10.2.13

MBA Yapmak ya da Yapmamak, işte bütün mesele bu!

Bir Japon ve bir Amerikalı, Afrika’da safariye çıkmışlar. Safaride macera olsun diye gruptan ayrılıp kendi başlarına ilerlemeye başlamışlar. Orman içinde bir saat kadar yürüdükten sonra tam aradıkları şeyi bulmuşlar. Karşılarında bir kaplan varmış. Kaplan onlara yavaş yavaş sokulmaya başlayınca Japon hemen sırt çantasından spor ayakkabısını çıkarıp giymeye başlamış. Amerikalı, Japon arkadaşına seslenmiş: “Yararı yok, hiçbir zaman bir kaplandan hızlı koşamazsın!” Japon cevap vermiş: “Senden hızlı koşsam yeter!”

Dünya artık rekabete dayalı olarak işliyor; bir Türk olarak başka milletlerden daha üstün performansımız olduğu zaman kazanıyoruz. Türkiye’de bir işe girmemiz ya da iş hayatında başarılı olmamız diğerlerinden daha üstün niteliklerimiz olmasına bağlı. Yıllardan beri çevremdeki herkesi daha çok okumaya ve eğitim almaya teşvik ettim. Herkes daha önce bitirdiği okulun üstüne bir tane daha koymalı. Lise mezunuysan yüksek okul ya da üniversite okumalısın; üniversite mezunuysan mastır ve doktora yapmalısın. Türkiye’de yüksek eğitim konusunda ciddi bir talep var şu anda. Açılan sayısız özel üniversite ve devlet üniversiteleri bu talebin bir sonucu.

Ancak okul açmak yeterli değil, okulları da sıra dışı hale getirmek önemli. İşletme yönetimi master programlarının (MBA) birçoğunda yönetim, pazarlama, finans ve muhasebe gibi benzer dersler işleniyor. Aslına bakarsanız bu konudaki kitapları da alsanız bilgiye ulaşmış olursunuz. Dolayısıyla bir işletme mastırı bize kitaptan öğrenemeyeceğimiz bir şeyler sunmalı. Yalova Üniversitesi İşletme Bölüm Başkanı Doç.Dr. Mustafa Kurt, Yalova Üniversitesi işletme programını sıra dışı hale getirmek için hoca kadrosunun oluşumunda farklı bir yöntem izliyor. İşletme mastır yapan öğrencileri iş ve yönetim dünyasına daha iyi hazırlamak için, akademi kökenli öğretim üyelerinin yanı sıra iş, spor ve sanat dünyasından önde gelen isimlerle de buluşturuyor. Akademisyenlerin yanı sıra hem iş dünyasında kariyeri olan büyük kurumların yöneticileri de derslere giriyor. MBA programının ikinci döneminde yine akademik dereceleri olan spor antrenörleri, tiyatro ve sinema yönetmenleri ve hastane başhekimleri gibi farklı sahalarda yöneticilik tecrübesi olan hocalar ders veriyor. Sıra dışı düşünceler, aynı ders kitabının profesörler tarafından anlatılmasıyla farklı tecrübe ve bakış açısına sahip insanlar tarafından paylaşılmasıyla ortaya çıkıyor. Master yapmaya çalışanların önündeki engellerden biri de ALES sınavı. Bu sınavdan yeterli puan olmanız önemli değil, iki yılda bir geçerliliği biten bu belgeden mutlaka elinizde geçerli bir sınav belgesi olması gerekli. Bu da yüksek eğitim yapmak isteyen birçok insanın önünde engel oluşturuyor. Yalova Üniversitesi’nde tezsiz yüksek lisans yapmak isteyenler için ALES belgesi istenmiyor. Öğrencilerin hayatını kolaylaştırmak için bir de tezsiz yüksek lisansın tüm derslerini de Cumartesi gününe sıkıştırmışlar. Mütevazı bir harç ücreti olan Yalova Üniversitesi’nin bu sıra dışı tezsiz yüksek lisans programı için 15 Şubat’a kadar kayıtlar devam ediyor. Yalova Üniversitesi, İstanbul dışındaki İstanbul’a en yakın üniversitelerden biri olarak Türkiye’nin yıldızı parlayacak devlet üniversitelerinden biri. Elbette yenilikçi kadrosu da ellerindeki tüm imkanları yıldızlaşmak için kullanacak gibi görünüyor.

MBA programlarının öğrencilerine dağ tırmanışı, yelkencilik, kürek çekme gibi daha yenilikçi unsurlar katacaklarını umuyorum. Yoksa MIT ve Harvard derslerini bedavaya cep telefonunda izleyebildiğimiz bir dönemde kendi kendimize okuyabileceğimiz ders kitaplarını hocalardan dinlemenin pek bir cazibesi yok.

Aşk Bitti

Kanun-i Sultan Süleyman, hangi kanunu yapsaydı, Osmanlı çökmezdi? Yavuz Sultan Selim, tonlarca ağırlığındaki toplarını Sina Çölü’nden hangi teknikle geçirdi? 1881’e kadar neden Osmanlı içinden bir Atatürk çıkmadı?

Değerli dostum Avram Aji’nin önerisiyle Elif Şafak’ın Aşk isimli romanını Ay Işığı isimli kitap kulübümüzün okuma gündemine aldık. Elif Şafak, Mevlana ile Şemsi Tebriz-i arasındaki ilişki üzerinden bir parça Mevleviliği, bir parça Allah yolundaki bu büyük dostluğu anlatmaya çalışıyor. Elif Şafak, romanında 21. yüzyılın başlarından evli bir Amerikalı kadın, Mevlana, Şems, Sultan Veled, Mevlana’nın eşi, oğlu, başka bir tarikatın şeyhi, bir sarhoş, bir fedai karakterini ve daha birçok karakter kullanıyor. Ne var ki, hepsinde aynı kişi konuşuyor: Elif Şafak. Dilde hiçbir değişim yok. Yani bir sarhoşun Mevlana kalitesinde konuşması ya da bir Amerikalı kadının Şemsi Tebriz-i ile aynı dili kullanması birazcık dikkatli okurlara tuhaf geliyor. Kitabın 22. sayfasında Amerikalı kadın kahramanımız ailesiyle yaptığı bir konuşmada kendisine daral geldiğini söylüyor. Elbette bu bir Türk yazarın kurgusu; ama yine de İngilizceden Türkçeye çevrilen bir metin olduğunu hayal etsek, hangi İngilizce ifadeyi “bana daral geldi” diye Türkçeye çevireceğiz? İlerleyen sayfalarda Elif Şafak, Mevlana’yı da büyük olasılıkla istemeden ve farkında olmadan alçaltıyor. Şemsi Tebriz-i, romanın öyküsünde daha önce Tarikat’ta çırak olan bir çocuğu test etmek için kullandığı bir soruyu, kitabın sonunda Mevlana’yı test etmek için kullanıyor. Açıkçası o bölümleri okuduğumda Elif Şafak’ın niyetinin temiz olduğuna inanmasam, Mevlana’ya hakaret etmeye çalışıyor diye düşünürdüm. Çünkü ilköğretim öğrencisine soracağınız bir soruyla, üstatların üstadı kabul edilen bir üniversite hocasını sınamazsınız. Yine de Elif Şafak’a yazdığı için, insanları değerli olanları hatırlamaya ve düşünmeye sürüklediği için teşekkür ederim.

Elif Şafak’ın Aşk’ını okurken elime İhsan Oktay Anar’ın Suskunlar’ını aldım ve bırakamadım. Ne var ki, İhsan Oktay Anar’ı neden daha önce okumadım / zaman ayırmadım diye sordum kendime. İhsan Oktay Anar’ın Suskunlar’ı, son (altıncı) romanı ve büyük olasılıkla ustalık eseri sayılabilecek bir romanı. Kendine özgü bir dil kullanımı / yaratımı, müthiş bir kurgu, müthiş ayrıntılar, yüzlerce iç içe geçmiş öykü ve müthiş bir roman. Ne anlatıyor? Aşk. Evet, o da Aşk’ı anlatıyor. Okuyalım mı? Hemen okuyalım. İhsan Oktay Anar, muhtemelen romancı olarak yaşayan en büyük romancılarımızdan bir tanesi. Son yıllarda okuduğum en orijinal, en zengin roman. Bir yazarın tüm kitaplarını çoğu zaman okumam ama gidip İhsan Oktay Anar’ın tüm kitaplarını aldım. İlk romanı Puslu Kıtalar atlasını da okudum 1992 yılında yayımlanmış. Didaktik olmaya hiç çalışmadan bir film izler gibi sizi olayların içine çeken yer yer kahkaha attıran; yer yer meraktan çatlatan çok ilginç bir kafa. Bilim, felsefe, din, Osmanlı yaşamı, tuhaf makineler hepsi bir arada; son derece iyi örülmüş ve bütün bu anlattıkları hiçbir yere ulaşmayacak diye umutsuzca sayfaları çevirirken sizi şaşırtacak kadar anlamlı bir yere götüren sıra dışı bir yazar. Eğer Suskunlar’ı ya da başka bir romanını okumak isterseniz; bir Cumartesi sabahı başlayın okuma hızınıza göre 24 ya da 48 saat içinde çok fazla ara vermeden bitirin. O kadar çok ayrıntı ve iç içe geçmiş öykü var ki, arada unutabiliyorsunuz.

Bu arada Elif Şafak’ın Aşk’ı doğrudan, İhsan Oktay Anar’ın Suskunlar’ı dolaylı olarak Mevlevilik hakkında. Mevlevilik hakkında bilgi sahibi olmak için hangisini okuyalım diye sorarsanız, doğrudan Mesnevi’yi okumanızı öneririm. Bir roman okumak isterseniz Suskunlar daha iyi bir tercih. Türkiye çok ilginç bir yer; insanlar Kur’an-ı Kerim’i okumak yerine Kur’an’ın şifresi diye bir kitabı, Mesnevi’yi okumak yerine Mevlana üzerine yazılan kitapları okuyorlar. İnsan gerçek bir elmasla mı ilgilenir, yoksa elmas görüntüsündeki bir plastik parçasıyla mı? Mübarek Ramazan ayına çok az kaldı. Daha önce tamamen ve parça parça Kuran-ı Kerim’in mealini okumuş olmama rağmen bu Ramazan’da her gün bir Kuran Mealinden ortalama 20 sayfa okuyacağım. 30 Ramazan’da 600 küsur sayfa bitiyor. (Mustafa İslamoğlu’nun meali en duru Türkçe’ye sahip bana göre). Müslüman Türkiye’de toplumun %70’ten fazlasının oruç tuttuğu söylense de Kuran-ı Kerim-in Türkçe Mealini okumuş çok az insan var. İftar sonrası, benim tatlım Kur’an sayfaları olacak. Arzu ederseniz siz de aileniz ve arkadaşlarınızla bana katılabilirsiniz.

08.08.2009

6.2.13

Bir uçak nasıl patlatılır?

Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nün 1 Mart 2009’da devreye giren kuralları gereğince uçaklara yolcu yanında sıvı ve benzeri türde maddeler alınmıyor. Hava limanlarındaki son güvenlik noktasında uçağa içme suyu dahil, hiçbir şeyi geçiremiyorsunuz. Suyu içseniz ve su olduğunu ispatlasanız dahi suyu geçiremiyorsunuz. Bu uygulama ilgililer, yetkililer beni bağışlasın çok yersiz, etkisiz bir uygulama. Sadece suyu değil, 72 saatlik dondurulmuş Maraş dondurması, çok kıymetli kestane balı gibi herhangi bir uçağı patlatmak için değil, ama uçakta açarak en fazla yolcuların ve kabin ekibinin ağzını tatlandırabileceğiniz gıdaları bile uçağa almıyorlar. Kibarlığımı koruyup bu yapılan uygulamanın zeka seviyesinde yorum yapmayıp yorumu okurlara bırakacağım.

Şimdi suyu, balı ya da özel muhafazasında şoklu dondurmayı uçağa güvenlik açısından riskli bulup almayan ulusal ve uluslar arası güvenlik kuralları neler yapıyor? Havaalanında son güvenlik kontrolünü geçtikten sonra restoranlarda su dahil her türlü içki satılıyor; ücretsiz kullanılan ikram salonlarında su ve her türlü alkollü içki bulunuyor. Buralardan temin ettiğiniz içecekleri poşet içinde ya da çantanızın içine koyarak uçağa sokabilirsiniz. Ayrıca uçaklarda içki ikramı ve satışı da var. Uluslar arası uçuşların hepsinde istediğiniz gibi votka, viski, rakı gibi alkollü içecekleri şişesiyle alabilirsiniz. Bunları niye sayıyorum? Uçağın içinde molotof kokteyli yapmak için ihtiyaç duyacağınız şey sadece bir şişe alkollü içki. Eğer bir tanesi yeterli gelmiyorsa, üç terörist uçağa ikişer şişe viskiyi direk hostesten satın alır; şişeleri açar içlerine birer kumaş mendili sarkıtır ve uçağa girmesinde mani olmayan kibrit ya da çakmakla yakarak şişeyi uçağın herhangi bir yerine fırlatır. Uçağa neredeyse tırnak makası bile sokmayan güvenlik sistemi, cam şişelere izin veriyor. İçi su dolu bir pet şişeyi uçağa alamazsınız, ama içi boş bir cam şişeyi uçağa alabilirsiniz. Uçakta şişeyi ya da şişelerinizi koltuğun sert kolçağına vurarak yarısını kırarsınız ve elinize fazlasıyla kesici bir cisim ele geçirmiş olursunuz. Uçağa iki adet döner bıçağı ya da kılıç sokmak isterseniz, kabine alınabilen çek çekli bavulların içi boş iki metal borusu var. Onların içine koyabilirsiniz, x-ray’de görünmez. Uçağa ip sokmak yasak değil, ayrıca bel kemeri bir kement formunda harika bir boğucu sistem olarak kullanılabilir (aynı amaçla her türlü şarj kablosu da kullanılabilir). Hosteslerin kokpite servis yaptığı sırada hızlıca kabine dalar, elinizdeki kesici ya da yanıcı düzeneği kullanacak fırsatı yakalarsınız.

Bir keresinde cep telefonumun kulaklığını bir havalimanı güvenlik görevlisi uzun uzun incelemişti. Beyaz bir kulaklık… Geçenlerde iPad’in şarj cihazı ve kordonunu iki defa x-ray’den geçirdiler. Gülerek olanları izledim. Üstelik CIP (önemli müşteri) kontrolü’nden geçiyordum. CIP kart alabilmeniz için yüzlerce kez uçağa binmeniz gerekiyor. Diğer bir deyişle yıl boyu yüzlerce kez uçağa binen kişinin bir uçak kaçırmaktan daha iyi işleri vardır (yazar, çizer, iş adamı, gazeteci, sanatçı, hoca vs.).

Bir uçağı kaçırmak isterseniz bunlar işe yarar ama içine binmeden uçağı düşürmek isterseniz, hava limanı güvenliği ile hiç uğraşmanıza gerek yok. Havalimanı yakınında uçuşları uygun görebildiğiniz bir noktaya yeterince yaklaşır, aracınızı park edersiniz; roketatarınızı çıkarır, iniş ya da kalkış halinde bir uçağın kanadına nişan alırsınız. Bütün bunları niye anlattım; lütfen kurallar değiştirin; artık suyumuza, dondurmamıza karışmayın ya da işi ciddi yapın; risklere karşı ciddi önlemler alın. Havaalanlarında sürekli yolcularla tartışmak zorunda kalan güvenlik görevlilerinin de işini kolaylaştırın.

2.2.13

Kahramanmaraş

2002 yılından beri Kahramanmaraş’a değişik vesilelerle gidip geliyorum. İlk kez Miraç Koç’un inisiyatifiyle Kişisel Gelişim ve Sinerji Derneği için bir konuşma yapmak için gitmiştim. Daha sonra Miraç Koç’un eşi Hülya Koç’un idealist çabalarıyla bu şehirde uzun süreli bir girişimcilik eğitimi projesine başladık. İki proje arasında duayen işadamı Hasan Balcı’nın hayat öyküsünü yazmak için de şehirde uzun süre kaldım. Hayatının önemli bir kısmını büyük şehirlerde geçiren benim gibi bir yazar için Kahramanmaraş’ta geçirdiğim süre, son derece öğretici oldu. İşte bu şehirle ilgili analizlerimin bir kısmı aşağıda. Sanırım bu analizlerin bir kısmı başka Anadolu şehirleri için de geçerli olabilir.

Kahramanmaraş’ın nüfusu önemli ölçüde Kahramanmaraşlılardan oluşuyor. Çok az göç alan bu şehirde deyim yerindeyse herkes Maraşlı. Kayseri gibi illerden gelen az sayıdaki Çerkez ya da geçmişten bağları olan Arnavut kökenliler de şehirle bütünleşerek Maraşlı olmuş durumdalar. Bu durumun iyi ve kötü yanları var. Herkesin Maraşlı olması iyi, ama aşırı homojen yapı, şehirdeki düşünce ve görüş çeşitliliğinin önüne geçmiş. Homojen düşünce yapısının içinde yaratıcılık yok. Komşu il Gaziantep çok daha fazla göç almış; ancak göç edenler şehrin kültürüne ayak uydurmakla birlikte, iş ve kültür hayatına renklerini vermeye devam etmişler. Kontrast olarak Gaziantep’teki çeşitlilik, şehrin ilerlemesine imkan veren bir yaratıcılığa yol açmış.

Kahramanmaraş bir turizm destinasyonu sayılmaz. Şehir ve ilçelerdeki otellerde bu tür bir turizm potansiyelini taşıyacak kapasitede değil. Ancak özellikle doğal güzellikler açısından eşsiz zenginliklere sahip Kahramanmaraş. Örneğin, Döngel Mağaralarının bulunduğu köyün sunduğu manzara eşsiz. NTV yayınlarından çıkmış olan 100 Doğa Harikası’nda Kahramanmaraş’ın Göksun ilçesi yer aldığı halde, bu durumdan ne Göksunlular haberdar, ne de birçok Maraşlı. Mavi yapraklı ağaçlardan tutun, doğal alabalık göllerine, Karadeniz’e özgü bir bitki örtüsüyle, Akdeniz yumuşaklığında bir havaya sahip olan Kahramanmaraş bütün bu turizm özelliğini kullanamıyor. Kahramanmaraş’ın zenginlerinin milyon dolarlık bağ evleri bulunuyor. Ahır dağı eteklerinde şato ya da saray standartlarında bine yakın bağ evi bulunuyor; ama bu dağda bir tane dahi tatil köyü, beş yıldızlı otel veya butik bir otel bulunmuyor. Şehir sıradan insanları ve zenginleriyle birlikte kendi halinde (yanına başka kimseyi almadan) takılmayı seviyor.

Orkide yumrusundan elde edilen salep katkılı eşsiz Kahramanmaraş Dondurması ayrıca bir vaka. Kahramanmaraş İl Genel Meclisi’nde yaptığım bir sunumda Çin’de ve Amerika’da bile bir Dondurma Festivali yapılırken Kahramanmaraş’ta bir dondurma festivali bile yapılmadığını söylediğimde neredeyse hiçbir tepki almadım. Kahramanmaraş’ın bir özelliği de kanıksamışlık. Şehrin kendine has uyumu, her türlü eksikliğin üstünü örtüyor. Şehri Kayseri’ye bağlayan yolun kaldırımı dahi yok. Ancak bu yoldan geçen Kahramanmaraşlılar gözlerine mühür vurulmuş gibi bu eksikliği fark etmiyor. Zihinleri şimşek gibi çalışan, gözleri ışık dolu ekip arkadaşlarım Nurtaç Yelden ve Serpil Ata bile, bir süre Kahramanmaraş’ta kaldıktan sonra şehirdeki eksiklikleri kanıksadılar, tıpkı diğer Kahramanmaraşlılar gibi.

Kentleşmeyle birlikte Anadolu şehirlerinin kaybettiği şeylerden biri de Ağalar… Ağa deyince negatif bir şey anlaşılmasın, şehre sahip çıkan, şehre liderlik yaparak, şehre vizyon veren ağalar yok artık. Biyografisini yazdığım rahmetli Hasan Balcı, şehre ağalık yapmıştı. Her şehre o şehri çekip sürükleyen, ona vizyon veren, ağalara / liderlere ihtiyaç var.