31.1.13

İnovasyon Türkiye

Fatih Sultan Mehmet döneminde Fatih’in talebi ve desteğiyle ile ortaya çıkarılan yenilikler, Osmanlı İmparatorluğu’na yaklaşık 150 yıllık bir liderlik verdi.

Richard Florida’nın yazdığı The Flight of the Creative Class (Yaratıcı Sınıfın Uçuşu) isimli kitapta, dünyada ülkelerin değil, yaratıcı ve yenilikçi olan insan gruplarının konuşlandığı şehirlerin birbiriyle yarıştığını iddia ediliyor. Amerika ile Kore değil, Boston ile Seul yarışıyor; Türkiye ve İspanya değil, İstanbul ve Barselona yarışıyor. Ancak bu şehir isimlerini anmak bile, yenilikçilin belirli yerlere özgü olduğu fikrini uyandırıyor ki, bu tam doğru değil. Yenilik yapmak insanlara özgü bir şey; şehirler değil insanlar yenilikçi. Dolayısıyla bir şehir kendine yenilikçi insanları çekmeye başarabilirse ya da o şehirdeki insanlar yenilikçi olursa o şehrin rekabet gücü artıyor.

Dünyada Türkiye dahil, çok başarılı konfeksiyon üreticileri bulunuyor. Ne var ki, bunların inovasyon yapanı, benim deyimimle yenilik yapanı çok az. Türkiye’nin dinamik markası Süvari Giyimde yaptığım incelemeler Türkiye’de konfeksiyon alanında da ilginç yeniliklerin ortaya çıktığını gösterdi. Süvari Giyim, hava alanlarındaki manyetik kapılardan geçerken kemer çıkarma işkencesine son veren bir kemer icat etmiş. Özel olarak tasarlanmış kemerin sadece tokası basit bir şekilde kemerden ayrılıyor ve kolaylıkla bir sorun olmadan manyetik kapıdan geçebiliyorsunuz. Süvari markası, standartlaşmış olan erkek giyimde nasıl bir inovasyon yapabiliriz diye araştırınca ilginç sonuçlara ulaşmış. Dünyada ilk kez takım elbisede genişleyebilen bel tasarlamışlar. Kahvaltıdan akşam yemeği sonrasına ulaşıncaya kadar insanın beli 4 santim kadar genişliyormuş. Bu özel tasarım pantolonlar kendileri daralıp genişlediğinden pantolon akşamleyin dar geldi, sabahleyin bol geldi sorunu ortadan kalkmış.

Türkiye’de yenilikler sadece iş alanında değil. Hiç akla gelmeyen alanlarda da yenilik projeleri var. İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü, kent kültürünün yerleşmesi için Türkiye’de ilk kez bir şehir kültürü dersini müfredata koymuş. Artık çocuklar, İstanbul’u bir ders olarak işleyecekler. İnsanların büyük şehirlerde yaşıyorlar, ama şehri yaşamıyorlar. Bu ders sayesinde İstanbul’u müzelerinden, spor tesislerinden, efsanelerinden, tarihinden güncel sosyal yapısına kadar her alanda çocuklar İstanbul’u tanıyacaklar. İstanbul İl Milli Eğitim Müdürü Muammer Yıldız, aslında şehrin ekonomisini de geliştirecek bir projeyi başlatmış durumda. Çünkü İstanbul’un kıymetleri sadece müzeleri değil, aynı zamanda başka şehirlerde doğduğu halde İstanbul’da dünya çapında girişimcilere dönüşmüş iş adamları. Proje kapsamında şehrin kültür insanları ve iş adamlarının öykülerinin de yer alacağını ümit ediyorum. Başarı kazanmış İstanbulluların öyküleri, minik İstanbulluları da girişimci yapabilir.

Richard Florida’nın yaptığı dünya inovasyon haritasında, Avrupa’nın birçok bölgesiyle birlikte maalesef Türkiye’de hiç ışıltı yok. Türkiye, Hindistan ve Çin ile birlikte yenilik olmaksızın üretim yapan dünyanın büyük ekonomilerden biri. Türkiye’nin dev üretim tesislerine sahip olan kurumlarından biri de Kipaş. Bu kurumdan Halit Gümüşer ile bir uçak yolculuğunda yaptığımız sohbet sırasında Kipaş’ın da inovasyon konusunda bazı ön çalışmalara başladığını öğreniyorum. Dünya liderliğine soyunan bir toplumun insanların üstüne giydiklerini, izlediklerini ve tükettiklerini üretmenin ötesine geçmesi ve tasarım yapmaya başlaması lazım.

Daniel Pink, Aklın Yeni Sınırları isimli kitabında sağ beyinlilerin, yaratıcı ve yenilikçi olanların kazanacağını söylüyor. Richard Florida ise kendi kitabında yaratıcı beyinleri yetiştirenlerin ve çekenlerin başarılı olacağını iddia ediyor. Seth Godin, Mor İneklerin bir öyküsü olduğunu bu öykünün kendisini pazarladığını belirtiyor. Bize düşen görev biz nasıl olur da dünya çapında bir etki yaratacak bir yenilik yapabiliriz diye düşünmek.

26.1.13

Twitter Tehlikesi

Twitter ne kadar yararlı ve ne kadar zararlı? Ben de dahil birçok insan, tüm konuşmalarına hakim değil. Bazen kızıyoruz; ağzımızdan uygunsuz sözler çıkıyor. Bazen sinirlerimize ve duygularımıza hakim olamayıp daha ağır şeyler de söylüyoruz. Böyle durumlarda ikili ilişkilerde biraz olgunluğunuz varsa özür dileyebilir ve geri adım atabilirsiniz. Karşınızdaki kişi de anlayışlı ise ve samimiyetinize inanırsa ilişkinizi onarmış olursunuz. İnternetten önce her daim ünlülerin önünde mikrofon ya da kamera olurdu. Bu kameralara yanlış bir şey söylediğinizde ortalık çalkalanırdı. Tarkan’a uzatılan bir mikrofona “Çişim geldi” dediğini birçokları unutmamıştır. Oktay Ekşi’nin Hürriyet gazetesindeki son yazısında da bir ifade bumeranga dönmüş ve Oktay Ekşi’yi istifaya götürmüştür. Eski İçişleri Bakanımız İdris Naim Şahin’in yine önce televizyonlara sonra internete yansıyan “Nereden bileyim sevindiğini, takla at ya da oyna da göreyim.”sözleri gündemden uzun süre inmedi. Klasik müzik bestekarı ve icracısı Fazıl Say’a Türkiye’den gitmemesi yönünde telkinde bulunan eski Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’a “Kultur Bakani!! KES ZIRVALAMAYI!!” diyerek attığı twit yine büyük bir olay olmuştu. Beyefendi bir insan olduğuna inancım yüksek olan Doç.Dr. Önder Aytaç’ın yine “sehven bir hata oldu” dediği twiti Türkiye’de birçok kişiyi şaşırtmıştı. En son olarak duayen tiyatro sanatçısı Levent Kırca’nın Kemal Kılıçdaroğlu’nun kendisinden önce konuşma yapmasına kızarak sarf ettiği sözlere inanamamıştık. Söz ettiğim insanların bazılarının kameralar karşısında ya da twitter sayfalarında söz ettikleri bu sözler yüzünden, bir süre sonra pişman oldukları biliyoruz. Keşke söylemeselerdi.

Peki, bu konuda kendimize ne ders çıkarabiliriz. Twitter, Facebook, Foursquare ve benzeri sosyal medya araçlarından “durum bildirimleri”ni çok sık kullandığımız zaman deyim yerindeyse “saçmalamaya ve nezaketsizleşmeye” başlıyoruz. Twitter modern bir kahvehanedir. Normal şartlarda kahvehanelere bilim adamları, sanatçılar ya da işadamları takılmaz. Halktan insanlar takılır ve halk konuşur; halkın sohbeti ve mizahı da kendi arasında kalır. Sanatçılar, bilim adamları, iş adamları ve politikacılar kahvehanenin ayrılmaz üyesi olduklarında ister istemez kendi konuşmalarını kahvehane düzeyine indirirler. Bir farkla, internet öncesi dönemde kahvehanede konuşulanlar, kahvehanede kalırken bugün twitter kahvehanesinde konuşulanlar tüm dünyaya yayılıyor.

Sosyal medya çok etkili bir iletişim aracı. Araçlar iki yönlü kullanılabilir. Bir uçağı ulaşım amaçlı da bombalama amaçlı da kullanabilirsiniz. Sosyal medyayı iyilik ve güzelliği yaymak için kullanabileceğimiz gibi, hem başkalarını gücendirecek hem de kendi ayağımıza kurşun sıkacak şekilde kullanabiliriz. Söyleyecek iyi bir sözümüz yoksa susmalıyız.

Sosyal medyada takipçi sayıları, endişeye yol açacağına kibre yol açıyor. Sizi ne kadar çok kişi takip ediyorsa yanlış bir şey söylediğinizde o kadar fazla insan sizi duyacak demektir. Onun için takipçilerimizin sayısı arttığında “beni şu kadar insan takip ediyor” diye gururlanacağınıza, artık sözlerime daha fazla dikkat etmeliyim diye düşünmeliyiz.

Yıllardan beri seminerlerde ya da bireysel olarak koçluk yaptığım kişilere söylediğim şey şu: İletişimin fazlası zararlıdır. İlginç bir dünyada yaşıyoruz; çocuklar konuşmayı öğrendiğinde, yetişkinler de susmayı öğrendiklerinde seviniyoruz. Yazımı daha fazla uzatmadan Yunus Emre’nin dizeleriyle bitirmek istiyorum: Söz ola kestire başı, Söz ola kestire savaşı, Söz ola ağulu aşı, Bal ile yağ eder bir söz. Yunus Emre

20.1.13

Başbakan Karikatürlerini Ne Yapalım?

Karikatürist Erdil Yaşaroğlu ile birlikte katıldığım bir panelde Sayın Başbakanımızın kendisini eleştiren hemen her karikatürle ilgili dava açtığını üzülerek öğrenmiştim. Türkiye’nin kıdemli ve kıymetli gazetecileri arasında Mehmet Ali Birand’ın ne kadar sevildiği ölümünden sonra daha iyi anlaşıldı. Neden sevildiği sorusunun birçok cevabı olsa da, temel cevaplardan bazıları şunlar olabilir: Açık fikirliliği, nezaketi, hoşgörülü olması ve kendine özgü mizah anlayışı onun her zaman çok sevilmesine yol açmıştır. Buradan hareketle toplum önderlerine en çok yakışan davranış hoşgörüdür diye düşünüyorum.

Sözü uzatmadan önerimi yapayım; Türkiye Cumhuriyeti Başbakanları Karikatür Müzesi açalım. Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze tüm gazetelerde özellikle başbakanları eleştirmek için yapılmış tüm karikatürleri bu müzeye koyalım. İsmet İnönü’nün, Adnan Menderesi, Demirel’in, Ecevit’in, Akbulut’un, Mesut Yılmaz’ın, Erbakan’ın ve elbette Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ında karikatürlerini bu müzeye koyalım. Bu müze Türk siyasi tarihinin mizahi eleştiri belleğini ortaya koyarken, bir taraftan da başbakanlarımızın hoşgörüsünün ve demokrasimizin çok sesliliğine olan inançlarının bir delili olacaktır. Karikatürler, haberlerle kıyaslandığı zaman sayıca çok daha azdır. Her konuşma haber yapılır; ama sadece çok eleştirilecek konuşma, olay ve kararların karikatürü yapılır; bu da onların daha seçici ve sayıca az olduklarını gösterir. Dolayısıyla siyasi karikatürler bir toplumun gerçekten hatırlanması gereken konuşma ve olaylarının bir tarihçesini tutarlar.

Böyle bir müzenin kurulması ve bir taraftan da devlet eliyle işletilmesi, özellikle gençlerimize yakın tarihimizi ve siyasetimizi çok ilginç bir şekilde keşfetme fırsatı verecektir. Devlet ne kadar ciddi bir kurum olursa olsun, hayatın kendisi o kadar da ciddi değildir; hayatın her yeri mizahla doludur. Rahmetli babam öldüğünde 18 yaşındaydım. Babamın cenaze namazı için camiye ulaştığımda amcama henüz babamın ölümünü idrak edememiş olarak “Babam geldi mi?” diye sormuştum. Amcam ne diyeceğini şaşırmış ve sonunda “Geldi oğlum, hepimizden önce” diyerek musalla taşını göstermişti. Rahmetli annem bir ara şizofreni rahatsızlığı yüzünden hastaneye yatmıştı. Hastanede yanında cep telefonu ile konuşurken bana “Niye telefonla konuşuyorsun, para yazıyor. Telepatiyle konuş, bedava!” demişti. Bazı okurlarımız biliyor, Allah nasip etti, New York Üniversitesi, MIT, Harvard gibi üniversitelerde eğitim aldım. Yine de bu kadar eğitim insanı çok akıllı yapmıyor. Lütfi Kırdar Kongre Sarayı’nda 2500 kişiye konuşma yapacağım bir günün sabahında o gün giymek istediğim gömleğimin bir düğmesinin koptuğunu fark ettim. Gömleğin en son düğmesinin yanına bir yedek düğmede dikmişler; onu bir makasla yerinden çıkardım ve gömleğe dikip gömleği üstüme giydim; ancak düğme yerinde değildi. Çünkü ben yedek düğmeyi, söktüğüm yere dikmiştim. Kendi hatama epeyce bir gülmüştüm. Siverek’te artık mahallenin delisi olan eski ünlü bir ressamla tanıştırdılar. Başka bir nedenle bu hikayeyi anlattığım Yalova Üniversitesi’nde bir öğrenci iyi niyetle sordu; “Sizi özellikle mi tanıştırdılar?”, “Evet”, dedim, gelecekteki halimi anlayayım diye.” Sınıf koptu… Sıra Dışı Yaşam Becerileri isimli kitabımda olgunluktan söz ederken, birçoklarının kendiyle dalga geçebilmeyi olgunluk kabul ettiğini belirtirim. Ancak olgunluk bundan fazlasıdır. Olgunluk başka insanların sizinle dalga geçmesine müsaade ederken doğru bildiğiniz yolda devam edebilmektir. Başbakan Karikatürleri Müzesi’nin açılışında buluşmak üzere.

19.1.13

Başbakana Açık Mektup 3: Şehir Stratejileri

“Odaklanması olmayan dağılmıştır. Dağılan enerjisini etkili kullanamaz ve zaman ve para kaybeder. Türkiye’de değişim yaratacak konular yerine, katma değersiz konuları gündemimizde tuttukça biz de maçı kaybediyoruz.”

Türkiye’de şehirlerimizin stratejik planları var, ama stratejileri yok. Bundan bir süre önce tüm şehirlerimizin birer stratejik plan hazırladılar; birçoğunu üniversite hocaları ya da danışmanlar yazdı. Yazılan planlar birer strateji olmaktan öte birer iş listesi formundaydı. İş listeleri de elbette önemlidir; yapılacakları bilirsiniz. Ne var ki, strateji ile iş listesi birbirinden çok farklıdır. Teknik ve akademik açıklamalara girmeden söyleyeyim; strateji dediğiniz şey bir iki kelimeyle ifade edebileceğiniz, bir kurum ya da toplumda herkesin bildiği bir şeydir. Şehirler açısından en açık ve net strateji, odaklanma stratejisidir. Her şehir belirli bir konuda uzmanlaştığında bir çekim merkezi olur.

Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’nin finans ve medya merkezi New York’tur. Los Angeles deyince akla film endüstrisi gelir. Las Vegas deyince akla kumar gelir; Miami deyince plajlar ve tatil gelir. Bir şehir bir kelime ile anılmaya başlandığı anda o şehir konuda bir çekim merkezi olur. Moda için ya Paris’e ya Milano’ya gidilir; alışveriş deyince akla Dubai gelir. Yazılım ve çağrı merkezleri deyince Bangalore gelir. (İstanbul deyince de akla “aşure” geliyor. Her şey var; ama odaklanılmış bir konu yok.) Tek kelimeyle anılan şehirlerde başka şey yok mu, elbette ki var. Bir şehrin uzmanlaşmak için seçtiği kelime ya da konu, o şehrin lokomotifidir; diğer konular da şehrin diğer vagonlarını oluşturur.

Amerika Birleşik Devletleri’ndeki en kalabalık şehirler şöyle: New York 8,4 milyon, Los Angeles 3,8 milyon, Chicago 2,8 milyon. Bunun anlamı şudur; 308 milyon nüfuslu ABD’de, nüfus şehirlere dengeli yayılmış. Her şehir kendi çapında bir çekim merkezi oluşturmuş. İstanbul’un sorunu şehirde 13 milyon kişinin yaşamasıdır. Dünyanın en kalabalık beşinci şehri olan İstanbul’a yol da, okul da, hastane de yetmez; trafik de hiç bitmez. Çünkü şehir aşırı yüklenmiştir. Eğer Türkiye’de diğer şehirlerin odaklandıkları birer temaları olsaydı daha güçlü birer çekim merkezi olurlar nüfus Türkiye’de biraz daha dengeli dağılırdı.

İzmir’e Expo 2015 için seçilen tema sağlıktı ve İzmir’le çok az ilgisi olan bir temaydı. Türkiye’de bir sağlık şehri varsa açık arayla İstanbul’dur. İstanbul üniversite hastaneleri, özel hastane sayı ve kapasiteleri bakımından açık ara her şehrimizden ilerdedir. İzmir’in sağlıkla pek ilgisi yoksa da şu şıra bir “eğitim” şehri olma yolunda ilerliyor. İzmir’e şu sıra dokuzuncu üniversite kuruluyor. İzmir için belki doğru bir tema “üniversite şehri olmak” olabilir.

Her şehir kendine bir tema seçmeli ve bu temayı en iyi şekilde işlerken tüm şehri de bu konuda yatırım yapmak üzere seferber etmelidir. 81 ile 81 tema lazım. Net, mantıklı ve akıllıca temalar. Amerika’da Las Vegas ya da Los Angeles, akıllı insanların seçimleriyle kendi alanlarında marka olmuşladır. Bu şehirlerdeki kişi ve kurumlar da şehrin temasına yatırım yapmışlardır.

Bir şehrin teması hem başka yerlerden yatırım hem de turizm çeker. Kahramanmaraş’a tekstilin merkezi diye yatırım yapılır; Kapadokya’ya peri bacaları için gidilir. Ama Kırşehir’in ya da Çankırı’nın bir teması yoksa bu şehirler kendi yağlarıyla kavrulurlar.

Yeni şeçim dönemiyle birlikte her şehrin yönetimi, ileri gelenleriyle birlikte atölye çalışmaları ve toplantılar düzenleyerek kendine bir tema seçmelidir. Şehrin mevcut yapısı ve potansiyel göz önüne alınmalıdır. Çünkü mevcut yapı bir avantaj sağlayabilir; ancak kararlı ve akıllı bir şehir kendisinde hiç olmayan bir temayı da kendi üstüne oturtabilir.

17.1.13

Hz. Mevlana’nın Şifa Bulduğu Sular

Bir ara “Türkiye’de neredeyse görmediğim yer kalmadı” deyince oğlum Sanat “Türkiye’de her yeri görmüş olamazsın” dedi. Ben de “Seminer ve konuşmalar dolayısıyla Türkiye’de görmediğim sadece 3-4 şehir kaldı” diye cevap verdim. “Bütün şehirleri görmüş olabilirsin, ama bu şehirlerin ilçelerini gördün mü?” diye soru şeklindeki cevabı patlattı. Haklıydı, Türkiye’de görmediğim sayısız ilçe vardı. Gördüğüm ilçelerden beni en çok etkileyen bir ikisini paylaşmak istiyorum. Ailecek hafta sonu büyük bir alışveriş merkezinde harcayacağınız paradan daha azıyla bu bir iki ilçeyi keşfedebilirsiniz. Küçük şehirlere ve ilçelere yapılan ziyaretlerin en güzel kısmı, insanın kolayca yerli halkla sosyalleşebilmesidir. İstediğiniz her şeyi sorabilir, dilediğiniz insanla sohbet edebilir ve hatta kapısını çaldığınız bir evde çay dahi içebilirsiniz. Bir gezi programcısı gibi il il, ilçe ilçe gezmek ve kendi keşiflerimizi yapmak çok daha keyifli ve geliştirici.

Konya’nın Ilgın ilçesi’ni Siyaset Akademisi’nde yaptığım bir konuşma sırasında keşfettim. Mevlana Celaleddin Rumi, Ilgın’a kaplıcalara gidermiş. Ilgın ismi de, kaplıcalardaki ılık ve şifalı su yüzünden verilmiş. Osmanlı mimarisine ve elbette Mimar Sinan’ın eserlerine hayranım. Mimar Sinan’ın en görkemli eserlerinden biri de Ilgın’da. Lala Mustafa Paşa Külliyesi, insanın ömründe mutlaka bir kez olsun kahve içeceği, yemek yiyeceği hala dimdik ayakta duran bir eser.

Konya’nın bir başka harika ilçesi de Beyşehir’dir. Beyşehir Gölü’nün eşsiz manzarası ve sakinliği, büyükşehirden buraya ulaşanlara dünyanın başka bir köşesinde huzurun hala muhafaza edildiğini gösteriyor. Beyşehir’de mutlaka ziyaret ve keşfedilmesi gereken yer Eşrefoğlu Cami’dir. 1290-1300 yılları arasında inşa edilen cami, bir anlamda Osmanlı’yla birlikte yaşamaya başlamıştır. Yedi yüzyıllık bir cami olmasından daha önemlisi bu caminin Türkiye’nin en büyük ahşap cami olmasıdır. Muhteşem ve şıra dışı bir mimariye sahiptir. Caminin ahşap olmasına rağmen 7 asır çürümeden ayakta kalabilmesinin sırrının bugün bile bilinmediği caminin önemli özelliklerinden biri de ortasında bulunan, 4-5 metre derinliğindeki "karlık" denilen kuyudur. Karlığın, caminin çürümesini önlemek amacıyla yapıldığı sanılmaktadır. Karlığa dolan karın yavaş yavaş erimesiyle, nemin, caminin içindeki ağaçların ömrünü uzattığı tahmin ediliyor. Beyşehir’in en önemli köprüsü Taşköprü; şehre ulaştığınızda bu köprüden mutlaka geçeceksiniz. Beyşehir’in çok az bilinen muhteşem bir noktası da merkeze 5 km uzaklıktaki Yaka Manastır mesire yeri doğa tutkunları için burada yemek, gezmek ve yaşamak lazım dedirtecek kadar güzel bir yer...

Konya deyince Mevlana’dan söz etmeden olmuyor. Geçtiğimiz yıl ilk kez Konya’da dostum Mehmet Önal’ın yardımlarıyla Şeb-i Arus törenlerine katılma şansı yakaladım. Şeb-i Arus törenlerinin yapıldığı Mevlana Kültür Merkezi, tek kelimeyle “muazzam bir yer”. Mimar olmasam da gittiğim her yerde güzelliklerle birlikte “geliştirilebilir” noktaları da görürüm. Mevlana Kültür Merkezi öyle şahane bir yer ki, “geliştirilebilir noktalarını” göstermiyor. Şebi Arus törenlerinin zirvesi 17 Aralık tarihinde yapılsa da 12 Aralık’tan itibaren her gün törenlere günü birlik dahi katılmak mümkün. Allah’ın yarattığı, insanların şenlendirdiği güzellikleri keşfederken kendinizi de geliştirmeniz dileğiyle.

15.1.13

Bedavaya ev almak ister misiniz?

Manevi ağabeyim Hasan Gavas uzun yıllardır Bornova Çamdibi’nde yaşar. Bulgaristan’dan Türkiye göç ettikten sonra İzmir Tütün fabrikasında bulduğu işe emekli oluncaya kadar 23 yıl boyunca bisikletle gidip gelmiştir. İzmir’i iyi bilmeyenler mesafeyi tam tahmin edemeyebilirler. Günde yaklaşık 20 kilometre bisiklet sürmüş ve hafta sonları da çarşı-pazar alışverişini de bisikletle yapmıştır. 23 yılda neredeyse hiç otobüs bileti kullanmayan Hasan Gavas sonunda Bornova’dan bir ev almış, iki çocuğuna üniversite okutmuş, hatta kızını dil eğitimi için 6 aydan daha uzun bir süre İngiltere’ye göndermeyi başarmıştır. İşçi emeklisi olan Hasan Gavas’ın bu ekonomik başarısındaki sır bisikletin iki tekerinde ve onun içindeki tasarruf ruhunda saklıdır. Ayrıca son derece sağlıklıdır.

İstanbul Hilton Garden Inn oteli personeli, geçen hafta yapılan bir lansmanla personelinin işe bisikletle gidip gelmesine destek olmaya başladı. Türkiye’nin ilk sertifikalı bisiklet dostu oteli olan Haliç’teki bu otelin personeli, üstelik yakın semtlerden değil, Kadıköy’den vapura binip bisikletle işe gidip geliyor. İstanbul’un nefis manzarasının tadını çıkarırken bir taraftan da sabah ve akşam trafiğinde takılıp kalan otomobil şoförlerine, otobüsteki yolculara da göz kırpmayı unutmuyorlar.

Bisikletliler Derneği Başkanı Murat Suyabatmaz’ın özellikle fabrika çalışanları için kendilerine ciddi ekonomik getirisi olacak şahane bir önerisi var. Hemen her fabrika çalışanlarına servis hizmeti veriyor. Servis hizmetinin personel başı maliyeti mesafeye göre değişse de 150 TL’den aşağıya değil. Şimdi bir işveren düşünün, gönüllü olan personeline şöyle bir teklifte bulunuyor. “Sen servise binmek yerine bisikletle işe gidip gelirsen ben sana servis bedeli olan 150 TL’yi vereyim.” Asgari ücretin neredeyse dörtte biri kadar olan bu rakamın işçilerin yaşamlarındaki pozitif etkiyi bir düşünün. Yıllık 1800 TL, on yılda 18 bin TL yapar zannetmeyin. O para bereketiyle sıfır bir otomobil alacak büyüklüğe erişir. Bu durumun ispatı da ilk paragrafta öyküsünü anlattığım Hasan Gavas’tır. Bisiklete binenin sağlıklı yaşaması, fazla kilolardan uzak durması, memleketin petrole daha az döviz harcaması, trafiğin azalması, havanın temiz kalması gibi daha birçok yarar da ortaya çıkıyor.

Bisikletli ulaşımla ilgili bu köşede yazdıklarıma “Bu iş Türkiye’de olmaz, fazla hayali” diyenler ve bıyık altından gülenler olduğuna eminim. Ne var ki, zaman beni haklı çıkarıyor; Türkiye’de bisikletli yaşam başlıyor... İstanbul’un en fiyakalı caddesi Bağdat Caddesi’nde bisiklet yolları başladı. Yalova’da belediye, mahalle aralarına kadar bisiklet yolu yaptı. Yıllardır bir yara gibi duran Kadıköy Kurbağalıdere yürüyüş yolundaki eksiklik tamamlanarak bisiklet yolu Kadıköy İskele’den Tuzla tersanelerine kadar uzadı. Kadıköy Belediyesi Kalamış’ta bisikletliler için ayrılmış yol bile yaptı. İşpark İstanbul’un dört bir köşesine bisiklet parkları yapıyor; şimdilik sistem mükemmel çalışmasa da kredi kartıyla kiralayabileceğiniz bisikletler koyuyor. Hem İstanbul hem de Türkiye ağır ağır da olsa siyasetten önce bisiklet yollarıyla Avrupa Birliği’ne giriyor.

13.1.13

Yaşlanmayı Nasıl Yavaşlatabiliriz?

Amerika’da yapılan bir araştırma, günde bir saat düzenli spor yapan insanların ileri yaşlarda dahi sağlık değerlerini ve kilolarını normal sınırların içinde koruduğunu göstermektedir.

Pamukkale Üniversitesi’nde Kişisel Kalite başlığıyla yaptığım bir konferansta keskin bir ifade kullandım “Hastanelere ihtiyacımız yok” diye. İhtiyacımız olan önleyici sağlık yaklaşımı. Sağlıklı besleneceğiz, spor yapacağız, ortam koşullarına uygun şekilde giyineceğiz, hijyene dikkat edeceğiz ve düşük bir stres düzeyiyle yaşayacağız. Bu şartlar altında hastalanma ihtimalimiz düşük. Ama ne var ki, yine beklenmedik bir hastalık bizi vurabilir, bir kaza olabilir ve hastaneye düşebiliriz. Ancak marifet genel kontroller dışında (check-up) ve doğum gibi nedenlerin dışında hastaneye uğramadan bir yaşam geçirmek. Büyük lokma yiyip büyük konuşmamak gerek, hemen bu konuşmadan birkaç gün sonra kıdemli ekip arkadaşım Nurtaç Yelden bir apandisit rahatsızlığıyla hastaneye yattı ve ameliyat oldu. Çok şükür şimdi iyi. Hastanelere ihtiyacımız varmış. Kahramanmaraş Megapark Hastanesi’nin özenli ilgisine teşekkür ederiz.

Ameliyat sonrasında Nurtaç ile sohbet ederken, apandisit büyümesi gibi sorunların önüne geçmese de insanın düzenli spor yapması gerektiğini söyledim. Birçoğumuz keşke günde bir saat spor yapabilseydik der. Ancak birçok örnekde spor insanın nefsiyle ilgili verdiği birkaç aşamalı bir sınavdır. Öncelikle spor yapmak için zaman ayırmanız gerekir. Uykuyu, televizyonu ya da rahat bir ortamı veya da çalışmayı bırakıp spor yapmak için karar almamız gerekir. Birçoğumuz bu aşamayı geçemeyiz. Eğer bu aşamayı geçebilirsek işin spor boyutuna geliriz ki, bu da güçlükleri olan başka bir deneyimdir. Evde mekik de çekseniz, spor salonun da ağırlık da kaldırsanız, dışarıda bisiklet de sürseniz bir süre sonra kaslarınız yanmaya başlar. Özellikle kaldırılan ağırlıklar, çıkılan yokuşlar arttıkça kasların yanması artar ve kişinin kararlılığıyla ilgili bir sınavın içinde bulursunuz kendinizi. Birçokları bu iki sınavı da vermekten kaçınır ve vücutlarına ihtiyaç duyulan enerjiyi veremez. Spor yaparken enerji harcanır mı, enerji kazanılır mı? Bu da cevabını aramamız gereken bir başka sorudur.

Uzak doğu sağlıklı yaşam sporu olan Tai Chi Chuan yaparken şunu fark etmiştim. Oldukça yavaş hareketlerle yapılan bu spor sırasında tüm kaslarımızı ve kılcal damarlarımızı kullanırız. Örneğin başlangıçta iki elinizi sanki bir topu vuracak gibi havaya kaldırıp dizler biraz bükülüyken neredeyse bir dakika gibi yavaş bir sürede en yukarıdan dizlerinize kadar indirirsiniz. Kollar yerçekiminin etkisiyle değil, tamamen sizin kontrolünüzde dizlerinize doğru iner. Bir taraftan da derin bir nefes alırsınız. Aldığınız bu nefes kontrol etmeye çalıştığınız kol ve bacak kaslarınıza doğru yol alır. Kaslar oksijenle çalışır ve parmak uçlarına kadar yavaşlatmak için kontrol ettiğiniz bu kasların hepsine doğru temiz bir kan yol alır. Spor faaliyeti, mevsimlerden bağımsız olarak insanın vücudunda yaptığı bir bahar temizliğidir. İster bisiklete binin, ister kürek çekin, ister futbol oynayın kullanılan kaslara doğru oksijenle temizlenmiş tertemiz bir kan yol alır.

Namaz kılarken yaptığımız özel hareketler ve özellikle özgün oturma pozisyonu da vücudun kaslarının kullanılmasına yardım etmekte, ayak parmaklarına kadar kasların değerlendirilmesine imkan vermektedir. Uzakdoğu öğretilerine göre meditasyon ve yoga yapanların da birçoğu benzer şekilde vücutlarının birçok kasını kullanmaktadır. Bu kasların kullanılması sırasında temiz kan birinci sınıf bir şekilde vücudu dolaşmakta ve vücuda enerji vermektedir. Dolayısıyla ibadet ederken de spor yaparken kalori harcarız ama soluduğumuz oksijenle de enerji alırız.

İstanbul’daki ekip arkadaşım Şirin Gavas ile insanın yaşlanması nasıl yavaşlatılır konusunda tartışırken bu konuda yedi unsurun öne çıktığını söyledim. Daha önce yazmıştım; insan bedenine, ruhuna, ailesine, arkadaşlarına, gelişimine, kariyerine ve mali durumuna dengeli bir şekilde zaman ayırmalı. Burada uzun ve sağlıklı yaşamak için ne gerek diye düşünerek bir sadeleştirme yaparsak, en önemli iki unsur insanın bedenine ve ruhuna yaptığı bakımdır.

12.1.13

Güzel Diyarbakır’ın Güzel İnsanları

Yılbaşından hemen önce Siyaset Akademisi’nde Problem Çözme Teknikleri semineri vermek üzere Urfa Siverek’e Diyarbakır üstünden gittim. Siverekli dostlar eksik olmasınlar, bana bir Diyarbakır turu da yaptırdılar. Diyarbakır Kalesi yakınlarındaki Hasanpaşa Hanı’nda kahvaltı yapmaya gittik. Türkiye’de Van kahvaltısı çok ünlüdür. Ancak kahvaltının şahı, ne Van da, ne de İzmir’de… Kahvaltının şahı Diyarbakır’da… Hasanpaşa Hanı’nda birbiriyle yarış yapan kahvaltıcılardan çıktıktan sonra, mihmandarlarım beni Ensar Kitabevi’ne götürdüler. Diyarbakır sırf bu kitabevini görmek için seyahate değer. ABD’de hayran olduğum o dev kitapçılar kadar büyük bir kitapçı Ensar Kitabevi. Ama esas özelliği bu tarihi Hasanpaşa Hanı’nın bodrum katına yapılmış.

Tarihi kemerlerin arasındaki kitap rafları, hem tarih hem de bilginin içinde yolculuk imkanı tanıyor. Hasanpaşa Hanı’ndan çıktıktan sonra Ulu Cami’yi ziyaret ettik; Diyarbakır çarşısı, camileri, kiliseleri, sinagogları ve elbetteki kale surlarıyla şahane bir tarihi şehir. Mardin, Şanlıurfa ve Gaziantep hafta sonlarında büyük miktarda turist çekse de, Diyarbakır televizyonlara yansıyan olumsuz görüntüleri dolayısıyla birçok gezginin rotası dışında. Televizyona yansıyan olumsuz görüntüler, kavga ve çatışmalar şehrin genelinde değil, turistik olmayan çok sınırlı bir kısmında gerçekleşiyor. İstanbul’da Gazi Mahallesi’nde olan olaylardan milyonlarca İstanbullu nasıl televizyondan haberdar oluyorsa, Diyarbakır’daki olaylardan da Diyarbakırlılar da televizyondan haberdar oluyor. Diğer bir deyişle terör ve çatışma haberleri ile anılan şehrin, terör ve çatışma ile ilgisi pek yok. Başkan Osman Baydemir’e de politik duruşuna Türkiye genelinde olumsuz bir bakış olabilir; ancak bir turist gözüyle Diyarbakır değerlendirildiğinde derli toplu modern bir büyük şehir karşımızda duruyor; elbette şehrin bu duruşunda olasılıkla hem Osman Baydemir’in hem geçmişten günümüze gelen Prof. Dr. Ahmet Bilgin gibi belediye başkanlarının da katkısı vardır. Diyarbakır’ın keşfetmek bir hafta sonu planı yapabilirsiniz.

Bugünlerde hükümet Abdullah Öcalan ile PKK sorununun çözümü konusunda müzakere yapıyor. Mucizevi bir şekilde enflasyon sorununu Türkiye’ye unutturan, sosyal güvenlik, sağlık ve ulaştırma hizmetleri alanında devrim yapan hükümet, umarım bu konuda da başarılı olur. Bu konuda kısaca düşüncemi paylaşmak isterim. Müzakerelerin tarafı Abdullah Öcalan olmamalıdır. Çünkü PKK’nın sürmesinin nedeni Abdullah Öcalan ya da Kürt halkının hakları değil, bu işin ekonomisidir. PKK teröründen kim kazançlıdır? Önce kimin çok zararda olduğunu söyleyelim. Dağda çatışan PKK’lılar, Türk askerleri ve yörede yaşayan herkes. Biraz empatik düşünürseniz, bir Türk askeri ne kadar bu çatışma bitip evine gitmek isterse, PKK saflarına katılmış her genç de bu çatışma bitip evine gitmek ister. Peki PKK ile çatışmaların sürmesinden kim kardadır? Silah satıcıları… Türk ordusuna ve PKK tarafına silah, cephane, gıda, yakıt ve yiyecek temin eden taraflar bu çatışmanın bitmemesi için ellerinden geleni yaparlar. Ayrıca bu silah satışı sırasında rüşvetle beslenenler varsa onlar ister. Yine Türkiye’nin zayıf olmasından çıkarı olan devletler vardır; onlar ister. Onlar Paris’te, Ankara’da İstanbul’da ya da Antalya’da gerçekleşmiş ve gerçekleşebilecek her türlü patlamanın, cinayetin arkasındadır. Dolayısıyla Kürtlere Türklerden daha çok hak da versek, bu işten milyar dolarlar götürenler PKK terörünün bitmemesi için ellerinden geleni yaparlar. Diğer bir deyişle Kürt sorunu çözülebilir; Kürtlere ana dilde eğitim hakkı da verilebilir, ama PKK sorunu Kürtlerle müzakere edilerek çözülemez. Umarım yanılıyorumdur; umarım hükümet haklı çıkar.

Not: Siverek de aynı şekilde 100 yıllık camileri ve kayak tesisleri ile görülesi bir başka güzel şehir…

Not2: 220 bin nüfuslu Siverek’in sakinleri Sedat Bucak ile anılmaktan da bıkmış.

Yeni Öğretmen Modeli

Aras Marmara Eğitim Vakfı’nın düzenlediği bir toplantıda Öğretmenler günü dolayısıyla “21. Yüzyılda Eğitim” başlıklı bir konuşma yaptım. Konuşmaya değişimden söz ederek başladım. 

Amerika’nın efsane Newsweek dergisi artık kağıda basılmıyor; sadece dijital olarak internetten ya da tablet bilgisayarlardan okuyabiliyoruz. T.C. Milli Eğitim Bakanlığı’nın aldığı serbest giysi kararı, rüya gibi bir şey. Ben haberi ilk okuduğumda yanlış okuduğumu düşünüp gözlerimi ovuşturdum. Çocukların okulun yanı sıra iş hayatına atılmalarının sosyal becerilerini, sorumluluk duygularını ve muhakeme yeteneklerini geliştirdiğini düşünüyorum. Çocuğum olmadan öncede mutlaka çocuğumu ilkokul yıllarında eczane, berber veya benzeri bir dükkanda çalıştırmayı ya da mutlaka bir tezgah açtırıp bir şeyler sattırmayı düşünmüş ve konferanslarda da bunu önermiştim. Ne var ki, oğluma birkaç defa böyle işler yapmasını teklif ettiysem de hepsini reddetti. Ancak Amerika’da bulunduğumuz dönemde ünlü lego oyuncaklarının Türkiye’nin beşte biri fiyata satıldığını fark edince benden sermaye alıp bir miktar oyuncak aldı ve dönünce elektronik ticaret sitesi gittigidiyor.com adresinde satmaya başladı. 1990’larda benim hiç hayal etmediğim bir şekilde iş hayatının içine girmişti. 

Hayatımızdaki teknolojik ve algısal değişim gerçekten şaşırtıcı düzeyde. Yazının değişimle ilgili örneklerine devam etmeden 21.yüzyılda nasıl bir öğrenci arandığını paylaşmak isterim. Öncelikle iyimser ve motivasyonu yüksek öğrencilere ihtiyaç var. Çünkü iyi bir şeylerin yapılabileceğine inanmadığınız zaman harekete geçmiyorsunuz. Sıra dışı düşünen ve problemlere farklı yaklaşabilen insanlara gereksinim var. Çünkü uluslar artık hayal güçleri ve problem çözme becerilerine dayalı olarak dünyada sıralanıyorlar. Sorumluluk ve inisiyatif alan öğrenciler, hayatlarına yön verebilme şansına sahip. Sorumsuz insanlar ne odalarını toplayabilirler, ne ders çalışabilirler ne de yaşadıkları ülkeye katkıda bulunabilir. 

Dünyanın en başarılı insanları incelendiğinde hepsinin odaklandığı görülüyor. Kenan Sofuoğlu motosiklet sporuna odaklanarak dünya şampiyonu oluyor. Sezen Aksu politika değil, sadece şarkı yapıyor. Selçuk Erdem sadece karikatür çiziyor, Bahar Korçan moda yapıyor; örnekleri çoğaltmak mümkün. Kalıcı başarı için dürüstlük ve kişisel tutarlılık son derece önemli. Çünkü dürüst ve tutarlı olmayan insanlara güvenilmiyor. Bu arada merhamet etmek ve aynı zamanda problemleri çözmek empatiden geçiyor. Türkiye’deki şahane yaşamlarımıza devam ederken dünyanın dört bir köşesinde açlık ve sefaletten sürünen insanlara empati duymazsak dünya aynı sıkıntıları yaşamaya devam eder. Artık çok iyi biliyoruz ki, dünyayı tek bir insan değiştirmiyor. Tek insanlar markalaşabilir ama arkalarında büyük bir ekip vardır. Thomas Edison’a da baksanız Acun Ilıcalı’ya da baksanız arkalarında dev bir ekip görürsünüz.

Öğretmenlerimizin görevi bu 7 karakter özelliğini çocuklarımıza kazandırmak. Ancak hemen akla gelen soru, acaba öğrencilerden önce öğretmenlerimiz bu karakter özelliklerine sahip mi? Konuşmam sırasında beni dinleyen yaklaşık 500 öğretmene bu soruyu yönelttim. Bu karakter özellikleri birer ders olsaydı, bir sınava girseydiniz, her bir dersten 10 üzerinden kaç alırdınız? İsterseniz siz de kendinizi bir sınayın: İyimserlik ve Motivasyon; Sıra dışı düşünme ve Problem Çözme; Sorumluluk Alma ve İnisiyatif Kullanma; Odaklanma ve Özdisiplin; Dürüstlük ve Tutarlılık; Empati; Takım Çalışması ve İşbirliği. Sanırım, birçok öğretmenin işe kendilerine bunları öğretmekle başlaması gerekiyor.

10.1.13

Yeşil Kafalar 9 Spor Arabalı Müteahhitlere Karşı

Türkiye’de yeni yapılan binaların çevrenin “ç”si ile ilgisi yok. Hepsi ultra lüks, ama yeşil bina özellikleri yok. Ne güneş enerjisinden yararlanıyorlar; ne yağmur suyunu kullanmaya çalışıyorlar; ne gün ışığını etkili bir şekilde değerlendiriyorlar; ne enerjiyi tasarruf ediyorlar; ne geri dönüşüm (çöp geri dönüşümü) sistemleri var. Ama yapılan o lüks binaların ve sitelerinden şatafatından geçilmiyor. Granit taşlar, havuzlar, güvenlik geçişleri, parmak iziyle açılan kapılar ve benzeri lüks ama işlevsiz ayrıntılar var, ama işe yarar ayrıntılar yok.

Ama yine de her şey değişiyor. Geçtiğimiz Cuma günü, Ford Otosan’ın OİB Eğitim Vakfı işbirliğiyle destek verdiği Otomotiv Endüstrisi İhracatçıları Birliği Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi (ne kadar uzun bir lise ismi!), tüm süreçleri tamamlayarak, “Yeşil Bina” sertifikasını almaya hak kazandı. Binalar artık Batı’da “Yeşil Bina” diye sertifikalandırılıyor, elbette rengi yüzünden değil. Bursa’daki bu lise bu sertifikayı nasıl aldı? Çatısında elektrik enerjisi üreten güneş panelleri kuruldu. Tuvaletlere gereksiz elektrik enerjisi ve su kullanımını engelleyecek sensörler takıldı. Lavabolara musluklardaki debiyi, düşüren kartuşlar takıldı. Böylece gereksiz su israfı önlendi. Okul bahçesine bisiklet parkı yapıldı. Çocuklar bisikletleriyle gelip giderek hem spor yapıyor; hem de karbon salınımı ile yakıt tüketimini azaltıyor. Geri dönüştürülebilir atık toplama alanları oluşturuldu. Bu mütevazı örnek, umarım Milli Eğitim Bakanlığı tarafından okul inşası ve işletilmesi için (biraz daha geliştirilerek) standart hale getirilir.

Yakında belediye seçimleri var; belediyeler kaldırım taşı döşemeye başlarlar. Bu köşeden takip edenler biliyorlar, bisikletle ulaşımın yılmaz bir savunucusuyum. Bu konudaki en büyük ihtiyaç ise bisiklet yollarının yapılması, bisiklet yolu yok yapılanı da yıkıyorlar. Geçtiğimiz hafta İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Başkanı Kadir Topbaş’ın ekibi, Bağdat Caddesi’ne bisiklet yolunu Perşembe günü yaptı, Cuma günü söktü (!). Bize Türkiye’de yaşadığımızı hatırlattıkları için kendilerini tebrik ediyorum.

Türkiye’de özellikle tekerlekli sandalye kullanan engelliler içinse kaldırımların iniş ve çıkışa müsait olmaması bir başka temel sorun. Geçtiğimiz günlerde bir engelli Nevzat Özyavuzer kaldırıma çıkamadığı için çöp kamyonunun altında can verdi. Şimdi size hiç masrafsız bisiklet yolu yapımı ve engellilerin yaşamını kolaylaştıracak bir çözüm öneriyorum. Kaldırımları yolla aynı düzeyde tutalım; diğer bir deyişle kaldırım yapmayalım, yaya yolu yapalım. Yağmur suları için yaya yolu ile yolun bitiştiği çizgiye hafif bir eğim verelim. Arabaların yaya yoluna park etmemesi için de ayırıcı 45 Cm’lik metrelik direkler (seperatörler, babalar) dikelim. Uygulaması var mı var. İstanbul’da Kadıköy Belediyesi Moda Caddesi’nde ve Kadıköy Çarşı’da uyguluyor. Merak eden gelip incelesin.

Şimdi uygar ve insanca yaşamı hak eden bir Türkiye için siz okurlarıma bir çağrıda bulunuyorum. Lütfen bu yazıyı Belediye başkanınıza götürünüz ve yolla eşdüzey bir yaya yolu yapması için talepte bulununuz. Böylece tüm engelliler rahatça yaya yolunda ölmekten korkmadan gidebilir. Bisiklet yolları yapılıncaya kadar da bisikletliler de Kadıköy de olduğu bu yolları kullanabilir. Not: İzmir Güzelyalı’daki parkı yeniden yıkıp yapan Konak Belediye Başkanı Hakan Tartan’ın ekibi, parka bir bisiklet parkı yapmayı unutmuş. Umarım hatırlayıp koyarlar.

6.1.13

2012’de neler öğrendim?

Ocak:
Japonların medeniyetin farklı ölçülerinde ABD, Kanada ve Avrupa’dan daha ileride olduğunu, ama Allah inancının olmamasının bir kısım Japon’u boşluğa ve kumarhanelere düşürdüğünü öğrendim.

Şubat:
Arnavutluk Epoka Üniversitesi’ne hoşçakal derken Yalova Üniversitesi’nde Girişimcilik Dersi’nde öğrencilerin geçmesini final sınavına değil, bir e-ticaret sitesinde para kazanmaya bağlayabileceğimi ve çok değişik fikirlerle para kazanabildiklerini öğrendim.

Mart:
İnsanın en büyük zenginliğinin çevresindeki insanların gönül güzelliği olduğunu ve insanın yanlış seçimlerle bu insanları farkında olmadan uzaklaştırabildiğini öğrendim.

Nisan:
Yemekle ilgili yaptığımız seçimlerin aslında yaşamımızı temelden etkilediğini, yeme alışkanlıklarını değiştirecek kudrette birinin yaşamını değiştirebileceğini öğrendim.

Mayıs:
Kuzey Kıbrıslıların sağlıklı ve akıllı insanlar oldukları halde Türkiye’den aldıkları destekle bir anlamda koltuk değneğiyle yaşamaya alıştıklarını, Türkiye’ye yakınız derken traji-komik bir şekilde İngiliz trafik düzenini tercih ettiklerini, politik müzelerinin ve politik tanıtımlarının içler acısı olduğunu öğrendim.

Haziran:
Meşhur olmak gibi bir çıkar vaadi için kabul edilemez şartlarla dolu bir sözleşme imzalamanın bir tür intihar olduğunu, her zaman bu şartları bir avukatla müzakere etmek gerektiğini aksi takdirde kişinin sözleşmeyi imzaladığı tarafın kölesi olduğunu öğrendim.

Temmuz:
Tüm dünyadaki Müslümanların içinde Arapların küçük bir grup olmasına rağmen, dünyada Müslümanlığın Araplarla özdeşleştiğini, belirli bir milletin gelenek ve göreneklerinden gelen İslam ile ilgisi olmayan özelliklerinin İslam’a mal edildiğini, tüm Müslümanların bu şekilde değerlendirildiğini üzülerek öğrendim.

Ağustos:
Harvard Üniversitesi’nin en kıdemli profesörlerinin tahmin edilemeyecek kadar tevazu sahibi olduklarını, doğrudan çalışma alanları olan konularda bile “bilmiyorum”, “bu işi -lider yetiştirmeyi iyi yapamıyoruz” diyecek kadar alçak gönüllü olduklarını öğrendim.

Eylül:
Marmaris ve Muğla’da yaptığım küçük bir gezi sırasında en iyi restoranların ve otellerin beş yıldızlı olanlar değil, ailelerce işletildiğini öğrendim.

Ekim:
Kendini çok akıllı bulan insanların bile, dostlarının uyarılarına rağmen çok aptalca hatalar yapabildiğini ve bu hatalarını bazen fark etmelerinin aylar aldığını, nefsin insanın gözünü bir perde indirdiğini öğrendim.

Kasım:
Optimist Kitapları’ndan Jeffrey Hollender ve Bill Breen’in kaleminden çıkan, Sorumluluk Devrimi isimli kitabın yönetim ve kapitalist düzenle ilgili çığır açıcı bir kitap olduğunu öğrendim.

Aralık:
Bisiklet Filmleri Festivali’nde izlediğim Mikey Hart’ın yönettiği Ganalı BMX’çiler, dünyanın en iyi öğretmenin BMX bisikletçiler olduğunu, çünkü iyi yapamazsanız bisikletin (üstünüze düşerek) binicisi döverek doğrusunu öğrettiğini söylediler.

Aynı şekilde Allah’ın sunduğu hayatın en güzel öğretmen olduğunu, iyi bir insan olursanız sizi ödüllendirdiğini, hata yaparsanız sizi incittiğini öğrendim.

Şirazi’nin sözleriyle kadının hem namuslu hem de güzel ise kocasının kendini cennette bileceğini; kadının hem dindar hem tatlı dilli ise, onun güzelliğine çirkinliğine bakılmayacağını; ahlakı güzel olan kadınınsa tüm kadınların en güzeli olduğunu öğrendim.

5.1.13

Değişim Düşmanları

Dünyada kişi ve kurumların en büyük düşmanları dışarıda değil, içeridedir. İnsanın dışarıdaki düşmanları bir insanı kendi aleyhine olacak şekilde konuşturamaz; kendi aleyhine olacak şekilde hareket etmesine yol açamaz. Düello yapan iki kovboy düşünün; kovboylardan biri diğerinin ne söyleyeceğini ya da nasıl hareket edebileceğini belirleyemez; sadece silahını çekip rakibine ateşleyebilir. Bu anlamda dışarıdaki düşmanla baş edebilmek de kolaydır. Ama içerideki düşman, sizin ne söyleyeceğinize ve nasıl hareket edeceğinize ilişkin tam bir kontrol sahibidir.

Nesil Yayınları’ndan çıkan Can Alpgüvenç’in Şeyh Sadi Şirazi Bostan ve Gülistan isimli eserinde Şirazi’den seçme öyküler var. Birinci bölüm benim deyimimle insanın en büyük düşmanına ayrılmış: Kibir. Kibrin çok değişik yansımaları vardır. En kötü yansımalarından biri, her şeyin en doğrusunu bildiğini sanmaktır. Siyasetle, dinle, ekonomiyle, yönetimle, uluslararası ilişkilerle ve aklınıza gelen her konuda en doğruyu, en iyi bilenin kendisi olduğunu düşünen kişinin kulakları tıkanır, gözleri görmez olur. Ne dostlarının ne alimlerin ne de düşmanlarının hakikat de olsa sözlerini duyarlar. Kibir bir de yüksek bir konum / unvanla -müdürlük, genel müdürlük, vekillik, başkanlık, bakanlık, başbakanlık gibi - birleşirse durum iyice kötüleşir. Çünkü kibrin çok sevdiği araçlar, cezalandırma gücü, kişinin değerine değil gücüne saygı duyulması, kişinin konumu dolayısıyla methedilmesi, belirli bir çerçevesi de olsa istediğini yapabilme gücü, kişiyi iyice doğru yoldan çıkarır.

Şirazi bir hikayesinde Sağır Hatem diye bilinen bilge bir kişiyi anlatır. Karısını utandırmamak için onun işlediği bir suçu duymazlıktan gelmek için bütün ömrünü sağır taklidi yaparak geçirmiş bir kişidir bu. Ancak bir gün bir bahçede bir dost meclisinde sohbet ederken örümcek ağına düşen bir sineğin vızıltısını duyunca “açgözlülük, insanı tuzağa düşürür” deyince çevresindekilerden biri “Ey bilge kişi, sen sağırsın, nasıl sineğin vızıltısını duyabildin?” diye sorar. O da şöyle söyler: “Beni bilge bilenler beni hep överler, o zaman da gururum beni alt eder ve nefsimin esiri olabilirim. Ama sağır olduğumu düşünenler, yanımda nasıl olsa duymaz diyerek hep hatalarımı söylerse, kendime çeki düzen verebilir, değişebilirim.” (Şirazi’yi okudukça kendimi de onun ölçülerinde çok kibirli bulup utandım.)

İş ve siyaset dünyasında öyle kibirli insanlar görüyorum ki, kulakları sağır, gözleri kör. Bunların bir kısmı iyi okullardan mezun, bazılarının master dereceleri var, bazıları yurt dışında okumuş. İlginç bir şekilde eğitim ve edinilen başarı artıkça kibir de artıyor ve kişinin iletişimini bozarken gelişmesini engelliyor.

İkinci düşman, tutuculuk. Tutuculuk da kibrin en sevdiği çocuğudur. Her şeyin en iyisini bilen biri, elbette hiçbir konudaki fikir ve hareketini değiştirmeyecektir. Kibirli kişi, dışarıdan gelen her türlü enformasyona kapalı olduğu için yeni bir şey öğrenemez. Düzeltiyorum, yağcılardan gelen methiye ve zehirli ispiyonlara açıktırlar. Zehirli ispiyon: asılsız bir şekilde yapılan iftiradır. Zehirli ispiyonlar, tarih boyunca birçok insanın haksız yere harcanmasına yol açmıştır. Tutuculuk, insanın farklı düşünebilme ve hareket değişebilmesinin önündeki en büyük engeldir. Nesil Yayınları’ndan çıkan Şeyh Sadi Şirazi’nin bin yıllık bu eserini ailecek okumanızı ve yeni yılda kendinizi bu iki açıdan gözden geçirmenizi tavsiye ediyorum.