13.3.09

Yapıcı ve Yıkıcı Düşünme

Eleştirel düşünme, gelişmenin anahtarıdır. Eleştirilebilen bir şeyin geliştirilebilen bir tarafı vardır. Dolayısıyla her türlü eleştiri bir tür hediyedir. Eleştiriler yapıcı ve yıkıcı olarak ikiye ayrılabilir. Yapıcı eleştiriler, herhangi bir şeyin geliştirilebilir yönüne dikkat çeken eleştirilerdir. Yıkıcı eleştirilerse, sadece yıkmak ve yok etmek için getirilen eleştirilerdir. Yıkıcı eleştirilerin yaygınlığı, yapıcı eleştirilerin değerinin anlaşılmasını engellemiştir. Aslında yıkıcı eleştirilerden de öğrenilecek bir şeyler vardır; ancak yıkıcı eleştiri getiren kişinin düşmanca tavrı, bu eleştiriye uğrayan kişiyi duygusal olarak bozguna uğratır ve eleştiriden yararlanabilecek durumu kalmaz.

"Bu araba çok sarsıyor" dediğimizde aslında bir eleştiri getirmiş oluruz. Ancak bu eleştirinin söylenme şekli, yapıcı ya da yıkıcı eleştiri olmasını belirler. "Bu araba çok sarsıyor" dediğimizde, arabada düzeltilmesi gereken bir tasarım hatası olduğunu ya da değiştirilmesi gereken bir parça olduğunu söylemiş oluruz. Arabanın sahibi, gerekli değişiklikleri yaptığında arabanın sarsılması sona erecektir. Bununla birlikte "Bu araba çok sarsıyor" sözü, bir şikayet olarak ya da "Senin araban beş para etmez" anlamına gelen bir aşağılama olarak da söylenmiş olabilir. Bu şekilde söylendiyse yıkıcı eleştiri sınıfına girer. İnsanları zaten üzen ve eleştirilerden uzak durmak istemelerine yol açan bu aşağılama türünden eleştirilerdir.

Eleştirel düşünme, sorgulamayı ve daha iyisini istemeyi talep etmeyi ve alternatifini önermeyi içerir. Bununla birlikte eleştirel düşünme bazen şikayetlerle karıştırılır. Örneğin, yoğun kar yağışı yolları kapattıysa, "Allah kahretsin, neden kar yağıyor" demek; herhangi bir değişikliğe yol açmayacak gereksiz bir şikayettir. Getirilecek eleştiri; bir iyileştirme / geliştirme önerisi içermese de değişiklik yapılabilir bir konuda olmalıdır. İnsanoğlunun kar yağışına bulabildiği bir çare yoktur. Biz istesek de, istemesek de kar yağacaktır. Bizim yapabileceğimiz tek şey yolları açık tutmakla ilgilidir.

Eleştirel düşünmeyi, yıkıcı eleştirilerden ve şikayetlerden ayırmalıyız. Eleştirel düşünmenin bir akışı vardır. Öncelikle var olanlar eleştirilir. Bu anlamda çevremizde olanlar ve bazen olmamaları dolayısıyla sorun olarak var olanlar incelenir. Aynı zamanda rutin olarak yaşamımızda var olanlarda sorgulanır. Aşağıdaki soru seti, eleştirel düşünme için kullanabileceğimiz bir soru setidir:

Bu neden var?
Bu neden yok?
Bunun daha iyisi olamaz mı?
Bunun daha pratik olanı yok mu?
Bu tamamen olmadan yaşayamaz mıyız?
Başka bir koşul olsaydı, daha iyi olur muydu?
Bu nesnenin / sistemin / kavramın olmaması neyi değiştirir?
Bunun olması mantıklı mı?
Bu olması gereken bir şey mi? Yoksa bir şekilde yaşamımıza bir gün girmiş ve o günden beri var mı?
Sorgulanması ve yaşamımızdan çıkarılması mı gerekiyor?

Eleştirel soru setinin kullanımını birkaç değişik konuda inceleyebiliriz.

Neden bütün dersler okullarda yapılıyor? Derslerin bazı bölümleri, müzelerde işlenemez miydi? Örneğin tarih dersi müzede olamaz mıydı? Coğrafya dersinin bazı kısımları açık havada işlenemez miydi? Belgeseller neden ders olarak gösterilmez?

Neden okul servislerinde öğrenciler için emniyet kemeri olmaz? Öğrenciler, emniyet kemeri taksalardı daha güvenli seyahat etmezler miydi? Üstelik serviste emniyet kemeri takma alışkanlığı kazanan çocuk yetişkinliğinde de bu bu alışkanlığı sürdürmez miydi? Emniyet kemeri, inmeyi binmeyi zorlaştırmaz mı?

Deri mont giymek hayvan severleri kızdırıyor da, neden deri ayakkabı giymek kızdırmıyor?

11.3.09

Zayıflamak ister misiniz?

Kilo probleminiz varsa önce bunun nedenini bilmekte fayda var. Yaptığım incelemelerde insanın gereğinden fazla kilo almasına yol açan yüz kadar neden buldum. Bununla birlikte bu yüz nedenden bir tanesi diğer doksan dokuz nedenden çok daha etkili. İnsan yemek yemeyi bir tatmin amacı olarak kullanıyor. Yaşamımızdaki başarı ve mutluluk açığını yemek yiyerek gidermeye çalışıyoruz. Eşimizle mutlu değiliz ya da işler yolunda gitmiyor; istediğimiz gibi bir eğitim alamadık; sofraya oturduğumuzda bu eksiklikleri telafi etmek için hiç doymayacakmış gibi yemek yiyoruz. Aslında bizim yemeğe değil, başarıya, mutluluğa, hayatımızda düzene/düzelmeye ihtiyacımız var. Kadınların kilo almasının temelinde eşlerinin, çocuklarının onları mutlu etmemesi var.

Mahatma Gandhi'nin yemek ve olgunlaşma ile ilgili çok özel bir sözü var. "İnsan ruhu ne kadar fazla olgunlaşırsa, o kadar az yemek yer." İnsanın yemek yeme tutumu, bir tür olgunluk ölçer gibi çalışıyor. İhtiyaç duyduğundan fazlasını yiyorsan olgun değilsin. Nefsine hakim olabiliyorsan olgunsun. Müthiş bir ölçü. Başbakan da olsan, profesör de olsan, sanatçı da olsan, öğretmen de olsan fark etmez. Olgun olabilmen için yemekle ilişkini sağlıklı bir düzene oturtman gerekiyor. Yani büyük unvanlara ulaşmış olman ya da seksen yaşına gelmiş olman seni olgun yapmıyor. Sofrada kendine hakim olamayan biri, yaşamındaki diğer seçimlerde doğru olanı yapamayabilir ya da yanlış olanı da bilebile yapabilir.

Gereğinden fazla kilo alma konusunda bir istisna var. İlaç etkisiyle kilo alma. Bazılarımız kullandıkları ilaçların etkisiyle kilo alıyorlar. Bu durumun olgunlaşmayla bir etkisi yok. Kortizon tedavisi gören bir kişi, ilacın etkisiyle aşırı kilo alabilir.

Türk yemeklerini biz dünyanın en güzel yemekleri sansak da, Türk yemekleri monoton bir yapıya sahip görünüyor. Örneğin klasik bir Türk yemeği mönüsü yapalım Mercimek çorbası, pilav ve kuru fasulye. Mercimek çorbasından içtiğiniz birinci kaşıkla ikinci kaşık arasında bir fark yoktur. Çorba bitinceye kadar aynı monoton tadı vermeye devam eder. Restoranlarda az çorba denilen miktar, aslında insan için yeterli olabilecek bir miktardır. Fasulye yerken de durum fark etmez; birinci kaşıkla son kaşık arasında bir fark yoktur. Aynı monoton tat devam eder. Pilav için de durum aynıdır. Sofrada çeşitlilik (demokrasi) olmayınca tatmin duygusunu miktarı çoğaltarak çözmeye çalışıyoruz. Halbuki insan az yediğinde tadı damağında kalır. Okinawa adasında 100 yıldan fazla yaşayan insanların yemek kürü, günde 20 çeşit gıda almak. Adada yetişen otların çoğunluğunu oluşturduğu yeşillikleri tüketiyorlar. Biz de yemek yerken miktarı değil, çeşidi artırmalıyız.

Yemek yerken tat almayı da bilmiyoruz. Yemek sofralarında gördüğüm şey şu: İnsanlar ağızlarındaki lokmayı yutmadan, çatallarına aldıkları yeni bir parçayı ağızlarına götürüyorlar. Yediğinizin lezzetini anlayabilmek için ağzın boş olması gerekiyor. Yemek yerken acele edilmesinin de temel nedeni, yine başarı / mutluluk açlığımızı bir an önce yatıştırmak isteği. İnsanlar, eğer ağızlarındaki lokmayı bitirip yeni bir lokma alsalardı yemek yeme süresi kendiliğinden uzayacak ve daha az yenilerek tatmin duygusuna ulaşacaktık.

Okull İstanbul’da sık sık misafirlerime ya da ekip arkadaşlarıma kahvaltı hazırlarım. Sofraya insanların gözünü tatmin edecek kadar her şeyi bol bol koysam da, kahvaltılıkları olabilecek en küçük şekilde doğrarım. Peynirler, salatalıklar, domatesler ya da biberler, çatala gelebilecek büyüklükte ama alışılagelmedik ölçüde küçük doğranırlar. Yediğimiz küçük de olsa büyük de olsa aynı etki de tat bırakıyor. Birçoğumuz da sadece tatmin olmak için yemek yediğimizden bu küçük parçalar çok fazla yenmese de insanın daha fazla damak tadına ulaşmasına yol açıyor.