25.12.11

Tokyo Gözlemleri-1

Japonlar caddede yürürken bile son derece sessizler, trende ya da metroda gürültülü, patırtılı konuşan bir Japon’a rastlayamıyorsunuz. Caddelerde baktığınızda şişman Japon göremiyorsunuz.

Bu satırları Tokyo’da bir otel odasından kaleme alıyorum. Tokyo’da ne gördüm? Japonya’da büyük ödemelerin haricinde kredi kartı kullanılmıyor ya da çok az kullanılıyor. Sistem tamamen nakit üstüne kurulu. Batı ülkelerini gezerken değişik nedenlerden nakit taşımayı pek sevmem ve alışverişi kredi kartıyla yaparım. Dünyanın en gelişmiş ikinci ülkesi, bazı sıralamalara göre birinci ülkesinde kredi kartı kullanılmıyor. Türk bankacılar kızmasın, perakende işletmeciler bir kuruş parayı bankalara kaptırmıyorlar. Bir restorana gittiniz diyelim, bu restoranda yemek yiyorsunuz, sonra da hesabı ödüyorsunuz. Bu süreçte bankanın size ya da restorana sunduğu doğrudan bir hizmet olmadığı halde sonunda bankaya %2-5 oranında bir komisyon ödüyorsunuz. Bu komisyonu kim ödüyor; normalde işletme ödüyor diye düşünürsünüz ama komisyon her zaman müşterinin cebinden çıkan paradır. İşte Japonya’da bu yok. Bu olayın faizi yok etmesi veya çok aşağılara indirmesi dolayısıyla, Japonlar İslami para prensipleriyle mi yaşıyor diye düşünmeden edemedim. Çünkü bankanın aracı yapılmaması, kendiliğinden faiz sisteminin devreye girmesini engelliyor. Kredi kartı 1990’larda Japonya’da yaygın olarak kullanılıyormuş. Ancak tıpkı Türkiye ve diğer batı ülkelerinde olduğu gibi, insanlar kredi kartlarıyla aşırı tüketip fiyatları yükselttikleri zaman 1990’ların ortasında balon patlamış. Amerika’nın 2008 yılında yaşadığı mali krizi, Japonlar 1990’ların ortasında yaşayıp radikal bir düzenleme yapmışlar. Şu anda her Japon nakit harcadığı için ne harcadığının tamamen farkında. Japonlar dünyanın kişi başına tasarruf açısından en yüksek tasarruflarına sahip insanları.

Dünyanın sayısız başkentinde göreceğiniz yayaların yaptığı bir kural ihlali vardır. Yayalar büyük şehirlerde ve başkentlerde yeterli kalabalığa ulaştığında, kendileri için olan kırmızı ışığı umursamaz ve yaya geçidinden geçerler. New York, İstanbul, Londra, Paris ve daha nice başkentte meydanı boş bulan yayalar yeşil ışığı beklemeden karşıya geçerler. Dünyada kararlı bir şekilde bekleyen gördüğüm ilk ulus, Berlin’de yaşayan Almanlar oldu, ikinci ulus da Japonlar. Bu iki ulusun da ortak bir özelliği var; dünyanın en iyi arabalarını yapıyorlar: Biri bir taraftan BMW’ler, Audiler, Mercedesleri üretiyor; diğeri diğer tarafta dünya otomotiv pazarının lideri Honda ve Toyotaları yapıyor. Kırmızı ışıkta durmanın toplum açısından önemi şu, toplum sistemine ve kurallarına sahip çıkıyor; onu kendi kişisel çıkarları için ihlal etmiyor. Japon toplumu için sayısız örnek verilerek söylenebilecek tek şey, gıpta edilecek bir kural ve sistem toplumu olduğu.

Dünyanın her köşesinde olduğu gibi Japonya’da Türk okulları ve dil kursları var. Bunlar hakkında bilgi veren değerli yönetici ve hocalardan öyle bir şey öğrendim ki, Japonya hakkında öğrendiklerimin en dikkat çekicisiydi. Japon okullarında temizlik işini bizzat öğrenciler yapıyorlar. Tuvalet temizliği hariç temizlik işinden sorumlu hademeler yok. Bizzat her öğrenci sınıfını temizliyor, koridoru ekip olarak siliyor, parlatıyor. Bir okulun çocuğa kolektif sorumluluk bilinci aşılamaktan daha iyi ne öğretebileceğini bilmiyorum. Japonya’da Baharu Eğitim Kurumlarının Genel Müdürü Mustafa Arslan, tsunami felaketinin yaralarını sarmak için deprem bölgesinde yardım dağıtırken yaşadıklarını anlattığında şaşkınlığımı alamadım. Gittikleri her yardım noktasında Japonlar belirli bir miktarda (çoğu zaman az sayılabilecek paket sayısında) yardımı aldıktan sonra “bu bize yeter; diğerlerini henüz yardımın ulaşmadığı bölgeleri götürün lütfen” diyerek yardımın fazlasını geri çevirmişler. Bu nasıl bir kolektif şuurdur! Kriz anında bile kendilerinden çok diğerlerini düşünüyorlar.

19.12.11

Evet Demenin Gücü

Hayatımızda başarı ve başarısızlık yoktur; öğrenme vardır. Evetler öğrenmenin önünü açarken, hayırlar yolumuzu tıkar.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız ile birlikte, İstanbul'da Tüm Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜMSİAD)'nin iftarına katılan Prof. Dr Burhan Kuzu, Özal'a danışmanlık yaptığı yıllarda bizzat kendisinden dinlediği olayı aktardı. Özal'ın dil öğrenmek için 5 arkadaşıyla beraber Amerika'ya gitmeye karar verdiğini ve yan yana bilet aldıklarını anlatan Kuzu, Özal'ın ağzından olayı şöyle aktardı: "Uçaktayız. İngilizce hiç bilmiyoruz. Bir 'yes' bir de 'no'yu biliyoruz. Oradan bir hostes geldi. Bir şeyler söyledi, anlamadık. Bizim arkadaşlar korktu ve 'no' dedi. Bana geldiğinde ben de bir şey anlamadım ama 'yes' dedim. Sonra kendi kendimize gülmeye başladık. Bilmiyoruz, biz neye 'yes', neye 'no' dedik diye... Biraz sonra 'yes' diyenlere yemek geldi. Diğerlerine hiçbir şey gelmedi. Dolayısıyla 'yes' dediğin zaman olumlu bir şeydir. Somut bir şeydir. 'No' korkak adamın işidir.' dedi."

Bu anekdotun üstüne daha ne denir bilmiyorum. Ana fikri sadece biraz daha açabiliriz o kadar. Evet… Bir de “Yes Man” isimli bir film var. Eskiden sadece Robin Williams’ın başrolünü oynadığı filmlerden değişim ve farklılık için ilham alırdık. Son zamanlarda Jim Carrey’nin oynadığı hemen her filmde komedi olmanın ötesinde büyük dersler içeriyor. “Yes Man” için, herkesin mutlaka izlemesi gereken bir film diyebilirim. Çünkü tıpkı yukarıdaki anekdot gibi, “evet” demenin gücü üstüne harika ve çok eğlenceli bir film. Kronik muhalif ve “gıcık bir tip” olan baş kahraman, bir arkadaşının önerisiyle bir tür motivasyon seminerine katılır ve bu seminerde bundan sonra her türlü teklife “Evet” diyeceğini taahhüt eden bir kontrat imzalar. Hayır demesi gereken durumlarda bile evet demesi gerekmektedir. Geri kalanını anlatıp filmi izleyeceklerin tadını kaçırmayayım.

Gelelim, benim “evet” yorumlarıma… Genelde hayır diyeceğimiz şeyler bizim çıkarımıza, başkasının yararına olan şeylerdir. Ya da biz böyle düşünürüz. Bunu biraz sorgulamalıyız. Diyelim ki, çalıştığımız şirkette bizim başka bir departmana geçmemizi teklif ediyorlar. Zorla geçiremezler; ama geçmemizi istiyorlar. Şimdi işimize gelmiyorsa, reddedebiliriz ya da istemeye istemeye geçebiliriz. Şimdi bu durumu kısaca analiz edelim. Reddettiğimiz zaman, şirket üst yönetimi tarafından uyumsuz ve sevilmeyen kişi oluruz. Mevcut pozisyonumuzu koruduğumuzu zannederken onu da kısa bir süre sonra kaybedebiliriz. Ama evet diyecek olursak, şirket yönetimi tarafından tam aksine uyumlu bir insan olarak görünürüz ve hatta değişim konusunda daha istekli olduğumuz anda her türlü yeni ve olumlu fırsata bizim önerilme ihtimalimizi artırırız.

Kontratlar, evlilikler hep “evet” ile başlar. Evet, bir anlamda hayrın başlangıcıdır. Enerjinin serbest kalabilmesi için “evet” demek gerekir. Müzakere yönetimi çalışanlar, sıfır toplamlı oyunun hiçbir işe yaramadığını bilirler. Diğer bir deyişle, birisiyle pazarlık yapmaya başlarsanız, satıcı sizin alacağınız kadar inmez, siz de satıcının satacağı kadar çıkmazsanız alışveriş yapamazsınız ve sadece zaman kaybetmiş olursunuz. En kötü müzakere satışın gerçekleşmediği müzakeredir. Onun için her zaman bir şey yapmak, hiçbir şey yapmamaktan evladır. Bundan birkaç yıl, Türkiye’nin müthiş yeteneklerinden biri olan değerli müzik insanı Neslihan ile (Hiç sevmedim şarkısı ile ünlüdür), albüm yapma düşüncesiyle ilgili şöyle bir diyalogumuz olmuştu. Bir arkadaşı, albüm yapmamasının daha doğru olacağını söylemiş; çünkü albüm yapmazsa hiçbir şey kaybetmeyecekmiş. Bu yoruma kesinlikle katılmadığım için şöyle söyledim. “Eğer albüm yapmazsa bir albüm çıkarma tecrübesi , albüm tanıtım iletişimi deneyimi yaşamayacaksın. Ancak albümü yapmaya “evet” dersen bu senin hayatın için bir öğrenme olur.” Onun için hayatımda “evet ve peki” en sevdiğim sözlerdendir. Hayatınızda evetler çok olsun.

Not: 19-25 Aralık arasında Tokyo’da olacağım. Tokyo’da yaşayan okurlarımız drmelarat@gmail.com adresinden bana ulaşabilirler.