sosyalleştiler.”

İzniniz olursa bu konuda hem Milli Eğitim Bakanlığı yetkililerine hem de konuyla ilgilenenlere kendi görüşlerimi sunmak istiyorum. Akıllı telefonlar ve tabletler, bir insana bakarak kullanılmaz, bunlar kişisel etkileşimli cihazlardır ve cihaz ile kullanıcının doğrusal etkileşiminin arasına bir başka insanın girmesi üzerine tasarlanmamışlardır. Akıllı telefonu olanlar ya da tablet kullananlar bunu gayet iyi bilirler. Diğer bir deyişle eğer öğrenmeyi tablet üstünden yapacaksak, çerçeveyi çizeyim; birçok okuru şok edecek gerçeği söyleyeyim; tablet varsa çocukların okula gitmesine gerek yoktur. Çocuk oyun formunda hazırlanmış, bir mücadele ve merak içinde bırakacak içerikle istediği yerde öğrenebilir. Tabletle öğrencinin arasına ne öğretmen, ne anne-baba ne de başka biri, sürecin tabiatı itibariyle giremez. Girecekse bir video görüntüsü olarak ekranın içinden girer.

Çağımızın eğitimle ilgili temel sorunu, tüm dünyada geleneksel eğitimin çocukları pasif alıcı konumunda tutması sonucu, çocukların sıkıntıdan bayılmasıdır. Öğretmenler için çocukları derse bağlayacak interaktif ders içeriği hazırlamak büyük gayret ister; maalesef birçok öğretmenin böyle bir enerjisi ve yaratıcılığı da çeşitli nedenlerden devreye girememektedir.

Vaktiyle “eğitimde devrim yapalım, çocuklara sırt çantalarında kitap vermek yerine tablet verelim” derken, interaktif öğrenme içeriklerinden önce kitapların içine konacağı Kindle tarzı aletleri düşünmüş ve önermiştim. Proje ışık hızıyla ilerlediği için ilk adım atlanarak interaktif teknolojilere geçildi. Bugün mevcut eğitim sistemine entegre olabilecek tablet içerik programları, bir kitabı okumak, altını çizmek ve test olmak gibi öğrenciye hala sınıfta öğretmenle bütünleşik tutacak düzeyde sınırlı bir yazılım altyapısı bildiğim kadarıyla Elma Bilgisayar isimli bir kuruluş tarafından gayet güzel hazırlandı; ama Milli Eğitim Bakanlığı geçiş için böyle bir altyapı kullanmak yerine farkında olmadan sınıfta öğretmeni lüzumsuzlaştıracak bir sistemi kullanıyor. Peki ne yapmak gerek? Öğrenci evde ya da okulda interaktif içerikle öğretmenle değil, kendi başına çalışacak. Sınıfa geldiğinde öğretmenle herkesin aynı noktaya baktığı bir teknolojiyle etkileşime girecek.

Geleneksel sistemini at arabasına benzetirsek, tabletli eğitim uçaktır. At arabasına biner gibi uçak kullanılmaz; uçağın sistemi ve bağlamı, varsayımları farklıdır. Unutmayalım projeye ismini veren Fatih İstanbul’u eski düşüncelerle değil, gemileri karadan yürüterek, çağın en ileri teknolojisi topları kullanarak aldı.

19.5.13

Amerika’da oku(t)mak

Bir aile dostumuzla sohbet ederken oğlum Sanat’ı lise ve üniversite öğrenimi için ABD ya da Kanada’ya göndermek istediğimizi söyleyince “Sakın yapmayın; çocuğunuzu kaybedersiniz.” dedi. Görüşlerine kıymet verdiğim bu dostumuz sözlerine şöyle devam etti: “Annesi-babası çok iyi eğitimli, görgülü ve varlıklı bir aile sizin gibi iyi niyetle oğullarını Amerika’ya gönderdiler. Türkiye’de okul hayatında çok başarılı olan çocuk ABD’de başıboş kalınca gittiği okullarda alkol ve uyuşturucuya bulaşmakla kalmadı, üstelik okulu da bitiremedi.” Eşi İngiliz olan bir Türk Hanım da çocuklarını İngiltere’deki liselerin bozuk ortamından korumak üzere çocuklarını Türkiye’ye getirmiş. Bu insanları dinleyecek olursanız dünyadaki en iyi orta öğrenimin Türkiye’de olduğunu düşünmeye başlarsınız.

Ben elbette çok daha farklı düşünüyorum. Bugün uluslararası lisan haline gelmiş olan İngilizce’yi elbette Türkiye’de de öğrenebiliriz; ama en iyisi yerinde öğreniliyor. Amerika okuduğunuzda kavramları İngilizce öğreniyorsunuz. Örneğin, şirket genel merkezinin İngilizce karşılığı Head Quarters’dır. Siz bu terimi bilmiyorsanız “genel merkez” ifadesini Türkçeden çevirir “general center” dersiniz ve kimse bir şey anlamaz. Bu anlamda her yabancı dilin en iyi o dilin kültürüyle birlikte yerinde öğrenildiğine kanaat getirdim. Oğlum Sanat, iki yazı ABD’de geçirdi; 12 yaşındaki çocuk kendini İngilizce ifade etmekle kalmıyor; altyazısız bir şekilde İngilizce film izleyebiliyor. Türkiye’de 8 hatta 10 yıl çocuklara İngilizce ders veriyoruz; yerinde yapılan 3-4 aylık eğitim kadar başarılı olamıyor. Yurt dışında yapılan eğitimlerin belki de önemli avantajı, çocukların farklı bir kültür içinde özgüven kazanmasıdır.

İmkanı olan aileler çocuklarını yurt dışına göndermek isteseler, bu seferde başta söylediğim endişeler var; çocuk başıboş kalınca ne olacak; ahlakı bozulacak mı? Çünkü çocuğunu yurt dışına çıkaracak imkanı olan anne-babaların birçoğunun başında duracak zamanı yok. Selam isimli filmle, Türk halkı yurt dışındaki Türk okullarını tanıdıysa da daha önce değindiğim gibi yurt dışında değerlerin ve akademik çalışmaların ön planda tutulduğu Türk Üniversiteleri de var. Örneğin, bu hafta Houston, Texas’taki North American College (www.northamerican.edu) isimli dört yıllık lisans eğitimi veren üniversitemizi ziyaret ettim. Okulun birinci sınıf bir İngilizce hazırlık sınıfının yanı sıra neredeyse tamamı doktora derecesini Amerika’da almış hocalardan kurulu bir akademik ekibi var. Türk öğrencilerin de okuduğu üniversite, okul dönemi Birleşmiş Milletler toplantı salonunu andırıyor. Dünyanın her yöresinden öğrenciler birlikte öğrenim görüyorlar. Amerika’daki eğitim kurumlarından gerekli tüm akreditasyonlarını almış üniversite, değerlerin ve disiplinli bir çalışma anlayışının öne çıkarıldığı bir eğitimle birlikte spor, sanat ve kültürel faaliyetlere de önem veriyor. Sunulan bütün imkanların maliyetiyse bir öğrencinin Türkiye’de özel bir üniversitede yapacağı masraflar seviyesinde kalmış. Yani bir öğrenci Türkiye’de okuyacağı maliyete, uçak, konaklama ve okul masrafı dahil ABD’de okuyabiliyor. Aldığı diplomayla da GMAT ya da GRE sınavlarından istenen puanları aldığı gibi ABD’de master yapabilir ve hatta 2 yıl süreyle de iş bulursa çalışabilir.

Çocuklarımızı yurt dışında okutmaktan daha iyisi, özellikle lisans döneminde çocuğun küresel bir perspektif kazanabilmesi için dört ayrı ülkede ve şehirde okumasıdır. Düşünün ki, çocuğunuz bir yıl Houston’da, bir yıl İstanbul’da, bir yıl Tiran’da ve bir yıl da Kamboçya’da okusa nasıl bir özgüvene ve uluslararası perspektife sahip olur? Yurt dışındaki Türk üniversitelerinin yaptığı işbirliği programları çocuklarımızın küresel liderlere dönüşmesi için bu açıdan da fırsatlar sunuyor.

12.5.13

Çılgın Bir Yer ve Çılgın İnsanlar…

Anlatacağım öykü, Safranbolu’nun hemen batısında yer alan bir ilçeden, Yenice’den. Gerede’den rampa aşağı indiğinizde Safrabolu’ya gitmek için sağa değil, sola dönerseniz Yenice’ye varıyorsunuz. Fatih Sultan Mehmet, “Buraları ne zaman aldık?” diye sorunca, “Hünkarım, yenice aldık, deyince bölgenin ismi “Yenice” olmuş. Yıllar boyu tanıtımı da yapılmadığı için bölge, adı gibi yepyeni ve tap taze kalmış. Ancak bölgenin tek özelliği bu değil. Dünya Doğal Hayatı Koruma Vakfı tarafından Avrupa’da biyolojik çeşitlilik bakımından korunması gereken 100 sıcak nokta belirlenmiş, 9 tanesi Türkiye sınırları içinde. Biri de Yenice Ormanları. Yenice, doğal yapısı itibariyle orman yürüşüyü, kanyoning, çadırlı kamp, dağ bisikleti, kaya tırmanışı ve rafting gibi her türlü doğa sporu için uygun ve çılgın güzel manzaralar sunuyor. Fotoğraflara Kaymakamlık web sitesinden bakabilirsiniz.

Şimdi gelelim hikayeye. Bundan 2 yıl önce 76 yaşında olan Ünal Tolun bir gazete haberinde dönemin Yenice Kaymakamı Mehmet Fatih Çiçekli’nin Yenice’nin yürüyüş ve bisiklet rotalarına hakkında bir kitap hazırlattığına ilişkin bir haber okudu. Eski Türkiye Bisiklet Federasyonu Başkanı olan Ünal Tolun bu habere sevinerek tebrik etmek için Kaymakam beyi aradı. Kaymakam da kendisini Yenice’ye davet etti. Güzel bir buluşmadan sonra Yenice’nin bağlı olduğu dönemin Karabük Valisi Nurullah Çakır da Ünal Tolun’u Kaymakam Bey ile birlikte makamına davet etti. Hoş bir hasbihalin ardından vedalaşırken Vali Bey, neredeyse talimata yaklaşan bir öneri getirdi. “Kaymakam Bey, Ünal Bey’e Yenice’nin bir köyünden otel olarak işletmesi için bir ev tahsis edelim.” Valiliğin kontrolünde ne böyle bir ev var, ne de böyle bir yetki; ama iyi bir niyet var. Kaymakam Bey, Ünal Bey’i mimari özelliği olan ahşap Yenice evlerinden birini kiralayıp butik otel olarak işletmesi için yardımcı oluyor. Vali Bey’in amacı, Safranbolu’da onlarca muhteşem konak otel olarak turizme hizmet verirken, Yenice’de bir tane dahi özelliği olan bir otel bulunmadığı için Yenice’ye turistik bir otel kazandırmak. Çünkü kalacak yer olmadan turizm olmaz. Almanya’dan mimarlık derecesi olan Ünal Bey, bisiklet sevdasının yanı sıra daha önceden hem mimarlık hem de Antalya’da bir süre turizm tecrübesi olduğu için bu iş için uygun bir aday.

Ancak bu hikayede sıra dışı olan birkaç yön bulunuyor. 76 yaşında bir insanın 15 yıllığına otel kiralaması ve o yaşında girişimci olması, bence olağanüstü. Ünal Bey’den iki şey öğreniyorum. Birincisi hayali ve amacı olan insanlar tutkuyla yaşarlar. Bunu düşünürken 85 yaşında yatırımlarına devam eden ve hayallerinden vazgeçmeyen İshak Alaton’da geliyor aklıma. Bu arada maşallah diyeyim, Ünal Tolun’un 76 yaşındaki zindeliği yıllardan beri bisiklete binmeye bırakmamış olmasından geliyor. Albergo isimli otelin işletme müdürlüğünü de başka bir eski Bisiklet Şampiyonu Cengiz Özdoğan yapıyor. O da ilerleyen yaşına rağmen son derece zinde.

Dönemin kaymakamı hem Mehmet Fatih Çiçekli’yi hem de Nurullah Çakır’ı ayrıca tebrik etmek gerekiyor. Bir gazete haberi okuyup tebrik için arayan bir insanı, yurdundan koparıp 76 yaşından sonra Yeniceli bir turizmci yaptıkları için. Kahramanmaraşlı Bilge rahmetli Çelebi Efendi; “memlekete çılgınlar lazım” diyor; çünkü memleketteki tüm yenilikler çılgın insanlardan kaynaklanıyor. Bugün akıllı bürokratların ve siyasetçilerin işi, memleketin her köşesinde “çılgın girişimcileri” önemli projelerin başına getirmek. Yenice Belediye Başkanı Zeki Çay’ın projeye başından itibaren ve şimdiki kaymakamı Tarkan Keskin’in de kaymakam oluşundan beri Yenice’nin doğa turizmi projesine sahip çıkması, projenin sürekliliğini sağlıyor. Çünkü projelerin başarılı olması çalışmaların sürekliliğine bağlı. Son cümle: Bir gazete yazısı, siz harekete geçerseniz hayatınızı ve başkalarının hayatını değiştirebilir. Onun için okuduklarınızın üstüne harekete geçin.

10.5.13

Öğretim Tekniğinde Devrim Yapın

Okullarda ve üniversitelerin birçoğunda kullanılan sınav tekniklerini yeniden düşünmemiz gerek. Öğrencileri bir kitabın ya da ders notlarının tamamından sorumlu tutup sınav günü ne sorulacağını bilmeden, beyhude bir çabayla tüm kitabı ve ders notlarını öğrenmeleri için çalıştırıyoruz. Şanslılarsa, çok çalışkanlarsa veya ezberleri iyiyse sınavdan geçer ya da yüksek not alıyorlar. Şansı, çalışkanlığı ya da ezber yeteneği olmayanlarsa başarısız oluyorlar. Bu arada öğretmen ya da üniversite hocasının da yüzlerce sınav kağıdını okuyup elinde kırmızı kalem not vermek için çırpınması gerekiyor. Bütünlemeye kalanlar için yeniden sınav yapıp tekrar sınav kağıdı okumak zorunda kalıyorlar. Bu arada sınav kağıdı okumak kim ne derse desin “sübjektif” bir değerlendirme yöntemidir. Bu öğretme ve sınav mantığı geçen yüzyılın kalite anlayışına benziyor; önce üret, sonra kontrol et. Televizyon üreticileri önce radyoyu yapar, fabrikadan çıkmadan önce hattan gelen radyo fişe takılır, eğer çalışmazsa tamire gönderilir veya hurdaya çıkarılır. İşte bizim 21.yüzyıldaki eğitim ve ölçme değerlendirme mantığımızda birçok alanda aynı. Japonlar 1950’den sonra üretimde kalite kontrol mantığını terk edip kaliteyi üretmeyi seçtiler. Tedarik zincirinin kalitesinden başlayan bir süreçle üretimin her aşamasını kaliteli hale getirdiler. Öyle oldu ki, kalite kontrole gerek dahi kalmadı. Yine de emin olmak için hala bir son kontrol yapılır fabrikalarda ama bu son kontrol eskisi kadar önemli değildir; çünkü kalite oraya gelmeden çok önce inşa edilmiştir.

Geleneksel olarak ders veren bir öğretmenin amacı dersini vermek, sonrada öğrencinin ne kadar öğrendiğini kontrol etmektir. Öğretmen ve öğretim üyeleri, bu konuda devrimci bir adım atıp amaçlarını ve öğretim tekniklerini yeniden tanımlarlarsa alacakları sonuçlara çok şaşıracaktır. Şöyle ki, öğretmenin amacı, tüm sınıfın kritik her şeyi öğrenip sınavda mümkünse herkesin geçip yüksek not alması olursa, öğretmen ders süreçlerini yeniden tasarlamak zorunda kalacaktır. İzninizle kendimden örnek vereceğim: Ders yılının başında öğrencilerime “bu dersten ya 100 alırsınız, ya 89 alırsınız ya da kalırsınız.”derim. Yalova Üniversitesi’nde bu kuralı ilk kez ilan ederken dersin hiç bitmeyen sorumluluk ve ödevlerini ilan edip bunları yapmayacak olurlarsa 32 defa “kalırsınız” demişim. Öğrenciler “Yandık” demişlerdi. Kendilerinden 12 kitap okumalarını, bir grup sunumu yapmalarını, her dersten sonra dersin facebook sayfasında her ders oturumuyla ilgili bir yazı yazmalarını, iki arkadaşlarının yazısına yorum yapmalarını ve bir girişimciyle söyleşi yapıp videoya çekmelerini ve montajlı bir şekilde sunmalarını istemiştim. 14 buluşmada mazeretli dahi olsa 3 kez gelmeyen kalacaktı. Ayrıca bir final sınavı yapılacak, 4 soru sorulacak ve 4 soru tam olarak cevaplanacaktı. Bunlardan birini dahi yapmazlarsa kalacaklardı. Sonuç; tüm öğrenciler bunları yaptı; tamamını yapanlar 89; tüm görevleri zamanında yapıp sınıfta aktif katılım gösterenler 100 aldı. Kalansa olmadı. Aynı yöntemi lisans derslerinde de kullanıyorum; sonuç çok başarılı.

Öğrenci performansını artırmada görev, önemli ölçüde öğretmene ve öğretim üyesine düşüyor. Siz derse iyi hazırlanıp giderseniz, öğrenciden de aynı performansı talep etme hakkınız doğuyor. Sınavlara gelince lise ve üniversite öğrencilerini bir ders kitabından ya da ders notlarının tamamından sorumlu tutmak yerine, klasik bir sınavda soruları sınav öncesi verip örneğin 30 soru 30 cevap verip sınavda bunlardan 30 tanesini soracağım ve 30’unu da doğru yanıtlamazsanız kalırsınız dediğinizde öğrencilerin nasıl bir odaklanmayla çalıştığına hayret ederseniz. Elbette bu yöntemlerde 49’la kalma gibi bir şey olmuyor. Derse tam devam gösteren, ödevleri ve final sorularını tam yapan öğrenci 89’u basıp geçiyor. Yıldız olanlar da 100’ü kapıyor. Öğretmen ve öğretim üyelerinin böyle bir değişim yapmaları öğrenci performansını radikal ölçüde artırırken bütünleme kağıdı okuma zahmetini de ortadan kaldırıyor.

28.4.13

Saraybosna’da Sıra Dışı Bir Üniversite

Yurt dışında Selam filminde işlenen Türk okullarını yanı sıra Türk üniversiteleri de var. Bunlardan biri de Saraybosna’daki International Burch University. Geçtiğimiz günlerde bir konferans vermek için bu üniversitemizde bulunduğumda hem çok çalışkan hem de sıra dışı yaklaşımları olan bir ekip gördüm. 22 farklı ülkeden öğrencinin bulunduğu okulda öğrencilerin çoğunluğunu Boşnaklar oluşturuyor. İngilizce eğitim verilen üniversitede Türk öğrencilerin oranı %42.

Üniversite, Bosna Hersek’te kendini tanıtmak ve en iyi öğrencileri çekmek için akıl katılmış projeler yapıyor. Kurdukları Bilim Merkezi (Science Center)’daki fen deneyleri tasarımlarının deneyimlemek için ülkenin dört bir tarafından gruplar halinde öğrenciler geliyor. Bilim Merkezi’ndeki deney setlerine de hayran oldum. Avrupa ve Amerika’da çok sayıda Bilim Merkezi görmeme rağmen buradakilerin hayranlığımı kazanmasının sebebi, dünya standartlarında tasarlanmış bu deney setlerinin Renko isimli bir Türk şirketi tarafından tasarlanmış ve üretilmiş olmasıydı. Bu konuda da artık söz sahibi olduğumuzu öğrenmenin gururunu yaşadım.

Balkan ülkelerinde sıradan sayılabilecek bir etkinlik lise öğrencilerine dönük düzenlenen bilim olimpiyatlarıdır. Bu olimpiyatlarda orta öğretim öğrencileri fen ve matematik konularındaki bilgi ve yeteneklerini konuştururlar. International Burch University burada da Bosna-Hersek’de bir ilk yapıyor ve çocukları bir takım sorularla yarıştırmak yerine düzenledikleri Proje Olimpiyatı ile proje yapmaya yöneltiyor.

Çağımız inovasyon ve buluşçuluk çağı olduğu için kurdukları Innovation Center (Buluş Tasarım Merkezi) üniversitenin desteğiyle bütün öğrencilerin “buluş”ma merkezi olmuş.

Özel üniversitelerin birçoğu çok yatırım gerektiriyor diye Genetik ve Genetik Mühendisliği bölümlerini açmaktan kaçınır. Özellikle sosyal bilimler alanında bölüm açmak kolaydır. Hocayı bulduğunuz anda bölümü açmış olursunuz. International Burch University, açmış olduğu lisans, master ve doktora düzeyinde eğitim veren Genetic and Bioengineering bölümleri ile Bosna Hersek’in geleceğine de yatırım yapıyor.

Üniversitelere Avrupa Birliği’nde Bolonya Kriterleriyle üniversitelere yeni standartlar geldi. Bir üniversite kütüphanesinin “kütüphane” sayılabilmesi için, kütüphanede en az 20 bin kitap bulunması gerekiyor. International Burch Üniversitesi tamamına yakını sıra dışı bir bağış kampanyasıyla (Boston Bölgesi’nde Türk öğrencilerin Amerika öğrencilere kitaplarını bağışlaması konusunda bir kampanya yapmışlar…) 20 bin İngilizce, 10 bin kadar da Türkçe kitabı kütüphanesine kazandırmış. Bosna Hersek’de İngilizce eğitim veren bir üniversitede bu kadar çok Türkçe kitabın olması şaşırtıcı gelebilir. Ancak üniversitenin bir başka ilki de, ilk kez yurt dışında YÖK denkliği olan bir Türkçe Öğretmenliği bölümüne sahip olması. Yurt dışındaki Türk okullarında Türkçe derslerini Türkler veriyor; ama Türkçenin dünyada yaygınlaşması dilimizi başka milletlerden insanların da öğretmesi. Onun için bu çaba kesinlikle alkışlanması gereken bir girişim. Dünyada İngilizce İngiliz öğretmenler tarafından değil, daha çok başka milletlerden öğretmenlerin ders vermesiyle yaygınlaşmaktadır.

International Burch Üniversitesi bilimsel yayın sayısıyla da hızlıca Bosna-Hersek’in ilk üç üniversitesinin yanına girmiş. Yurt dışındaki okul ve üniversitelerimiz gezdiğim zaman en çok imrendiğim bu okullardaki ekip ruhu. Çünkü bu ekip ruhu olmadan başarı olmuyor.

27.4.13

Bu Notlar Özel

Emek Sineması’nın yıkılması, restorasyonu ile neredeyse savaş çıktı. Bana sorarsanız, “adamın mülkü” ne isterse onu yapar. İster yıkar, ister restore eder. Türk kültür tarihinin parçası diyorsanız, İKSV gibi bir vakıf bastırır parayı, alır ve olduğu gibi muhafaza eder. O yürüyüş yapanlardan birine miras kalmış olsaydı bina, kendisine "burayı alışveriş merkezi yapıyoruz, sana da 20 milyon dolar veriyoruz" deselerdi, herhalde o kişi yürüyüşü bırakır “Gangnam Style” dansına başlardı.

Fazıl Say, twitter’da yazdıklarından ötürü hüküm almış. Bir klasik müzik bestekarı ve icracısının konuşması nasıl olmalıdır? Dünyanın her yerinde böyle üst sanat dallarıyla uğraşanlar, dünyanın en zarif ve en beyefendi insanları olmuşlardır. Argo ya da hakaret içeren sözlerse dillerinin ucundan bile geçmez. Klasik müziğin kendisine terstir bu. Fazıl Say fikirleri nasıl olursa olsun, o üslubu ve konuşma içeriğini kendisine ve sanatına nasıl yakıştırmış inanamıyorum. Bir de büyük müzik insanları, karşı oldukları fikirleri sanatlarıyla ifade eder diye biliyorum, twitter kahve yazışmalarıyla değil. Bir arabesk sanatçısı böyle küfürlü konuşsa belki anlarız. Tam aksine rahmetli Müslüm Gürses’i düşünüyorum da nasıl beyefendi nasıl kibar bir insandı… Orhan Gencebay keza öyle…

Başkanlık… Başkanlık konusunda Fatih Sultan Mehmet ne düşünüyorsa ben de onu düşünüyorum. Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı Padişahlarının arasında bir akıl yarışması yapılsa, herhalde birincilik için babası ve Yavuz Sultan Selim ile omuz omuza rekabet ederdi diye düşünüyorum. Fatih Sultan Mehmet’in istikrar uğruna "kardeş katlini" bile meşru ilan ettiğini düşünürseniz, Türkiye’nin istikrarı için tartışmasız olarak "Başkanlık" sisteminden yana olduğunu anlayabilirsiniz. Başkanlık sistemine karşı çıkanlara hayret ediyorum. Karşı çıkanlar sanki 1990’larda Türkiye’nin koalisyon hükümetlerinden neler çektiğini yaşamadılar… Başbakan Erdoğan’ın Başkan olmasını istemeyenlerin, Başkanlığın bir sistem olduğunu ve bu koltuğa oturanların geçici olduğunu hatırlamalarını isterim. Başbakan Erdoğan da eğer kendi başkanlığı için daha geniş bir toplumsal destek istiyorsa istişareye dayalı bir yönetim yaklaşımına geçecek diye ümit ediyorum.

23 Nisan bayramını çocuklar, biliyorsunuz, artık 24 Nisan’da kutluyorlar. Yetişkinleri memnun etmek için o kadar çok tören var ki, 23 Nisan’da çocuklar “törenler bitse de kurtulsak” diyor. Çocuklar çok şey istemiyor; bana sorarsanız başbakan koltuğu, vali koltuğu filan hiç umurlarında değil; tek önemsedikleri şey oyun. O da törensiz tatil olan 24 Nisan’da. 23 Nisan’da haberler göre yine parti başkanlarımız selamlaşmamış ve el sıkışmamış. Siyasetçiler neden bir araya geldiklerinde meydan nutuklarının psikolojisini (nefret duygularını) bir kenara bırakıp birbirlerine hatır sormuyorlar? Çocuklara böyle mi örnek oluyoruz? Koca koca siyaset insanlarının küsmüş gibi davranmaları uygun mu? Herhalde uygun ki, öyle davranıyorlar. 23 Nisan gösterileri için yabancı ülkelerden gelen çocuklara hayranım. 10-12 yaşında başka bir ülkeyi ziyaret ediyorsun, tanımadığın insanların evinde kalıyor ve sonra ekip arkadaşlarınla hiç bilmediğin bir sahnede gösteri yapıyorsun. Nasıl bir özgüven bu? Türkiye’de çocuklarını servis olmadan okula göndermeyen anne-babalara duyurulur.

Başka notlar var mı? Olmaz olur mu? iPhone’un not defteri sınırsız, ama köşenin alanı sınırlı. Keyfiniz bol, muhabbetiniz çok olsun.

14.4.13

Kalıcı Olmanın Formülü var mı?

Star Wars Clone Wars isimli animasyon dizisinin devamı hazırlanmayacak. Dünyanın en olağanüstü, en çok hayran kitlesine sahip animasyon dizisinin devamının hazırlanmayacak olması sevenlerini deyim yerindeyse yasa boğdu. Star Wars’un 6 filmlik serisi yaşam ve yönetim dersleriyle dolu. Görmediyseniz, bu filmin basit bir bilimkurgu filmi ya da aksiyon filmi olmadığının farkında olarak izlemenizi ve öyküyü tartışmanızı tavsiye ederim. 6 sinema filminin ardından Klon Savaşları isimli 5 sezonluk animasyon serisi çekildi. Diziler tabiatları gereği, kısa sürede çekildiklerinden fabrikasyondur; şişirmedir; kalitesizdir; sayısız senaryo, mantık, oyunculuk ve yapım hatalarıyla doludur; ama Klon Savaşları animasyon serisinin her biri, bir büyük film hazırlama çabasıyla hazırlanmış muhteşem yapımlar. Bundan daha önemlisi hemen her bölüm üstüne saatlerce değerlendirme yapabileceğiniz liderlik, kişisel gelişim, strateji, problem çözme dersleriyle dolu. Kişisel gelişim kitabı okumak yerine Klon Savaşları’nın bir bölümünü izleyebilirsiniz. 5 sezonluk dizinin içinde diğer televizyonlardaki bıktıran aşk hikayelerinden neredeyse hiç olmaması, karşı cinse duyulan aşkın görevlerin gerisinde kalması ise dizinin başka bir şaşırtıcı özelliği.

Peki hayranları için alternatif bir evren yaratan, dünyanın dört bir köşesinde yüz milyonlarca izleyiciyi aynı bölümleri tekrar tekrar izleten para makinesi bu dizinin neden devamı çekilmiyor? Film ve animasyonların düşleyeni ve tasarımcısı George Lucas, film ve dizinin tüm haklarını Disney şirketine sattığı için ve Disney’in sadece film çekmeye karar verip kendine göre nedenlerle animasyon serisine devam etmeyeceği için. Animasyon dizisinin en büyük hayranı olan oğlum Sanat, hayal kırıklığı içinde bir sesle soruyor? “Neden devamını yapmıyorlar?” Kendisini şaşırtan bir cevap veriyorum: Her şeyin bir dönemi var. 1990’ların en önemli sivil toplum örgütlerinden biri KalDer (Kalite Derneği)’di; bir diğeri de MESAM (Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği) idi. Bugün değişen gündemle birlikte bu örgütlerin önemi görece azalmıştır. 1990’ların sonlarına doğru Mirc ve ICQ isimli internet iletişim sistemleri vardı; insanlar sabahlara kadar Mirc ve ICQ’dan yazışırlardı; bugün hatırlayanı bile yok. Türkiye’de bugüne kadar yapılmış en başarılı dizi bence Süper Baba’ydı. Aile birliği, dayanışma, duru bir aşk öyküsü üzerine kurulu bu sıcak dizi de bir gün geldi bitti. Türkiye’de internete bağlanan ilk 100 kişiden biriyim; internetle birlikte büyüdüm. Bu konuda Türkiye’nin en önde gelen uzmanı olmam gerekir; alakası yok. Şimdiki gençlerden danışmanlık almasam internette hiçbir şey yapamam. Her şey değişiyor; varlığını sürdürebilenler ise sadece değişimle birlikte değişebilenler… İstanbul Amerikan Konsolosluğu’nu geçenlerde ziyaret ettiğimde yetkililer, konsolosluğun etkinliklerinin çok değiştiğini belirttiler. Eskiden kütüphane hizmetleri veren ve konferansları düzenleyen konsolosluk, artık hiçbir örgütsel yapısı olmayan internetçi gençlerle oteller yerine tren istasyonlarında inanılmaz başarılı etkinlikler düzenliyor. Uçak ve otobüs yolcu taşıma şirketleri artık bilet kesmiyor; cep telefonunuza biniş kartı gönderiyor. Ders kitapları yerine tabletler dağıtılıyor. Kitaplar yerine okuma cihazları var. McDonald’slar hamburger yerine kahve satıyor. Okullarda tek tip formalar yerine serbest kıyafetler giyiliyor. iPad ile birlikte geleneksel PC de devrini tamamladı.

Peki Star Wars Klon Savaşları bütün bu değişime artan bir kaliteyle ayak uydurmasına rağmen neden kaldırılıyor? Çünkü yaşlılık ve ölüm diye bir şey var; değişimle değişmek yetmiyor. Filmin yapımcısı Geogre Lucas 70 yaşında ve belki yorulduğu için sattı şirketi. Papa Benedict “yaşlandım” dedi, Papalığı bıraktı. Steve Jobs, ölüm, eskiyenleri ortadan kaldırırken yenilerine yer açar diyerek bu dünyadan ayrıldı. Diğer bir deyişle değişimle değişebilme kapasitemiz de sınırlı; iPhone’u bile yapsak, kalıcı olamıyoruz; dünyayı bile değiştirsek, sonunda ölüm bizim dünyamızı değiştiriyor ve yeni olana yer açıyor.

24.3.13

Güzel Haberler…

Kimisi milyoner olmayı, kimisi çok ünlü olmayı hayal eder, bense çocukluğumdan beri semt ve üniversite kütüphanelerinin 24 saat açık olmasını hayal ederim. Geçtiğimiz günlerde Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’ne bir konuşma için gittiğimde bu hayalimin gerçek olduğunu gördüm. Üniversitenin değerli ve vizyoner rektörü Prof.Dr. Sedat Laçiner’in girişimiyle üniversite kütüphanesi Türkiye’nin 24 saat açık olan ilk kütüphanesi olmuş. Erişilebilen eser sayısı 500 bini geçen üniversite kütüphanesinin yeni hedefi 1 milyon kitaba ulaşmak.

Bitlis Valisi Veysel Yurdakul önderliğinde Bitlis’te ve Doğu Anadolu’da bir okuma ve eğitim devrimi gerçekleşiyor. Doğu Okuyor projesi kapsamında Bitlis Eğitim Tanıtım Vakfı başkanı Ahmet Eren’in desteğiyle alınan katkıyla 100 bin kitap ve 100 yazar Bitlis başta olmak üzere on ildeki öğrencilerle buluşuyor. Kitaplar önce çocuklara ulaştırılıyor. Ardından Bitlis’e giden yazarlar, kendi kitaplarını okumuş öğrencilerle yüzyüze gelip konferans veriyor. Bitlis Milli Eğitim Müdürü Mehmet Emin Korkmaz’dan aldığım bilgilere göre eğitimde inanılmaz başarılar elde edilmiş. 2010 ve 2011 yıllarında Biltis, LYS Türkçe-Sosyal Alanında Türkiye birincisi olmuş. Türkiye’nin bu küçük ilinin bu başarısının arkasında neler var? Her okulun ve her öğrencinin hedefleri var. Öğretmenler, ailelerle birlikte çalışıyor ve öğrenciler hedeflerini yakalıyor. Okullarda her gün 20 dakika kitap okunuyor. Tüm öğrencilerin sosyal, sportif ve kültürel faaliyetlerde bulunması sağlanıyor. Bitlis’te yaşamış 24 ışık şahsiyetin yaşam öykülerini ve eserlerini inceleyen çocuklar kendilerine bir tür pusula ediniyor. Bitlis TV kanalı her gün öğrencilere dönük sayısal dersler içeren yayın yapıyor. Öğrenciler ayrıca Van Gölü kıyısında okuma kamplarına katılarak hem okuyor hem de spor yapıyor.

Şanlıurfa’nın Siverek ilçesinde 30 bin kişi aynı anda anda Ahmet Arif’in “Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabındaki Anadolu isimli şiirini okuyarak Guinness Rekorlar Kitabına girmeyi başardı. Artık Doğu Anadolu olumsuz haberlerle değil, eğitim ve kültür haberleriyle daha fazla anılacak gibi.

İzmir’deki Gediz Üniversitesi’nin kampüsüne her gittiğimde hayran oluyorum. Hobi olarak dünyadaki üniversitelerin kampüslerini gezen biri olarak Gediz Üniversitesi’nin muhteşem kampüsüyle gurur duyuyorum. Son ziyaretimde üniversitenin yenilikçi Rektörü Prof. Dr. Seyfullah Çevik’in başkanlığında bir ekibin Güney Amerika’daki üniversitelerle işbirliği yapmaya başladığını öğrendim. Dünya ekonomisi değişirken BRİC (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) ülkeleriyle her alanda daha fazla işbirliğine ihtiyaç var.

Bazen bana öyle geliyor ki, dünyada iki tür insan var; tutucular ve değişimciler. Tutucular yeni bir şeyin niçin ve neden yapılamaz olduğunu ispatlamak, değişimcilerin önünü kesmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Bilim, sanat, üniversite, bürokrasi, siyaset, iş dünyası her alanda bu insanları görüyoruz. Neyse ki, devir değişimcilerin devri… Değişeceğiz, çünkü gelişme değişimle mümkün oluyor.

23.3.13

Kitaplara Aşık Bir Adamın Notları…

Önceden okuduğum birçok muhteşem kitabın baskısı yok. Örneğin, Şans Faktörü; Beşinci Disiplin, Mor İnek, Değişim Mühendisliği ve şu anda sayamadığım diğerleri piyasada yok, kimseye tavsiye edemiyorum. Bazen yeni bir kitabı bulmak bile çok zor oluyor. Geçtiğim günlerde Mevlana İdris Zengin’in kitaplarını Kadıköy’ün bütün büyük kitapçılarında aradım; 10 kadar eseri olan bu tanınmış yazarın hiçbir eserini bulamadım. Elimde imkan olsa tüm yayınevlerini, yazarları ve okurlarını karşıma alıp danışmanlık yapmak isterdim. Söyleyeceğim şey şu olurdu: “Yeni baskısı olmayan kitapları veya iyi dağıtamadığınız kitapları lütfen e-kitap olarak internette satışa koyun.” Benim gibi bu kitapları mutlaka bulmak isteyen varsa hiç olmazsa cep telefonundan ya da tabletinden alsın okusun. Bu arada sevgili okurlarım sizle de paylaşmak isterim ki, bir kitabın sayfalarını çevirmek ne kadar size hoş geliyorsa da e-kitap da çok pratik; onlarca kitabı sadece bir cihazda taşıyorsunuz ve daha önce Kindle hakkındaki yazımı okursanız bu cihazların birçok üstünlüğü olduğunu görürsünüz. İdefix’in e-kitap sistemi fena değil, üstelik iPad, iPhone ve tabletlerde de çalışıyor; olasılıkla bende olmayan android sistemli cihazlarda da… Hemen telefonunuza kurun, içinde 10 kadar da bedava kitap var; indirin, okumayı deneyin. Son derece pratik ve keyifli. D&R’ın da böyle bir sistemi var; ama tecrübeme göre sanırım onların sistemlerini biraz daha geliştirmesi gerekli.

Yalova Üniversitesi’nde verdiğim tüm dersler için çoğu Harvard Üniversitesi yayını olan Optimist tarafından Türkçeye çevrilmiş kitapları kullanıyorum. İster lisans dersi olsun, ister yüksek lisans dersi, bir derste bir-iki kitap okutmak öğrencilere haksızlık oluyor gibi geliyor. Öğrencilerin tembel olduğunu ve 8-10 kitap okuyamayacaklarını düşünebilirsiniz; ama bir kitabı tatlıya benzetirsek eşsiz bir tatlıdan nasıl birkaç porsiyon yemek istersek, tadına doyum olmayan kitaplardan da daha çok okumak isteyebiliriz. Bir de yapabileceklerimizi önyargılarımız belirliyor. “Haftada 7 kitap okuyabilirim” diye düşünen biri için 12 haftada 10 kitap dişinin kovuğuna bile gitmez. Ama “yılda bir kitap okuyabilirim” diyen biri için 12 haftada 10 kitap çok gelir. Bir şeyin çokluğu ya da azlığı bizim düşüncelerimize ve o şeyin lezzetine bağlıdır. Muhteşem lezzetli şeyler az, sıkıcı ve kalitesiz şeyler fazla gelir.

Optimist Yayınları şu sıralar Harvard Business Review’den Esaslar diye bir seri yayınlıyor. Tüm işletme hocalarına tavsiye ederim. Aynı yayınevinin Harvard Pocket Mentor (cep kitap dizisi) işletmede lisans düzeyinde birçok dersi işlemek için kaynak olabilir. İnsan Kaynakları dersi için 6 cep kitabı seçtim; kitapları öğrenen öğrencilerden birinin tepkisini paylaşmak isterim: “Hocam bize daha çok “değerli” kitap önerebilir misiniz?” Bu tepki şunu gösteriyor; öğrenciler okumayı sevmiyor ve istemiyor değil; can sıkıcı, okur dostu olmayan ve dişe dokunmayan şeyler okumak istemiyorlar.

Çok kitap okumayı kolaylaştıracak bir tecrübemi paylaşayım; her toplu ulaşım aracını kullandığımda vapur, metrobüs, ido, tren, uçak yanıma hiç başlamadığım bir kitap alıyorum. O seyahatte ona başlangıç yapıyorum. Ne kadar okuyabilirsem, 40 sayfa, 100 sayfa ya da 200 sayfa… Seyahatin süresine ve o anki konsantrasyonuma göre miktar değişiyor. Böyle yaptığınızda her gün dışarı çıkıyorsanız her ay elinize en az 30 kitap geçer. Mütevazı düzeyde, gidiş dönüşte günlük 40 sayfa okusanız ayda minimun 1200 sayfa okumuş ve birçok yazarla tanışmış olursunuz. Arada çok hoşunuza giden yazarların kitaplarını da okumaya evde devam edersiniz.

9.3.13

Amazon.com ya da Yurtiçi Kargo olmak

Amazon firması, öyle başarılı bir performans çiziyor ki, Apple, Google ve Microsoft gibi teknoloji devlerini kısa bir sürede geri bırakırsa hiç şaşırmayın. Amazon'u bilmeyen herhalde çok azdır; Amerika merkezli başta kitap alışverişi olmak üzere internetin en büyük perakende satış şirketidir. Müşterilerine kendi okuma cihazları, tabletleri, telefonları ve kişisel bilgisayarları üzerinden ulaşmaktadır. ABD’dedeki alışverişlerimin tamamına yakınını amazon.com adresinden yapıyorum. Çünkü fiyat karşılaştırma imkanı vermekle kalmıyor, en iyi fiyatları en iyi müşteri hizmetiyle sunuyor. Bir ürünü hatalı olduğu için iade etmek istedim. Ürünün hatalı olduğunu internet üstünde belirttikten hemen sonra bana ertesi akşam bir UPS görevlisinin geleceğini, eğer bana ulaşamazlarsa aynı görevlinin 3 kez geleceğini, yine de ulaşılamazsa bir UPS ofisine gitmemi istediler. UPS görevlisi gelip hazır bir adres etiketini yapıştırıp ürünü hiçbir sorgu sual ve yazı olmadan teslim aldı, ertesi gün de para iadem yapıldı. Amazon.com’un özel üyesi (prime member) iseniz, size herhangi bir tabletten izleyebileceğiniz yaklaşık 20 bin film, dizi ya da belgeseli ücretsiz olarak sunuyorlar. Bir filmi seçip izlemek istediğinizde bir saniye sonra film başlıyor. Filmin ortasında bir telefon geldi, dışarı çıkmak zorunda kaldınız. Tabletinizi de kapattınız. Bir hafta sonra filmi hatırladınız ve izlemek için başka bir tabletten tıkladığınızda amazon.com size soruyor. “kaldığınız yerden mi izlemek istersiniz, yoksa baştan mı gösterelim?” Son zamanda şirketler için şöyle bir ifade kullanıyorum. Bugün şirket yönetimi, “kendini müşterilerine sevdirme” aşamasına gelmiştir. Amazon alışveriş sürecinde öyle olağanüstü bir performans gösteriyor ki, şirketi seviyoruz, tıpkı bir dostumuzu sever gibi.

Bir de bunun tam tersini hissettiren şirketler var. Geçtiğimiz hafta Kayseri’den değerli dostum avukat Murat Çolak, Kayseri’nin muhteşem mantı markası Nostalji’den birkaç paket mantıyı Yurtiçi Kargo ile benim adıma gönderiyor. Ofisin boş olduğu bir anda Yurtiçi Kargo personeli geliyor ve yapıştığı yerden sadece yırtarak çıkarabildiğiniz bir not bırakıyor. Ben şehir dışında olduğum için asistanım haber veriyor; kargo notuyla birlikte kendi kartvizitini ve üstünde benim ismim olan şirket kartvizitimi alarak Yurtiçi Kargo Moda şubesine gidiyor. Benim nüfus cüzdanımla birlikte gelmediğim takdirde kargoyu teslim etmeyeceklerini söylüyorlar. Asistanım hayal kırıklığıyla ayrılıyor. Araya hafta sonu giriyor; Yurtiçi Kargo’nun Kayseri şubesi beni arıyor ve kargoyu hatırlatıyor. Ben de şehir dışında olduğumu söylüyorum; teslim almaları için asistanımın ve apartman görevlisinin ismini vermeye çalışıyorum. Nedense telefon kesiliyor ve Kayseri şubesi kesilen telefon görüşmesini tazelemek için tekrar arama ihtiyacı duymuyor. Apartman görevlimize kargoyu almaya gitmesini rica ediyorum. Gidince ona da vermiyorlar, oradan beni arıyor. Moda şubesinin yöneticisi Mehtap Hanım’a şehir dışında olduğumu nüfus cüzdanımı ulaştıramayacağımı söylüyorum. Kendisine gazete yazarı, üniversite hocası olduğumu, sürekli müşterileri olduğumuzu, kargoyu almak için 2 kişi gönderdiğimi ve yardımcı olmasını söylüyorum. Mehtap Hanım kesinlikle veremeyiz diyor ve apartman görevlisinin telefonunu masaya fırlatıyor. Şikayet etmek için Yurtiçi Kargo’nun web sitesinde bulduğum Genel Müdürlük telefonunu arıyorum 15 dakika boyunca telefona kimse ama hiç kimse cevap vermiyor. Çağrı merkezini arıyorum, orada görüştüğüm hanıma durumu anlatıyorum. Hanımefendi kargoyu nüfus cüzdanınız olmadan kimseye veremeyiz diyor. Sinirleniyorum, “KARGOYU İSTEMİYORUM, LÜTFEN KARGOYU YAKIN” diyorum. Çağrı merkezindeki hanım “Peki” diyor. İsteği yerine getirilecek memnun bir müşteri olarak telefonu kapatıyorum.

8.3.13

Dr. Mehmet Öz’den Genç Kalmanın Sırları

“Dr. Mehmet Öz’ün Dr. Michael F. Roisen ile yazdığı kitabın alt başlığı gerçekten ilgi çekici: “Garanti Sürenizi Uzatma Kılavuzu

Yazıya başlamadan önce belirtmek istediğim bir şey var. Sağlıklı yaşamak için birçok davranış değişikliği yapmak gerekiyor. Bütün bu davranış değişiklikleri ise düşünsel değişikliklere muhtaç. Düşünsel değişiklik yapmak için haftada bir ya da ayda bir kez olsun, sağlıklı yaşam, sağlıklı beslenme, sağlıklı spor gibi konularda bir kitap okumak insanı kendi vücuduna bakıma odaklayabilir. Hayatınızda bir tane, sağlıklı yaşam kitabı okumanın faydası, tüm ömrünüz boyunca bir ay spor salonuna gitmeye benzeyebilir.

Şimdi gelelim Dr. Öz ve Dr. Roisen’in kitabına. Yazarlar, yaşlılık kaçınılmazsa da sağlığımızı ve gençliğimizi muhafaza etmek için öneriler getiriyorlar. Bir kısmına kendi yorumlarımı ve önerilerimi de katarak zenginleştirerek paylaşacağım. Yazarlar her gün 30 dakika yürümeyi tavsiye ediyor. İnsan evde de yürüyebilir; dışarıda da. Mevsim koşulları izin vermediği zaman ne yapabiliriz? Fiziksel faaliyet önemliyse, başka şeyler de yapılabilir. Yüzülebilir; şınav ya da mekik çekilebilir. Ancak spor da sıkıcı gelebilir. Üç top çevirmeyi öğrenmeye çalışmak ya da masa raketiyle topu hiç düşürmeden bine kadar saydırmak da ciddi ve daha eğlenceli bir fiziksel alıştırma olabilir.

İlerleyen yaşta dişlerinizi kaybetmek istemiyorsanız, diş fırçasıyla yetinmeyin diş ipi kullanmanız gerekiyor. Daha diş bile fırçalayamazken nasıl olacak da diş ipiyle temizlik yapacağız? Benim bulduğum paliyatif çarelerden biri diş aralarında kalacak yiyecekleri daha az tüketmek. Örneğin, kişisel olarak reçel yemeyi çok azalttım. Kahvaltıdan sonra çok az zaman diş fırçalıyoruz. İlk fırçalamaya kadar şekerler orada kalıyor.

Uzun yaşamanın sırrı besin çeşitliliği diyebilirim. Dr. Öz ve Dr. Roisen, kitaplarında çeşitli yaşlanma sorunlarına iyi gelen birçok besini sıralamış. Ancak benim anladığım kadarıyla esas sorun, evimizde ya da dışarıda hep aynı şeyleri yememiz. Aileler, bir aylık bir mönü yaparak, aile üyelerinin yemek girdilerini takip etmesi fevkalade anlamlı. Tabi mönüde daha sık bulundurabileceğimiz bazı şeyler olabilir: Domates, Brokoli, Brüksel lahanası, ceviz içi, fındık ve kuru üzüm.

Dr. Öz ve Dr. Roisen uykunun da önemli olduğunu belirtiyorlar. Her gün 7-8 saat uyumak için bir program yapmalı diyorlar. Benim bu konudaki önerim, elinize bir kitap alıp gece 10 sularında yatağa girmek. Yarım saat içinde uykuya dalıp sabah 6’da uyanacaksınız.

Uzun yaşamak için yazarların önerdiklerinin başında meditasyon ya da namaz geliyor. Ruhlarımızın kendini şarj edebilmesi, yoğunlaşabilmesi ve yenilenip canlanabilmesi için sükunet dakikalarına ihtiyaç var. Yazarlar aynı zamanda bir şükredilecekler listesi hazırlamanın çok iyi olacağını belirtiyorlar.

Yazarlar, bu yürüme işinin üstünde duruyorlar ve kaç adım atıldığını takip etmek için mutlaka pedometre kullanılmasını istiyorlar. Diyetle ilgili verdikleri reçete de oldukça etkili. Her gün normal yediğinizin dörtte üçünü yiyin diyorlar. Limonlu suyun ve yeşil çayın toksinleri temizlediğini ve su tutulmasını önlediği belirtiliyor. Diyet için yaptıkları önerilerden biri de haftada bir gün bir vejetaryen gibi beslenmek. Kendi hesabıma misafirlikte değilsem, vejetaryen gibi besleniyorum. Yazarlar insanın ailesine vakit ayırmasının da sağlığına iyi geleceğini belirtiyorlar. İki hekim, kişisel gelişim kitaplarına da değiniyorlar; bunları okumakla kalmaktan öteye uygulamamız gerektiğini belirtiyorlar. Sağlıklı yaşam için ilave bir önerileri de televizyon ve medyadan uzak durmak. Önerilerinden bir tanesi de eski düşmanlardan birini daha affetmek. Grip aşısının da her yıl yapılması önerilenin arasında. Aynı zamanda kitapta belirtilen tüm aşıları da periyodik bir halde vurulmakta fayda var diye düşündüm.

23 Ekim 2011

4.3.13

Sıra Dışı Öğretmen Olmak

Kıdemli ekip arkadaşım Esra Nur Erbil’in tavsiye ettiği “3 Idiots-3 Budala” filmini bu yaz kahkahalar ve gözyaşları içinde seyrettik. Üniversite eğitiminin nasıl olması gerektiğini, üniversitede nasıl bir profesör olmamız gerektiğini, nasıl öğrenciler olmamız gerektiğini anlatan müthiş bir film. Hangi çalışmaların ve hangi tip öğrenme anlayışının (eğitim demiyorum) bizi liderliğe taşıyacağına ilişkin muhteşem bir sorgulama. Başta tüm üniversite hocalarına, öğrencilerine ve mesleği öğretmenlik olanlara ve eğitim konularına ilgi duyanlarına hararetle tavsiye ediyorum. Filmin öyküsü bir öğrencinin mühendislik okuluna başlaması, okulda geçirdiği dört yıl ve aradan 10 yıl geçtikten sonra neler olduğuyla ilgili. Dolayısıyla harika bir inceleme; çünkü hem üniversite hayatını hem de okulun insan hayatındaki sonuçları analiz ediyor.

Yıllar öncesinde İstanbul’daki ilk Sıra Dışı Yaşam Becerileri sınıfından öğrenme ortağım Hasan Ahmet Gökçe, bir ara beni ziyaret ettiğinde “Taare Zameen Par-Her Çocuk Özeldir-Every Child is Special” isimli bir başka Hint filmini mutlaka izlemem gerektiğini, filmin beni anlattığını da söyledi. Hemen izleyemesem de sonradan bu filmin de sıra dışı öğretmenlik konusunda bir başyapıt olduğunu keşfettim. Film, yıllardır savunduğum fikirlerin görsel bir şöleniydi. Milli Eğitim Bakanlığı bu filmi tüm okullarda öğretmen ve öğrencilere göstermeli. Çok berrak şekilde ezberci öğretmenlik ve yenilikçi öğretmenlik nasıl olur muhteşem bir şekilde ortaya koyuyor.

Konumuz olmasa da başka iki Hint filmini de izlemenizi önermek isterim. Bunlardan birincisi English Vinglish, aile değerleri ve bir ulusun kendi diline ve kültürüne sahip çıkması konusunda muhteşem bir hikaye. Ayrıca Hint aile değerlerinin Türk aile değerlerine ne kadar yakın olduğunu da gösteriyor. Önereceğim ikinci film ise Barfi. Özellikle umutsuz, kötümser, depresyondaki insanların bu filmdeki sağır dilsiz Barfi karakterinin fiziksel engellerine karşı nasıl dünyanın en mutlu insanı olduğunu görmelerini isterim.

15 Şubat günü Gaziantep’te Zirve Üniversitesi’nde hem idarecilere hem de öğrencilere iki konferans verdim. Öncelikle idareci kadronun beni kendilerine hayran bıraktığını söylemek isterim. Hepsi lisans ve lisansüstü derecelere (master ve doktora derecelerine) sahipken hala kendilerini geliştirmek için eğitimci ve konuşmacı çağırıyorlardı. Tüm üniversitelerimizin idareci ve akademisyen kadrolarının aynı şekilde kibirden uzak bir şekilde öğrenmeye açık olmalarını dilerim. Zirve Üniversitesi’nin Rektör Yardımcısı Prof.Dr. Fatih Töremen, henüz dördüncü yılında olan üniversitenin 55 ülkeden öğrencisi olduğunu söyledi. Bu kadar kısa sürede böylesi bir uluslararası iltifat gerçekten hayranlık verici. Okulda Deniz Ulaştırma İşletme Mühendisliği ve Gemi Makineleri İşletme Mühendisliği bölümleri var. Okulda muhteşem bir sanal navigasyon-seyir sistemi de bulunuyor; okulun hocalarının hoşgörüsüyle Gaziantep’te dümenin başına geçip bir gemiyi İstanbul Boğazı’nda kullandım. Zirve Üniversitesi’nin denizi olmayan Gaziantep’te denizcilik bölümleri açması, idarenin ne kadar açık fikirli ve yenilikçi olduğunu gösteriyor.

Milli Eğitim Bakanımız Prof.Dr. Nabi Avcı’nın sorgulayıcı kişiliği ile eğitim alanında çığır açacağını ümit ediyorum. Umarım öğretmenlerimizin hepsinin derslere yaratıcı ve yenilikçi bir hazırlık yaparak gelmeleri konusunda büyük bir hareket başlatır.

3.3.13

Milli Parklar için Köprü Kuralım

Geçen Cumartesi Bisikletliler Derneği Başkanı değerli insan Murat Suyabatmaz önemli bir mesele olduğunu belirterek benimle görüşmek istedi. Kendisinden 86 sivil toplum kuruluşunun yaptığı incelemelere göre TBMM’de hazırlanan kanun Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı’nın önemli mahzurları bulunduğunu öğrendim. Kanun tasarısı aslında ülkemizde biyolojik çeşitliliğin ve doğanın daha etkili korunması için kurumsal ve yasal çerçeve oluşturmak amacını taşıyor. Ancak Kanun Tasarısı’nın mevcut haliyle TBMM’den geçmesi durumunda, ülkemizdeki ormanların, sulak alanların, kıyıların ve bütün diğer doğal alanların geri dönüşü olmayacak tahribatlara karşı savunmasız kalmasına yol açacak gibi görünüyor. Hazırlanan Kanun Tasarısının kanunlaşmasıyla ülkemizde bugüne kadar ilan edilmiş bütün korunan alanlar yeniden değerlendirilecek. Doğaseverler, yeniden değerlendirme sürecinde birçok alanın mevcut koruma statüsünü kaybedeceğinden kaygı duyuyor. Kanun Tasarısı “Doğal Sit” statüsü kavramını ortadan kaldırıyor. Devlet kanun Tasarısı’nda bahsi geçen “üstün kamu yararı” ifadesi ile bir Milli Parkı, üstün kamu yararı var denilerek yatırıma açılabilir. Üstün kamu yararı gerekçe gösterilerek bir otoyol, enerji yatırımı ya da sanayi tesisi için kullanılabilir. Kanunu hazırlayanların niyetleri belki iyi olabilir; ama tasarıda bırakılan bu açıklık ileride çıkarcı çevrelerin doğayı ve Milli Parkları kolayca harcamalarına yol açabilir.

Kanun Tasarısı’nın geri çekilmesi için 86 sivil toplum kuruluşu ile birlikte Nasuh Mahruki, şu ana kadar 30 bin doğaseverin katıldığı bir imza kampanyası düzenlendi. Kişisel olarak imza kampanyalarının Türkiye’de bir işe yaradığını düşünmüyorum. Değişiklikler sadece etkili kişileri birebir sohbet ederken ikna etmemiz sayesinde gerçekleşiyor. Fikirlerimizi dostlarımızdan gelen tekliflerle değiştiriyoruz. Bize karşı çıkanlara sadece tepki gösteriyor; kendi pozisyonumuzu korumaya çalışıyoruz. Onun için Nasuh Mahruki ve 86 sivil toplum örgütünün girişiminin kanunu hazırlayan taraflarla dostça ilerlemesini umut ediyorum.

Fazıl Say ile bir önceki Kültür ve Turizm Bakanımız Ertuğrul Günay arasındaki twitter ve medya üzerinden devam eden çekişme, yapılacak ev ziyaretleri, birlikte yenilecek yemeklerle çok daha güzel bir işbirliğine dönüşebilirdi. Ertuğrul Günay keşke zamanında Fazıl Say’ı elinde çiçeklerle ziyaret etseydi. Fazıl Say da keşke medya ve twitterdan çok sert açıklamalar yapmak yerine Ertuğrul Günay’ı makamında ziyaret ederek endişelerini dile getirseydi.

Başbakan Erdoğan ile CHP Başkanı Kılıçdaroğlu’nu Mevlana Şeb-i Aruz törenlerinde selamlaşmadıklarını izledim. Keşke siyasi iletişimi bir mesleki performans alanı, kişisel iletişimi ise insani bir performans alanı olarak ayırıp konuşabilselerdi; birbirlerine ailelerinin hatırlarını sorup sohbet edebilselerdi. Kardeşliğin dünyadaki merkezinde bile böyle bir sahneye şahit olamamak sadece içimi burktu.

Yirmili yaşlarımda iletişimde çok keskindim. Çok şükür bu keskinliğin ilişkileri yıkmaktan başka bir işe yaramadığını ama köprü kuranların büyük gemilerin kaptanlarına bile yön verebildiğini kısa sürede öğrendim. Kavga ederek, bağırarak ve hakaret ederek, bir de küserek değişim üretmiyor, düşman yaratıyoruz. Bu arada tüm başbakan, bakan, milletvekili, genel müdür ve müdürlere istişare etmekten ve nezaketten vazgeçmemelerini tavsiye ediyorum. İstişarenin olmadığı yerde kibir tuzağına düşmüş insanlar vardır. Köprü kurmaya çalışanlara el uzatmak, bizden farklı düşünenlere de nezaket ve sıcaklıkla yaklaşmak hepimizi istediğimiz sonuçlara yaklaştırabilir. Köprü kuranlardan, bağışlayanlardan, nezaketi elden bırakmayanlardan olmanız dileğiyle…

2.3.13

Disiplinli Çılgınların 7 Kuralı

Disiplinli Çılgınların 7 Kuralı nelerdir? Çılgınların diyorum; çünkü büyük projeleri başarmak için disiplinli çılgınlar olmak gerekiyor. Birinci kural amaca inancın büyüklüğüdür. Çılgınlara mutlaka net ve açık bir amaca sahiptir ve bu amacı bir an olsun gözlerinin önünden ayırmazlar. Everest’e tırmanmaya çalışan bir grup dağcının gözlerinin önünden dağ nasıl hiç gitmiyorsa, çılgınların amacı da dağ gibi hep karşılarında durur. Tecrübelerimle sabit olan şu; amacına yeterli inancı olmayan insanların o amacı başarmak için yeterli enerjisi ve motivasyonu olmuyor. Dolayısıyla bir vizyona ya da hedefe sahip olmak yeterli değil. Her gece rüyanızda o amacı görecek, her konuşmayı o amaca bağlayacak saplantı düzeyinde bir inanç gerekiyor.

Çılgınların ikinci kuralı odaklanmadır. Bir işe ve bir amaca odaklanma ve başka bir şeye bakmamaktır. Temel olarak Starbucks’ta kahve, McDonald’s’ta hamburgerden başka bir şey satılmamasıdır. Üniversite sınavında birinci olmak için arkadaşlığı, eğlenceyi ve başka keyifleri bir yıllığına tamamen unutmaktır. Wright Kardeşler gibi ölümüne bir kararlılıkla uçağı tasarlamaktır. Çılgınca bir odaklanma hedefine ulaşıncaya kadar başka şeylerden vazgeçmeyi gerektirir.

Bir sonraki kural yazı, kitap ve konuşmalarımda milyon kere tekrarladığım gibi yenilikçi ve sıra dışı olmaktır. Dünya yenilikçi firma, kurum, insanların sayesinde ilerlemektedir. Steve Jobs olmasaydı bugün hala eski usul Windows ve benzeri sistemlerle idare ediyor olacaktık. Facebook ve Twitter’ı icat edenler artık insanların kendilerini yepyeni bir şekilde ifade etmesine imkan sağladı. 20. Yüzyılın yaşamlarımızı en çok değiştiren yeniliği herhalde cep telefonudur. Bugünün çocukları bu telefonların olmadığı bir yaşamı hayal dahi edemiyorlar. Dünyayı sıra dışı ve farklı düşünen, değişime açık yenilikçiler değiştiriyor.

Tarihe baktığımızda tüm çılgın insanların amaçlarına ulaşmak için üzerinde çalışılmış zekice bir planları, stratejileri olduğunu ve bunu uygulamaya aldıklarını görüyoruz. Barbaros Hayrettin Paşa’nın Andre Doria’yı mağlup etmesi karadaki hilal stratejisinin denizdeki uygulamasıyla mümkün olmuştur. Dünya tarihinin bütün büyük komutanları, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim olağanüstü savaş planları yapmıştır. Ancak uygulama olmadan her plan boş bir hayaldir. Çılgın insanlar, bazen planı dahi bitirmeden harekete geçmek isterler. Harekete geçmeyen çılgın değildir. Çılgınlara kimsenin yapmaya cesaret edemediği hedeflere doğru hareket ettikleri için çılgın diyoruz, sadece plan yaptıkları için değil.

Tarih boyunca hiçbir büyük proje yardımlaşma ve işbirliği olmadan mümkün olmamıştır. Türklerin son yüzyıldaki en büyük çılgınlığı Kurtuluş Savaşı’dır ve Kurtuluş Savaşı dünya tarihinin en büyük yardımlaşma ve işbirliğinin bir örneğidir. Özellikle baş çılgının kendi ekibine yardım etmesi, kendisinin fedakarlıklarda bulunması grubunu ve daha geniş planda toplumu ateşlemektedir.

Çılgın insanları başarıya taşıyan şey onların insan odaklı olmasıdır. Eğer amacı başarmak topluma hizmet etmeyecekse ona başarı denemez. Bir çılgın mutlaka çalışma arkadaşlarının iyiliğini, hizmet ettiği müşteri ve toplumun iyiliğini ve memnuniyetini her şeyin önünde tutmalıdır.

Disiplinli Çılgınları, çılgın olmaktan öte muhteşem kabul etmemize yol açan şey ayrıntıların kalitesidir. Bugün büyük liderler olağanüstü başarılarına rağmen eleştiriliyorsa insanlar onların çizdiği tablodaki ayrıntılara takılıyorlardır. Bir filmi büyük yapan ana öyküsü olduğu kadar ayrıntılarıdır. Star Wars ve Yüzüklerin Efendisi gibi klasikleşen kitap ve filmlerin dünyada milyonlarca hayranı olması, bu filmlerin tasarımlarındaki ayrıntılara verilen olağanüstü önemdir. Dünya çapında marka olan her kuruluş incelendiğinde çok üst düzeyde ayrıntıların kalitesiyle ilgilendikleri görülür.

Ailenizden en az bir kişinin disiplinli bir çılgın olması dileğiyle… Aile isminizi geleceğe taşıyacak olan bir erkek çocuğu değil, disiplinli bir çılgındır.

10.2.13

MBA Yapmak ya da Yapmamak, işte bütün mesele bu!

Bir Japon ve bir Amerikalı, Afrika’da safariye çıkmışlar. Safaride macera olsun diye gruptan ayrılıp kendi başlarına ilerlemeye başlamışlar. Orman içinde bir saat kadar yürüdükten sonra tam aradıkları şeyi bulmuşlar. Karşılarında bir kaplan varmış. Kaplan onlara yavaş yavaş sokulmaya başlayınca Japon hemen sırt çantasından spor ayakkabısını çıkarıp giymeye başlamış. Amerikalı, Japon arkadaşına seslenmiş: “Yararı yok, hiçbir zaman bir kaplandan hızlı koşamazsın!” Japon cevap vermiş: “Senden hızlı koşsam yeter!”

Dünya artık rekabete dayalı olarak işliyor; bir Türk olarak başka milletlerden daha üstün performansımız olduğu zaman kazanıyoruz. Türkiye’de bir işe girmemiz ya da iş hayatında başarılı olmamız diğerlerinden daha üstün niteliklerimiz olmasına bağlı. Yıllardan beri çevremdeki herkesi daha çok okumaya ve eğitim almaya teşvik ettim. Herkes daha önce bitirdiği okulun üstüne bir tane daha koymalı. Lise mezunuysan yüksek okul ya da üniversite okumalısın; üniversite mezunuysan mastır ve doktora yapmalısın. Türkiye’de yüksek eğitim konusunda ciddi bir talep var şu anda. Açılan sayısız özel üniversite ve devlet üniversiteleri bu talebin bir sonucu.

Ancak okul açmak yeterli değil, okulları da sıra dışı hale getirmek önemli. İşletme yönetimi master programlarının (MBA) birçoğunda yönetim, pazarlama, finans ve muhasebe gibi benzer dersler işleniyor. Aslına bakarsanız bu konudaki kitapları da alsanız bilgiye ulaşmış olursunuz. Dolayısıyla bir işletme mastırı bize kitaptan öğrenemeyeceğimiz bir şeyler sunmalı. Yalova Üniversitesi İşletme Bölüm Başkanı Doç.Dr. Mustafa Kurt, Yalova Üniversitesi işletme programını sıra dışı hale getirmek için hoca kadrosunun oluşumunda farklı bir yöntem izliyor. İşletme mastır yapan öğrencileri iş ve yönetim dünyasına daha iyi hazırlamak için, akademi kökenli öğretim üyelerinin yanı sıra iş, spor ve sanat dünyasından önde gelen isimlerle de buluşturuyor. Akademisyenlerin yanı sıra hem iş dünyasında kariyeri olan büyük kurumların yöneticileri de derslere giriyor. MBA programının ikinci döneminde yine akademik dereceleri olan spor antrenörleri, tiyatro ve sinema yönetmenleri ve hastane başhekimleri gibi farklı sahalarda yöneticilik tecrübesi olan hocalar ders veriyor. Sıra dışı düşünceler, aynı ders kitabının profesörler tarafından anlatılmasıyla farklı tecrübe ve bakış açısına sahip insanlar tarafından paylaşılmasıyla ortaya çıkıyor. Master yapmaya çalışanların önündeki engellerden biri de ALES sınavı. Bu sınavdan yeterli puan olmanız önemli değil, iki yılda bir geçerliliği biten bu belgeden mutlaka elinizde geçerli bir sınav belgesi olması gerekli. Bu da yüksek eğitim yapmak isteyen birçok insanın önünde engel oluşturuyor. Yalova Üniversitesi’nde tezsiz yüksek lisans yapmak isteyenler için ALES belgesi istenmiyor. Öğrencilerin hayatını kolaylaştırmak için bir de tezsiz yüksek lisansın tüm derslerini de Cumartesi gününe sıkıştırmışlar. Mütevazı bir harç ücreti olan Yalova Üniversitesi’nin bu sıra dışı tezsiz yüksek lisans programı için 15 Şubat’a kadar kayıtlar devam ediyor. Yalova Üniversitesi, İstanbul dışındaki İstanbul’a en yakın üniversitelerden biri olarak Türkiye’nin yıldızı parlayacak devlet üniversitelerinden biri. Elbette yenilikçi kadrosu da ellerindeki tüm imkanları yıldızlaşmak için kullanacak gibi görünüyor.

MBA programlarının öğrencilerine dağ tırmanışı, yelkencilik, kürek çekme gibi daha yenilikçi unsurlar katacaklarını umuyorum. Yoksa MIT ve Harvard derslerini bedavaya cep telefonunda izleyebildiğimiz bir dönemde kendi kendimize okuyabileceğimiz ders kitaplarını hocalardan dinlemenin pek bir cazibesi yok.

Aşk Bitti

Kanun-i Sultan Süleyman, hangi kanunu yapsaydı, Osmanlı çökmezdi? Yavuz Sultan Selim, tonlarca ağırlığındaki toplarını Sina Çölü’nden hangi teknikle geçirdi? 1881’e kadar neden Osmanlı içinden bir Atatürk çıkmadı?

Değerli dostum Avram Aji’nin önerisiyle Elif Şafak’ın Aşk isimli romanını Ay Işığı isimli kitap kulübümüzün okuma gündemine aldık. Elif Şafak, Mevlana ile Şemsi Tebriz-i arasındaki ilişki üzerinden bir parça Mevleviliği, bir parça Allah yolundaki bu büyük dostluğu anlatmaya çalışıyor. Elif Şafak, romanında 21. yüzyılın başlarından evli bir Amerikalı kadın, Mevlana, Şems, Sultan Veled, Mevlana’nın eşi, oğlu, başka bir tarikatın şeyhi, bir sarhoş, bir fedai karakterini ve daha birçok karakter kullanıyor. Ne var ki, hepsinde aynı kişi konuşuyor: Elif Şafak. Dilde hiçbir değişim yok. Yani bir sarhoşun Mevlana kalitesinde konuşması ya da bir Amerikalı kadının Şemsi Tebriz-i ile aynı dili kullanması birazcık dikkatli okurlara tuhaf geliyor. Kitabın 22. sayfasında Amerikalı kadın kahramanımız ailesiyle yaptığı bir konuşmada kendisine daral geldiğini söylüyor. Elbette bu bir Türk yazarın kurgusu; ama yine de İngilizceden Türkçeye çevrilen bir metin olduğunu hayal etsek, hangi İngilizce ifadeyi “bana daral geldi” diye Türkçeye çevireceğiz? İlerleyen sayfalarda Elif Şafak, Mevlana’yı da büyük olasılıkla istemeden ve farkında olmadan alçaltıyor. Şemsi Tebriz-i, romanın öyküsünde daha önce Tarikat’ta çırak olan bir çocuğu test etmek için kullandığı bir soruyu, kitabın sonunda Mevlana’yı test etmek için kullanıyor. Açıkçası o bölümleri okuduğumda Elif Şafak’ın niyetinin temiz olduğuna inanmasam, Mevlana’ya hakaret etmeye çalışıyor diye düşünürdüm. Çünkü ilköğretim öğrencisine soracağınız bir soruyla, üstatların üstadı kabul edilen bir üniversite hocasını sınamazsınız. Yine de Elif Şafak’a yazdığı için, insanları değerli olanları hatırlamaya ve düşünmeye sürüklediği için teşekkür ederim.

Elif Şafak’ın Aşk’ını okurken elime İhsan Oktay Anar’ın Suskunlar’ını aldım ve bırakamadım. Ne var ki, İhsan Oktay Anar’ı neden daha önce okumadım / zaman ayırmadım diye sordum kendime. İhsan Oktay Anar’ın Suskunlar’ı, son (altıncı) romanı ve büyük olasılıkla ustalık eseri sayılabilecek bir romanı. Kendine özgü bir dil kullanımı / yaratımı, müthiş bir kurgu, müthiş ayrıntılar, yüzlerce iç içe geçmiş öykü ve müthiş bir roman. Ne anlatıyor? Aşk. Evet, o da Aşk’ı anlatıyor. Okuyalım mı? Hemen okuyalım. İhsan Oktay Anar, muhtemelen romancı olarak yaşayan en büyük romancılarımızdan bir tanesi. Son yıllarda okuduğum en orijinal, en zengin roman. Bir yazarın tüm kitaplarını çoğu zaman okumam ama gidip İhsan Oktay Anar’ın tüm kitaplarını aldım. İlk romanı Puslu Kıtalar atlasını da okudum 1992 yılında yayımlanmış. Didaktik olmaya hiç çalışmadan bir film izler gibi sizi olayların içine çeken yer yer kahkaha attıran; yer yer meraktan çatlatan çok ilginç bir kafa. Bilim, felsefe, din, Osmanlı yaşamı, tuhaf makineler hepsi bir arada; son derece iyi örülmüş ve bütün bu anlattıkları hiçbir yere ulaşmayacak diye umutsuzca sayfaları çevirirken sizi şaşırtacak kadar anlamlı bir yere götüren sıra dışı bir yazar. Eğer Suskunlar’ı ya da başka bir romanını okumak isterseniz; bir Cumartesi sabahı başlayın okuma hızınıza göre 24 ya da 48 saat içinde çok fazla ara vermeden bitirin. O kadar çok ayrıntı ve iç içe geçmiş öykü var ki, arada unutabiliyorsunuz.

Bu arada Elif Şafak’ın Aşk’ı doğrudan, İhsan Oktay Anar’ın Suskunlar’ı dolaylı olarak Mevlevilik hakkında. Mevlevilik hakkında bilgi sahibi olmak için hangisini okuyalım diye sorarsanız, doğrudan Mesnevi’yi okumanızı öneririm. Bir roman okumak isterseniz Suskunlar daha iyi bir tercih. Türkiye çok ilginç bir yer; insanlar Kur’an-ı Kerim’i okumak yerine Kur’an’ın şifresi diye bir kitabı, Mesnevi’yi okumak yerine Mevlana üzerine yazılan kitapları okuyorlar. İnsan gerçek bir elmasla mı ilgilenir, yoksa elmas görüntüsündeki bir plastik parçasıyla mı? Mübarek Ramazan ayına çok az kaldı. Daha önce tamamen ve parça parça Kuran-ı Kerim’in mealini okumuş olmama rağmen bu Ramazan’da her gün bir Kuran Mealinden ortalama 20 sayfa okuyacağım. 30 Ramazan’da 600 küsur sayfa bitiyor. (Mustafa İslamoğlu’nun meali en duru Türkçe’ye sahip bana göre). Müslüman Türkiye’de toplumun %70’ten fazlasının oruç tuttuğu söylense de Kuran-ı Kerim-in Türkçe Mealini okumuş çok az insan var. İftar sonrası, benim tatlım Kur’an sayfaları olacak. Arzu ederseniz siz de aileniz ve arkadaşlarınızla bana katılabilirsiniz.

08.08.2009

6.2.13

Bir uçak nasıl patlatılır?

Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nün 1 Mart 2009’da devreye giren kuralları gereğince uçaklara yolcu yanında sıvı ve benzeri türde maddeler alınmıyor. Hava limanlarındaki son güvenlik noktasında uçağa içme suyu dahil, hiçbir şeyi geçiremiyorsunuz. Suyu içseniz ve su olduğunu ispatlasanız dahi suyu geçiremiyorsunuz. Bu uygulama ilgililer, yetkililer beni bağışlasın çok yersiz, etkisiz bir uygulama. Sadece suyu değil, 72 saatlik dondurulmuş Maraş dondurması, çok kıymetli kestane balı gibi herhangi bir uçağı patlatmak için değil, ama uçakta açarak en fazla yolcuların ve kabin ekibinin ağzını tatlandırabileceğiniz gıdaları bile uçağa almıyorlar. Kibarlığımı koruyup bu yapılan uygulamanın zeka seviyesinde yorum yapmayıp yorumu okurlara bırakacağım.

Şimdi suyu, balı ya da özel muhafazasında şoklu dondurmayı uçağa güvenlik açısından riskli bulup almayan ulusal ve uluslar arası güvenlik kuralları neler yapıyor? Havaalanında son güvenlik kontrolünü geçtikten sonra restoranlarda su dahil her türlü içki satılıyor; ücretsiz kullanılan ikram salonlarında su ve her türlü alkollü içki bulunuyor. Buralardan temin ettiğiniz içecekleri poşet içinde ya da çantanızın içine koyarak uçağa sokabilirsiniz. Ayrıca uçaklarda içki ikramı ve satışı da var. Uluslar arası uçuşların hepsinde istediğiniz gibi votka, viski, rakı gibi alkollü içecekleri şişesiyle alabilirsiniz. Bunları niye sayıyorum? Uçağın içinde molotof kokteyli yapmak için ihtiyaç duyacağınız şey sadece bir şişe alkollü içki. Eğer bir tanesi yeterli gelmiyorsa, üç terörist uçağa ikişer şişe viskiyi direk hostesten satın alır; şişeleri açar içlerine birer kumaş mendili sarkıtır ve uçağa girmesinde mani olmayan kibrit ya da çakmakla yakarak şişeyi uçağın herhangi bir yerine fırlatır. Uçağa neredeyse tırnak makası bile sokmayan güvenlik sistemi, cam şişelere izin veriyor. İçi su dolu bir pet şişeyi uçağa alamazsınız, ama içi boş bir cam şişeyi uçağa alabilirsiniz. Uçakta şişeyi ya da şişelerinizi koltuğun sert kolçağına vurarak yarısını kırarsınız ve elinize fazlasıyla kesici bir cisim ele geçirmiş olursunuz. Uçağa iki adet döner bıçağı ya da kılıç sokmak isterseniz, kabine alınabilen çek çekli bavulların içi boş iki metal borusu var. Onların içine koyabilirsiniz, x-ray’de görünmez. Uçağa ip sokmak yasak değil, ayrıca bel kemeri bir kement formunda harika bir boğucu sistem olarak kullanılabilir (aynı amaçla her türlü şarj kablosu da kullanılabilir). Hosteslerin kokpite servis yaptığı sırada hızlıca kabine dalar, elinizdeki kesici ya da yanıcı düzeneği kullanacak fırsatı yakalarsınız.

Bir keresinde cep telefonumun kulaklığını bir havalimanı güvenlik görevlisi uzun uzun incelemişti. Beyaz bir kulaklık… Geçenlerde iPad’in şarj cihazı ve kordonunu iki defa x-ray’den geçirdiler. Gülerek olanları izledim. Üstelik CIP (önemli müşteri) kontrolü’nden geçiyordum. CIP kart alabilmeniz için yüzlerce kez uçağa binmeniz gerekiyor. Diğer bir deyişle yıl boyu yüzlerce kez uçağa binen kişinin bir uçak kaçırmaktan daha iyi işleri vardır (yazar, çizer, iş adamı, gazeteci, sanatçı, hoca vs.).

Bir uçağı kaçırmak isterseniz bunlar işe yarar ama içine binmeden uçağı düşürmek isterseniz, hava limanı güvenliği ile hiç uğraşmanıza gerek yok. Havalimanı yakınında uçuşları uygun görebildiğiniz bir noktaya yeterince yaklaşır, aracınızı park edersiniz; roketatarınızı çıkarır, iniş ya da kalkış halinde bir uçağın kanadına nişan alırsınız. Bütün bunları niye anlattım; lütfen kurallar değiştirin; artık suyumuza, dondurmamıza karışmayın ya da işi ciddi yapın; risklere karşı ciddi önlemler alın. Havaalanlarında sürekli yolcularla tartışmak zorunda kalan güvenlik görevlilerinin de işini kolaylaştırın.

2.2.13

Kahramanmaraş

2002 yılından beri Kahramanmaraş’a değişik vesilelerle gidip geliyorum. İlk kez Miraç Koç’un inisiyatifiyle Kişisel Gelişim ve Sinerji Derneği için bir konuşma yapmak için gitmiştim. Daha sonra Miraç Koç’un eşi Hülya Koç’un idealist çabalarıyla bu şehirde uzun süreli bir girişimcilik eğitimi projesine başladık. İki proje arasında duayen işadamı Hasan Balcı’nın hayat öyküsünü yazmak için de şehirde uzun süre kaldım. Hayatının önemli bir kısmını büyük şehirlerde geçiren benim gibi bir yazar için Kahramanmaraş’ta geçirdiğim süre, son derece öğretici oldu. İşte bu şehirle ilgili analizlerimin bir kısmı aşağıda. Sanırım bu analizlerin bir kısmı başka Anadolu şehirleri için de geçerli olabilir.

Kahramanmaraş’ın nüfusu önemli ölçüde Kahramanmaraşlılardan oluşuyor. Çok az göç alan bu şehirde deyim yerindeyse herkes Maraşlı. Kayseri gibi illerden gelen az sayıdaki Çerkez ya da geçmişten bağları olan Arnavut kökenliler de şehirle bütünleşerek Maraşlı olmuş durumdalar. Bu durumun iyi ve kötü yanları var. Herkesin Maraşlı olması iyi, ama aşırı homojen yapı, şehirdeki düşünce ve görüş çeşitliliğinin önüne geçmiş. Homojen düşünce yapısının içinde yaratıcılık yok. Komşu il Gaziantep çok daha fazla göç almış; ancak göç edenler şehrin kültürüne ayak uydurmakla birlikte, iş ve kültür hayatına renklerini vermeye devam etmişler. Kontrast olarak Gaziantep’teki çeşitlilik, şehrin ilerlemesine imkan veren bir yaratıcılığa yol açmış.

Kahramanmaraş bir turizm destinasyonu sayılmaz. Şehir ve ilçelerdeki otellerde bu tür bir turizm potansiyelini taşıyacak kapasitede değil. Ancak özellikle doğal güzellikler açısından eşsiz zenginliklere sahip Kahramanmaraş. Örneğin, Döngel Mağaralarının bulunduğu köyün sunduğu manzara eşsiz. NTV yayınlarından çıkmış olan 100 Doğa Harikası’nda Kahramanmaraş’ın Göksun ilçesi yer aldığı halde, bu durumdan ne Göksunlular haberdar, ne de birçok Maraşlı. Mavi yapraklı ağaçlardan tutun, doğal alabalık göllerine, Karadeniz’e özgü bir bitki örtüsüyle, Akdeniz yumuşaklığında bir havaya sahip olan Kahramanmaraş bütün bu turizm özelliğini kullanamıyor. Kahramanmaraş’ın zenginlerinin milyon dolarlık bağ evleri bulunuyor. Ahır dağı eteklerinde şato ya da saray standartlarında bine yakın bağ evi bulunuyor; ama bu dağda bir tane dahi tatil köyü, beş yıldızlı otel veya butik bir otel bulunmuyor. Şehir sıradan insanları ve zenginleriyle birlikte kendi halinde (yanına başka kimseyi almadan) takılmayı seviyor.

Orkide yumrusundan elde edilen salep katkılı eşsiz Kahramanmaraş Dondurması ayrıca bir vaka. Kahramanmaraş İl Genel Meclisi’nde yaptığım bir sunumda Çin’de ve Amerika’da bile bir Dondurma Festivali yapılırken Kahramanmaraş’ta bir dondurma festivali bile yapılmadığını söylediğimde neredeyse hiçbir tepki almadım. Kahramanmaraş’ın bir özelliği de kanıksamışlık. Şehrin kendine has uyumu, her türlü eksikliğin üstünü örtüyor. Şehri Kayseri’ye bağlayan yolun kaldırımı dahi yok. Ancak bu yoldan geçen Kahramanmaraşlılar gözlerine mühür vurulmuş gibi bu eksikliği fark etmiyor. Zihinleri şimşek gibi çalışan, gözleri ışık dolu ekip arkadaşlarım Nurtaç Yelden ve Serpil Ata bile, bir süre Kahramanmaraş’ta kaldıktan sonra şehirdeki eksiklikleri kanıksadılar, tıpkı diğer Kahramanmaraşlılar gibi.

Kentleşmeyle birlikte Anadolu şehirlerinin kaybettiği şeylerden biri de Ağalar… Ağa deyince negatif bir şey anlaşılmasın, şehre sahip çıkan, şehre liderlik yaparak, şehre vizyon veren ağalar yok artık. Biyografisini yazdığım rahmetli Hasan Balcı, şehre ağalık yapmıştı. Her şehre o şehri çekip sürükleyen, ona vizyon veren, ağalara / liderlere ihtiyaç var.

31.1.13

İnovasyon Türkiye

Fatih Sultan Mehmet döneminde Fatih’in talebi ve desteğiyle ile ortaya çıkarılan yenilikler, Osmanlı İmparatorluğu’na yaklaşık 150 yıllık bir liderlik verdi.

Richard Florida’nın yazdığı The Flight of the Creative Class (Yaratıcı Sınıfın Uçuşu) isimli kitapta, dünyada ülkelerin değil, yaratıcı ve yenilikçi olan insan gruplarının konuşlandığı şehirlerin birbiriyle yarıştığını iddia ediliyor. Amerika ile Kore değil, Boston ile Seul yarışıyor; Türkiye ve İspanya değil, İstanbul ve Barselona yarışıyor. Ancak bu şehir isimlerini anmak bile, yenilikçilin belirli yerlere özgü olduğu fikrini uyandırıyor ki, bu tam doğru değil. Yenilik yapmak insanlara özgü bir şey; şehirler değil insanlar yenilikçi. Dolayısıyla bir şehir kendine yenilikçi insanları çekmeye başarabilirse ya da o şehirdeki insanlar yenilikçi olursa o şehrin rekabet gücü artıyor.

Dünyada Türkiye dahil, çok başarılı konfeksiyon üreticileri bulunuyor. Ne var ki, bunların inovasyon yapanı, benim deyimimle yenilik yapanı çok az. Türkiye’nin dinamik markası Süvari Giyimde yaptığım incelemeler Türkiye’de konfeksiyon alanında da ilginç yeniliklerin ortaya çıktığını gösterdi. Süvari Giyim, hava alanlarındaki manyetik kapılardan geçerken kemer çıkarma işkencesine son veren bir kemer icat etmiş. Özel olarak tasarlanmış kemerin sadece tokası basit bir şekilde kemerden ayrılıyor ve kolaylıkla bir sorun olmadan manyetik kapıdan geçebiliyorsunuz. Süvari markası, standartlaşmış olan erkek giyimde nasıl bir inovasyon yapabiliriz diye araştırınca ilginç sonuçlara ulaşmış. Dünyada ilk kez takım elbisede genişleyebilen bel tasarlamışlar. Kahvaltıdan akşam yemeği sonrasına ulaşıncaya kadar insanın beli 4 santim kadar genişliyormuş. Bu özel tasarım pantolonlar kendileri daralıp genişlediğinden pantolon akşamleyin dar geldi, sabahleyin bol geldi sorunu ortadan kalkmış.

Türkiye’de yenilikler sadece iş alanında değil. Hiç akla gelmeyen alanlarda da yenilik projeleri var. İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü, kent kültürünün yerleşmesi için Türkiye’de ilk kez bir şehir kültürü dersini müfredata koymuş. Artık çocuklar, İstanbul’u bir ders olarak işleyecekler. İnsanların büyük şehirlerde yaşıyorlar, ama şehri yaşamıyorlar. Bu ders sayesinde İstanbul’u müzelerinden, spor tesislerinden, efsanelerinden, tarihinden güncel sosyal yapısına kadar her alanda çocuklar İstanbul’u tanıyacaklar. İstanbul İl Milli Eğitim Müdürü Muammer Yıldız, aslında şehrin ekonomisini de geliştirecek bir projeyi başlatmış durumda. Çünkü İstanbul’un kıymetleri sadece müzeleri değil, aynı zamanda başka şehirlerde doğduğu halde İstanbul’da dünya çapında girişimcilere dönüşmüş iş adamları. Proje kapsamında şehrin kültür insanları ve iş adamlarının öykülerinin de yer alacağını ümit ediyorum. Başarı kazanmış İstanbulluların öyküleri, minik İstanbulluları da girişimci yapabilir.

Richard Florida’nın yaptığı dünya inovasyon haritasında, Avrupa’nın birçok bölgesiyle birlikte maalesef Türkiye’de hiç ışıltı yok. Türkiye, Hindistan ve Çin ile birlikte yenilik olmaksızın üretim yapan dünyanın büyük ekonomilerden biri. Türkiye’nin dev üretim tesislerine sahip olan kurumlarından biri de Kipaş. Bu kurumdan Halit Gümüşer ile bir uçak yolculuğunda yaptığımız sohbet sırasında Kipaş’ın da inovasyon konusunda bazı ön çalışmalara başladığını öğreniyorum. Dünya liderliğine soyunan bir toplumun insanların üstüne giydiklerini, izlediklerini ve tükettiklerini üretmenin ötesine geçmesi ve tasarım yapmaya başlaması lazım.

Daniel Pink, Aklın Yeni Sınırları isimli kitabında sağ beyinlilerin, yaratıcı ve yenilikçi olanların kazanacağını söylüyor. Richard Florida ise kendi kitabında yaratıcı beyinleri yetiştirenlerin ve çekenlerin başarılı olacağını iddia ediyor. Seth Godin, Mor İneklerin bir öyküsü olduğunu bu öykünün kendisini pazarladığını belirtiyor. Bize düşen görev biz nasıl olur da dünya çapında bir etki yaratacak bir yenilik yapabiliriz diye düşünmek.

26.1.13

Twitter Tehlikesi

Twitter ne kadar yararlı ve ne kadar zararlı? Ben de dahil birçok insan, tüm konuşmalarına hakim değil. Bazen kızıyoruz; ağzımızdan uygunsuz sözler çıkıyor. Bazen sinirlerimize ve duygularımıza hakim olamayıp daha ağır şeyler de söylüyoruz. Böyle durumlarda ikili ilişkilerde biraz olgunluğunuz varsa özür dileyebilir ve geri adım atabilirsiniz. Karşınızdaki kişi de anlayışlı ise ve samimiyetinize inanırsa ilişkinizi onarmış olursunuz. İnternetten önce her daim ünlülerin önünde mikrofon ya da kamera olurdu. Bu kameralara yanlış bir şey söylediğinizde ortalık çalkalanırdı. Tarkan’a uzatılan bir mikrofona “Çişim geldi” dediğini birçokları unutmamıştır. Oktay Ekşi’nin Hürriyet gazetesindeki son yazısında da bir ifade bumeranga dönmüş ve Oktay Ekşi’yi istifaya götürmüştür. Eski İçişleri Bakanımız İdris Naim Şahin’in yine önce televizyonlara sonra internete yansıyan “Nereden bileyim sevindiğini, takla at ya da oyna da göreyim.”sözleri gündemden uzun süre inmedi. Klasik müzik bestekarı ve icracısı Fazıl Say’a Türkiye’den gitmemesi yönünde telkinde bulunan eski Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’a “Kultur Bakani!! KES ZIRVALAMAYI!!” diyerek attığı twit yine büyük bir olay olmuştu. Beyefendi bir insan olduğuna inancım yüksek olan Doç.Dr. Önder Aytaç’ın yine “sehven bir hata oldu” dediği twiti Türkiye’de birçok kişiyi şaşırtmıştı. En son olarak duayen tiyatro sanatçısı Levent Kırca’nın Kemal Kılıçdaroğlu’nun kendisinden önce konuşma yapmasına kızarak sarf ettiği sözlere inanamamıştık. Söz ettiğim insanların bazılarının kameralar karşısında ya da twitter sayfalarında söz ettikleri bu sözler yüzünden, bir süre sonra pişman oldukları biliyoruz. Keşke söylemeselerdi.

Peki, bu konuda kendimize ne ders çıkarabiliriz. Twitter, Facebook, Foursquare ve benzeri sosyal medya araçlarından “durum bildirimleri”ni çok sık kullandığımız zaman deyim yerindeyse “saçmalamaya ve nezaketsizleşmeye” başlıyoruz. Twitter modern bir kahvehanedir. Normal şartlarda kahvehanelere bilim adamları, sanatçılar ya da işadamları takılmaz. Halktan insanlar takılır ve halk konuşur; halkın sohbeti ve mizahı da kendi arasında kalır. Sanatçılar, bilim adamları, iş adamları ve politikacılar kahvehanenin ayrılmaz üyesi olduklarında ister istemez kendi konuşmalarını kahvehane düzeyine indirirler. Bir farkla, internet öncesi dönemde kahvehanede konuşulanlar, kahvehanede kalırken bugün twitter kahvehanesinde konuşulanlar tüm dünyaya yayılıyor.

Sosyal medya çok etkili bir iletişim aracı. Araçlar iki yönlü kullanılabilir. Bir uçağı ulaşım amaçlı da bombalama amaçlı da kullanabilirsiniz. Sosyal medyayı iyilik ve güzelliği yaymak için kullanabileceğimiz gibi, hem başkalarını gücendirecek hem de kendi ayağımıza kurşun sıkacak şekilde kullanabiliriz. Söyleyecek iyi bir sözümüz yoksa susmalıyız.

Sosyal medyada takipçi sayıları, endişeye yol açacağına kibre yol açıyor. Sizi ne kadar çok kişi takip ediyorsa yanlış bir şey söylediğinizde o kadar fazla insan sizi duyacak demektir. Onun için takipçilerimizin sayısı arttığında “beni şu kadar insan takip ediyor” diye gururlanacağınıza, artık sözlerime daha fazla dikkat etmeliyim diye düşünmeliyiz.

Yıllardan beri seminerlerde ya da bireysel olarak koçluk yaptığım kişilere söylediğim şey şu: İletişimin fazlası zararlıdır. İlginç bir dünyada yaşıyoruz; çocuklar konuşmayı öğrendiğinde, yetişkinler de susmayı öğrendiklerinde seviniyoruz. Yazımı daha fazla uzatmadan Yunus Emre’nin dizeleriyle bitirmek istiyorum: Söz ola kestire başı, Söz ola kestire savaşı, Söz ola ağulu aşı, Bal ile yağ eder bir söz. Yunus Emre

20.1.13

Başbakan Karikatürlerini Ne Yapalım?

Karikatürist Erdil Yaşaroğlu ile birlikte katıldığım bir panelde Sayın Başbakanımızın kendisini eleştiren hemen her karikatürle ilgili dava açtığını üzülerek öğrenmiştim. Türkiye’nin kıdemli ve kıymetli gazetecileri arasında Mehmet Ali Birand’ın ne kadar sevildiği ölümünden sonra daha iyi anlaşıldı. Neden sevildiği sorusunun birçok cevabı olsa da, temel cevaplardan bazıları şunlar olabilir: Açık fikirliliği, nezaketi, hoşgörülü olması ve kendine özgü mizah anlayışı onun her zaman çok sevilmesine yol açmıştır. Buradan hareketle toplum önderlerine en çok yakışan davranış hoşgörüdür diye düşünüyorum.

Sözü uzatmadan önerimi yapayım; Türkiye Cumhuriyeti Başbakanları Karikatür Müzesi açalım. Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze tüm gazetelerde özellikle başbakanları eleştirmek için yapılmış tüm karikatürleri bu müzeye koyalım. İsmet İnönü’nün, Adnan Menderesi, Demirel’in, Ecevit’in, Akbulut’un, Mesut Yılmaz’ın, Erbakan’ın ve elbette Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ında karikatürlerini bu müzeye koyalım. Bu müze Türk siyasi tarihinin mizahi eleştiri belleğini ortaya koyarken, bir taraftan da başbakanlarımızın hoşgörüsünün ve demokrasimizin çok sesliliğine olan inançlarının bir delili olacaktır. Karikatürler, haberlerle kıyaslandığı zaman sayıca çok daha azdır. Her konuşma haber yapılır; ama sadece çok eleştirilecek konuşma, olay ve kararların karikatürü yapılır; bu da onların daha seçici ve sayıca az olduklarını gösterir. Dolayısıyla siyasi karikatürler bir toplumun gerçekten hatırlanması gereken konuşma ve olaylarının bir tarihçesini tutarlar.

Böyle bir müzenin kurulması ve bir taraftan da devlet eliyle işletilmesi, özellikle gençlerimize yakın tarihimizi ve siyasetimizi çok ilginç bir şekilde keşfetme fırsatı verecektir. Devlet ne kadar ciddi bir kurum olursa olsun, hayatın kendisi o kadar da ciddi değildir; hayatın her yeri mizahla doludur. Rahmetli babam öldüğünde 18 yaşındaydım. Babamın cenaze namazı için camiye ulaştığımda amcama henüz babamın ölümünü idrak edememiş olarak “Babam geldi mi?” diye sormuştum. Amcam ne diyeceğini şaşırmış ve sonunda “Geldi oğlum, hepimizden önce” diyerek musalla taşını göstermişti. Rahmetli annem bir ara şizofreni rahatsızlığı yüzünden hastaneye yatmıştı. Hastanede yanında cep telefonu ile konuşurken bana “Niye telefonla konuşuyorsun, para yazıyor. Telepatiyle konuş, bedava!” demişti. Bazı okurlarımız biliyor, Allah nasip etti, New York Üniversitesi, MIT, Harvard gibi üniversitelerde eğitim aldım. Yine de bu kadar eğitim insanı çok akıllı yapmıyor. Lütfi Kırdar Kongre Sarayı’nda 2500 kişiye konuşma yapacağım bir günün sabahında o gün giymek istediğim gömleğimin bir düğmesinin koptuğunu fark ettim. Gömleğin en son düğmesinin yanına bir yedek düğmede dikmişler; onu bir makasla yerinden çıkardım ve gömleğe dikip gömleği üstüme giydim; ancak düğme yerinde değildi. Çünkü ben yedek düğmeyi, söktüğüm yere dikmiştim. Kendi hatama epeyce bir gülmüştüm. Siverek’te artık mahallenin delisi olan eski ünlü bir ressamla tanıştırdılar. Başka bir nedenle bu hikayeyi anlattığım Yalova Üniversitesi’nde bir öğrenci iyi niyetle sordu; “Sizi özellikle mi tanıştırdılar?”, “Evet”, dedim, gelecekteki halimi anlayayım diye.” Sınıf koptu… Sıra Dışı Yaşam Becerileri isimli kitabımda olgunluktan söz ederken, birçoklarının kendiyle dalga geçebilmeyi olgunluk kabul ettiğini belirtirim. Ancak olgunluk bundan fazlasıdır. Olgunluk başka insanların sizinle dalga geçmesine müsaade ederken doğru bildiğiniz yolda devam edebilmektir. Başbakan Karikatürleri Müzesi’nin açılışında buluşmak üzere.