25.12.11

Tokyo Gözlemleri-1

Japonlar caddede yürürken bile son derece sessizler, trende ya da metroda gürültülü, patırtılı konuşan bir Japon’a rastlayamıyorsunuz. Caddelerde baktığınızda şişman Japon göremiyorsunuz.

Bu satırları Tokyo’da bir otel odasından kaleme alıyorum. Tokyo’da ne gördüm? Japonya’da büyük ödemelerin haricinde kredi kartı kullanılmıyor ya da çok az kullanılıyor. Sistem tamamen nakit üstüne kurulu. Batı ülkelerini gezerken değişik nedenlerden nakit taşımayı pek sevmem ve alışverişi kredi kartıyla yaparım. Dünyanın en gelişmiş ikinci ülkesi, bazı sıralamalara göre birinci ülkesinde kredi kartı kullanılmıyor. Türk bankacılar kızmasın, perakende işletmeciler bir kuruş parayı bankalara kaptırmıyorlar. Bir restorana gittiniz diyelim, bu restoranda yemek yiyorsunuz, sonra da hesabı ödüyorsunuz. Bu süreçte bankanın size ya da restorana sunduğu doğrudan bir hizmet olmadığı halde sonunda bankaya %2-5 oranında bir komisyon ödüyorsunuz. Bu komisyonu kim ödüyor; normalde işletme ödüyor diye düşünürsünüz ama komisyon her zaman müşterinin cebinden çıkan paradır. İşte Japonya’da bu yok. Bu olayın faizi yok etmesi veya çok aşağılara indirmesi dolayısıyla, Japonlar İslami para prensipleriyle mi yaşıyor diye düşünmeden edemedim. Çünkü bankanın aracı yapılmaması, kendiliğinden faiz sisteminin devreye girmesini engelliyor. Kredi kartı 1990’larda Japonya’da yaygın olarak kullanılıyormuş. Ancak tıpkı Türkiye ve diğer batı ülkelerinde olduğu gibi, insanlar kredi kartlarıyla aşırı tüketip fiyatları yükselttikleri zaman 1990’ların ortasında balon patlamış. Amerika’nın 2008 yılında yaşadığı mali krizi, Japonlar 1990’ların ortasında yaşayıp radikal bir düzenleme yapmışlar. Şu anda her Japon nakit harcadığı için ne harcadığının tamamen farkında. Japonlar dünyanın kişi başına tasarruf açısından en yüksek tasarruflarına sahip insanları.

Dünyanın sayısız başkentinde göreceğiniz yayaların yaptığı bir kural ihlali vardır. Yayalar büyük şehirlerde ve başkentlerde yeterli kalabalığa ulaştığında, kendileri için olan kırmızı ışığı umursamaz ve yaya geçidinden geçerler. New York, İstanbul, Londra, Paris ve daha nice başkentte meydanı boş bulan yayalar yeşil ışığı beklemeden karşıya geçerler. Dünyada kararlı bir şekilde bekleyen gördüğüm ilk ulus, Berlin’de yaşayan Almanlar oldu, ikinci ulus da Japonlar. Bu iki ulusun da ortak bir özelliği var; dünyanın en iyi arabalarını yapıyorlar: Biri bir taraftan BMW’ler, Audiler, Mercedesleri üretiyor; diğeri diğer tarafta dünya otomotiv pazarının lideri Honda ve Toyotaları yapıyor. Kırmızı ışıkta durmanın toplum açısından önemi şu, toplum sistemine ve kurallarına sahip çıkıyor; onu kendi kişisel çıkarları için ihlal etmiyor. Japon toplumu için sayısız örnek verilerek söylenebilecek tek şey, gıpta edilecek bir kural ve sistem toplumu olduğu.

Dünyanın her köşesinde olduğu gibi Japonya’da Türk okulları ve dil kursları var. Bunlar hakkında bilgi veren değerli yönetici ve hocalardan öyle bir şey öğrendim ki, Japonya hakkında öğrendiklerimin en dikkat çekicisiydi. Japon okullarında temizlik işini bizzat öğrenciler yapıyorlar. Tuvalet temizliği hariç temizlik işinden sorumlu hademeler yok. Bizzat her öğrenci sınıfını temizliyor, koridoru ekip olarak siliyor, parlatıyor. Bir okulun çocuğa kolektif sorumluluk bilinci aşılamaktan daha iyi ne öğretebileceğini bilmiyorum. Japonya’da Baharu Eğitim Kurumlarının Genel Müdürü Mustafa Arslan, tsunami felaketinin yaralarını sarmak için deprem bölgesinde yardım dağıtırken yaşadıklarını anlattığında şaşkınlığımı alamadım. Gittikleri her yardım noktasında Japonlar belirli bir miktarda (çoğu zaman az sayılabilecek paket sayısında) yardımı aldıktan sonra “bu bize yeter; diğerlerini henüz yardımın ulaşmadığı bölgeleri götürün lütfen” diyerek yardımın fazlasını geri çevirmişler. Bu nasıl bir kolektif şuurdur! Kriz anında bile kendilerinden çok diğerlerini düşünüyorlar.

19.12.11

Evet Demenin Gücü

Hayatımızda başarı ve başarısızlık yoktur; öğrenme vardır. Evetler öğrenmenin önünü açarken, hayırlar yolumuzu tıkar.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız ile birlikte, İstanbul'da Tüm Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜMSİAD)'nin iftarına katılan Prof. Dr Burhan Kuzu, Özal'a danışmanlık yaptığı yıllarda bizzat kendisinden dinlediği olayı aktardı. Özal'ın dil öğrenmek için 5 arkadaşıyla beraber Amerika'ya gitmeye karar verdiğini ve yan yana bilet aldıklarını anlatan Kuzu, Özal'ın ağzından olayı şöyle aktardı: "Uçaktayız. İngilizce hiç bilmiyoruz. Bir 'yes' bir de 'no'yu biliyoruz. Oradan bir hostes geldi. Bir şeyler söyledi, anlamadık. Bizim arkadaşlar korktu ve 'no' dedi. Bana geldiğinde ben de bir şey anlamadım ama 'yes' dedim. Sonra kendi kendimize gülmeye başladık. Bilmiyoruz, biz neye 'yes', neye 'no' dedik diye... Biraz sonra 'yes' diyenlere yemek geldi. Diğerlerine hiçbir şey gelmedi. Dolayısıyla 'yes' dediğin zaman olumlu bir şeydir. Somut bir şeydir. 'No' korkak adamın işidir.' dedi."

Bu anekdotun üstüne daha ne denir bilmiyorum. Ana fikri sadece biraz daha açabiliriz o kadar. Evet… Bir de “Yes Man” isimli bir film var. Eskiden sadece Robin Williams’ın başrolünü oynadığı filmlerden değişim ve farklılık için ilham alırdık. Son zamanlarda Jim Carrey’nin oynadığı hemen her filmde komedi olmanın ötesinde büyük dersler içeriyor. “Yes Man” için, herkesin mutlaka izlemesi gereken bir film diyebilirim. Çünkü tıpkı yukarıdaki anekdot gibi, “evet” demenin gücü üstüne harika ve çok eğlenceli bir film. Kronik muhalif ve “gıcık bir tip” olan baş kahraman, bir arkadaşının önerisiyle bir tür motivasyon seminerine katılır ve bu seminerde bundan sonra her türlü teklife “Evet” diyeceğini taahhüt eden bir kontrat imzalar. Hayır demesi gereken durumlarda bile evet demesi gerekmektedir. Geri kalanını anlatıp filmi izleyeceklerin tadını kaçırmayayım.

Gelelim, benim “evet” yorumlarıma… Genelde hayır diyeceğimiz şeyler bizim çıkarımıza, başkasının yararına olan şeylerdir. Ya da biz böyle düşünürüz. Bunu biraz sorgulamalıyız. Diyelim ki, çalıştığımız şirkette bizim başka bir departmana geçmemizi teklif ediyorlar. Zorla geçiremezler; ama geçmemizi istiyorlar. Şimdi işimize gelmiyorsa, reddedebiliriz ya da istemeye istemeye geçebiliriz. Şimdi bu durumu kısaca analiz edelim. Reddettiğimiz zaman, şirket üst yönetimi tarafından uyumsuz ve sevilmeyen kişi oluruz. Mevcut pozisyonumuzu koruduğumuzu zannederken onu da kısa bir süre sonra kaybedebiliriz. Ama evet diyecek olursak, şirket yönetimi tarafından tam aksine uyumlu bir insan olarak görünürüz ve hatta değişim konusunda daha istekli olduğumuz anda her türlü yeni ve olumlu fırsata bizim önerilme ihtimalimizi artırırız.

Kontratlar, evlilikler hep “evet” ile başlar. Evet, bir anlamda hayrın başlangıcıdır. Enerjinin serbest kalabilmesi için “evet” demek gerekir. Müzakere yönetimi çalışanlar, sıfır toplamlı oyunun hiçbir işe yaramadığını bilirler. Diğer bir deyişle, birisiyle pazarlık yapmaya başlarsanız, satıcı sizin alacağınız kadar inmez, siz de satıcının satacağı kadar çıkmazsanız alışveriş yapamazsınız ve sadece zaman kaybetmiş olursunuz. En kötü müzakere satışın gerçekleşmediği müzakeredir. Onun için her zaman bir şey yapmak, hiçbir şey yapmamaktan evladır. Bundan birkaç yıl, Türkiye’nin müthiş yeteneklerinden biri olan değerli müzik insanı Neslihan ile (Hiç sevmedim şarkısı ile ünlüdür), albüm yapma düşüncesiyle ilgili şöyle bir diyalogumuz olmuştu. Bir arkadaşı, albüm yapmamasının daha doğru olacağını söylemiş; çünkü albüm yapmazsa hiçbir şey kaybetmeyecekmiş. Bu yoruma kesinlikle katılmadığım için şöyle söyledim. “Eğer albüm yapmazsa bir albüm çıkarma tecrübesi , albüm tanıtım iletişimi deneyimi yaşamayacaksın. Ancak albümü yapmaya “evet” dersen bu senin hayatın için bir öğrenme olur.” Onun için hayatımda “evet ve peki” en sevdiğim sözlerdendir. Hayatınızda evetler çok olsun.

Not: 19-25 Aralık arasında Tokyo’da olacağım. Tokyo’da yaşayan okurlarımız drmelarat@gmail.com adresinden bana ulaşabilirler.

9.11.11

Number Van

"Depremler, değişimin vesileleridir. Sosyal, siyasal ve yapısal değişime zemin hazırlarlar. Depremler ne kadar şiddetli olursa, değişim de o kadar büyük olur."

Hayatında hiç Hakkari’ye gitmemiş olanlar, ister Türkiye’nin batısında yaşayan Türkler olsun, isterse Kürtler olsun, orada ne olup bittiğini anlama imkanına çok fazla sahip değiller. Her gün silahların patladığı, roketlerin atıldığı, asker ile PKK arasında kalmış Kürt halkının ne yaşadığına ilişkin empati kurmak çok zor. Hakkari merkezde, evli ve çocuklu bir aile düşünün. Anne oğlunu sabahleyin okula nasıl gönderir? Kurşunların, bombaların günlük yaşam içinde sıradanlaştığı bir ortamda hangi anne, çocuğunu gönül rahatlığıyla okula gönderebilir? Aynı kadın sizce kocasını gönül rahatlığıyla işe gönderebilir mi? Adam sabah evden karısıyla helalleşerek çıkıyor; akşam eve dönüp dönemeyeceği belli değil. Sürekli bombaların patladığı, kurşunların uçuştuğu bir şehirde bakkal olmak nasıl bir şeydir? Para kazanmak için bakkalını açık tutmak isteyen bir bakkala, birileri zorla kepenk indirtiyorsa, kepengini indirmezse dükkanını yakmakla tehdit ederlerse bu bakkal ne yapar? Eğer kepengini indirirse, asker “sen PKK sempatizanısın” diye damgalarsa bu bakkal nasıl hisseder?

Her taraftan gelen ölüm haberleri, Ankara’dan, Hatay’dan, Batman’dan, Çukurca’dan gelen ölüm haberleri toplumun içine kin tohumları ekiyor. Sağ duyumuzu siliyor süpürüyor. Gaziantep’te geçen hafta gittiğim bir Cuma Namazı’nda hoca, doğuda yaşanan terör olaylarına oldukça sert bir gönderme yaparak, teröristler için çok ağır beddualarda bulundu. Cemaatten de amin demesini bekledi. Elbette, son birkaç ay içinde yaşanan elim olaylar, hepimizin kanını dondurdu. Çoğumuzu öfkeyle doldurdu. Ben hocanın hiçbir bedduasına “amin” diyemedim. Cuma namazına gittiğimde içimin kinle değil, sevgiyle dolmasını, yüreğimin bulanmasını değil, durulaşmasını istiyorum. O gün de tüm o acımasız teröristlerin kahrolmasını değil, Allah’ın o teröristlere hidayet vermesini, silahlarını bırakmalarını ve adalete teslim olmalarını diledim.

Aynı günün sabahı Gaziantep Üniversitesi’nde yaptığım bir konuşmada İstanbul’da, İzmir’de ya da Ankara’da yapılan terör karşıtı mitinglerin tepki göstermek açısından güzel olduğunu, ama bir işe yaramadığının altını çizdim. Hayatım boyunca şiddete şiddetle karşılık vermenin sadece daha fazla şiddet doğurduğunu savundum. Özellikle Doğu Anadolu’dan gelen, yüreklerimizde deprem yaratan her terörist saldırıdan sonra, oralara topla tüfekle gitmemizi değil, ellerinde çiçekler, yiyecekler, kitaplar olan binlerce kişilik grupların belirli bir noktadan sonra yürüyerek sevgiden yoksun kalmış ve korkuyla dolmuş bu şehirlere yürümesini hayal ettim. Bu hayalimi dile getirdiğim Cuma gününün ertesi olan Cumartesi günü öğleden sonra Van depreminin haberi ulaştı.

Deprem tabii öyle ilginç bir olaydır ki, savaş kadar büyük tahribat yaparken, savaşın böldüğü insanları birleştiren ve kucaklaştıran bir işlev gösterir. Deprem bir anda tüm öncelikleri değiştirdi. Bir hafta önce bölgeden gelen kayıp ve ölüm haberleri gündemi belirlerken, artık kurtarış ya da kurtuluş öyküleri Number Van oldu. Güçlü bir sağnak yağmurun kirlenmiş şehirleri temizlemesi gibi, deprem de kin ve korkuyla dolmuş olan yürekleri temizledi. Kin gitti; öfke bitti; sevgi, kucaklaşma, dayanışma Number Van oldu.

Not: Ölenlere rahmet, geride kalanlara sabır diliyorum. Van’a yardım gönderen, Van’a yardım giden herkese teşekkür ediyorum.

25.10.11

Neşenin Üç Kaynağı

Türk Dil Kurumu’nun sözlükleri, neşeyi üzüntüsü olmamaktan doğan dışa vuran sevinç hali olarak tanımlıyor. “Neşe” kavramı, “Mutluluk” kavramıyla kıyaslandığında biraz mahzundur; çünkü bütün araştırmacı spot ışıkları “Mutluluk” bakarken, pek çoğu “Neşe”yi pas geçer. Neşenin içinde pozitif bir enerji vardır ve kim neşeliyse çevresine de bu pozitif enerjiyi saçar… Neşeli bir insanı, bir anda kızdıramazsınız; neşenin kendine has bir kalkanı vardır. Hatta enerjisi öyle yüksek bir kalkandır ki, bu zorlayacak olursanız hızlı yayılan bir bulaşıcı hastalık gibi çevresine yayılır. Çılgınca kahkaha atan biri, hiçbir nedenleri olmasa bile çevresindekilerin kahkaha atmasına, en azından gülmesine yol açabilir. Bu durumu en iyi öğrenciler bilirler; içlerinden biri çok neşeliyse, diğerleri de neşeli hale gelir. Eğer “neşe” kelimesi “sevinç” anlamına geliyorsa, öğrenciler çok şanslıdır; çünkü onlar için her şey gülünç, sevinçli ve neşeli olabilir.

Neşe, yaşama sevinci anlamına geliyorsa, yaşama sevinci nedir ve nasıl ortaya çıkar? Yaşama sevinci, farkında olmakla ilgilidir. Havanın varlığını, güzel bir manzaranın varlığını, uzuvların ya da organların tamamının ya da bir kısmının varlığını fark etmek ve bunlara şükretmektir. Yaşama sevinci, aynı zamanda bir espriyi yakalayabilmektir. Yolun tam ortasında arabalarla yarışan bir torbayı izlemek de yaşama sevinci olabilir. Arabayla giderken bir kırlangıçla yarıştığını düşünmek de… Ya da bir kitabı okumak da yaşama sevincine yol açabilir. Bir arkadaşımızla sohbet etmek de… Yaşama sevinci temelde “yaşasın” diyecek bir şey bulmakla ilgilidir. Yaşama sevinci, temelde şükran duygusuyla ilgilidir. Olanı biteni şükrederek görmekle ilgilidir.

Bazı insanlar, ortamda pek çok sorun olduğu halde yine de neşelerini koruyabilirler. Bu insanlarda yılmaz bir iyimserlik ve ümit vardır. Neşenin ikinci temel kaynağı, gelecek için ümide sahip olmaktır. Eğer şu an için koşullar uygunsuzsa, gelecekte koşulların daha iyi olacağına ilişkin beklenti, kişiyi neşeye sürükleyebilir. Tatili çok seven çalışan kesimin için Cuma öğleden sonra bir neşe kaplar. Birkaç saat sonra tatil başlayacaktır. Sıradan insan sadece haftalık zaman akışıyla kendini neşelendirebilirken, sıra dışı ve ümitleri olan insan hemen her zaman kendini neşelendirebilir.

Elbette aramızda “Neşe”yi maske yapan insanlar da vardır. İçi kan ağlasa da, durumun ümitsizliğine inansa da çevresindekilere güçlü görünmek için neşeli olanlar vardır. Bunlar neşeli değil, neşe taklidi yapanlardır. Gelecek için gerçekten ümidi olan, içten neşelidirler.

Neşenin üçüncü temel kaynağı, birçoklarına ilgisiz gelebilir, ama özgüvendir. Özgüven gibi güçlü bir duruşla, neşenin nasıl bir ilgisi olabilir? Eğer neşe yaşama sevinciyse, ümit gelecekte yaşanacak bir sevince olan inançsa, özgüven de gelecekte yaşanacak olacak bir sevinci üretme kapasitesidir. "Ben yapabilirim, yaşamımda sevinecek şeylere ulaşabilirim" diyen bireydir. Öyleyse neşenin üç temel kaynağı, şükretmek, ümit ve özgüvendir… Neşenin sözlük tanımlarından biri de, az sarhoş olmaktır. Elbette böylesine üç kaynaktan beslenen bir neşe, samimi ve ölçülüdür. Keyif verici maddelerden kaynaklanan neşe ile, şükür, ümit ve özgüven kaynaklı neşe kalite ve kalıcılık açısından çok farklıdır. Keyif verici maddelere bağlı neşe, adı üstünde o keyif verici maddelere bağlıdır. Ancak şükre, ümide ve özgüvene dayalı neşe kalıcıdır. Onun için hep neşeli olmak için, şükredin, ümit edin ve özgüveninizi geliştirecek şekilde kendinize yatırım yapın.

26.9.11

Sorun Çözmek için Güçlü ve Zarif Adım Atmak

Temel sorun, bir probleme sahip olmak değil, sürekli aynı problemle boğuşmaktır. Sıradan insanlar sanki bir kuralmış gibi hep aynı sorunlarla boğuşmaktadır.

Bu hafta Kırşehir’de Türkiye İş Kurumu ve Sosyal Güvenlik Kurumu personeli için iletişim eğitimleri ve ayrıca şehirde birçok konuşma yaptım. Ahiliğin de merkezi olan bu şehirde gördüklerim beni epeyce düşündürdü. Konuşma yaptığım okullardan birinin yöneticisi olan, Ey Küskün Aşk isimli kitabın yazarı eğitimci Bekir Biçer’e göre özel okulların çocuklara kazandırdığı en önemli özelliklerden biri “özgüven”. Her özel okulda böyle olur mu bilmiyorum, ama özel okullardaki çocukların haklarını yaşamda daha fazla arayabildiklerini söyleyebiliriz sanırım. Özel okullardaki çocuklar, biraz da ailelerinin finansal desteğiyle okuduklarından bu okullar biraz daha fazla “müşteri ve öğrenci odaklı” sayılabilirler. Ama benim yazmak istediğim şey, özel okullarla devlet okullarının karşılaştırılması değil. Nasıl olursa olsun, insan hakkını aramayı bilmeli ve çözemediği bir sorun olduğu zaman da yardım istemeyi bir ilke haline getirmeli.

Sıradan insanların en büyük sorunu, bir sorunlarının olması değil, sorunlarını bir kader kabul edip çözüm için yeterli çaba göstermemeleridir. Ticari işletmesi olan birçok kişi, işler yolunda gitmediği zaman “kısmet” der. Elbette tevekkül etmek iyidir; ancak ondan önce bizim kendi sorunlarımızı çözmek için çalışmamız gerekir. Hiçbir pazarlama girişimi olmayan, hiçbir kampanya yapmayan, satış elemanı kullanmayan bir işletmenin işleri elbette kendi kendine iyileşmeyecektir. İş yerinde terfi etmeyi hakkettiği halde başkalarının haksız terfilerini izleyen birçok insan vardır. Burada kişinin yapması gereken şey “kişisel pazarlamadır.” Okullarda da kendini öne çıkarmayı beceremediği için öğretmeni tarafından motive edilemeyen birçok öğrenci vardır. Bu örnekte de öğretmene yaklaşmak, durumunu anlatmak ve başarı hevesini öğretmenle paylaşmaktır. Bu örneklerin dışında küçük meseleler de olabilir. Örneğin, sıraya birisi kaynak yaptığı zaman sıradan insan bu durumu bile kader olarak algılayarak, sıraya izinsiz girene müdahale etmeyebilir. Otobüse bilet alırken, kendisine istemediği bir koltuk verilen birçok kişi, komik bir şekilde yine özgüven eksikliğinden bilgisayarda yerinin değiştirilmesini dahi isteyememektedir. Bu örneklerin sayısı artırılabilir.

Yukarıda belirtildiği gibi, esas sorun olan sorunlar değil, sorunların çözülmesi için adım veya adımlar atacak bireyin özgüveninin olmamasıdır. Bir taraftan sağlıklı ve etkili şekilde iletişim kurmasını bilmeyen insanların sorun çözme girişimlerinin de alevli bir çatışmaya dönme olasılığı vardır. Bir öğrenci hakkını ararken, usul hatası yüzünden okuldan atılma konumuna gelebilir. İş bilmeyen bir girişimci, kampanya yapacağım derken batma noktasına gelebilir. (Geçtiğimiz günlerde dükkanları karşılıklı iki fırın, rekabet edeceğim diye ekmeğin fiyatını bir yıl boyunca karşılıklı o kadar indirmişler ki, sonunda ikisi de batma noktasına gelince barışıp fiyatları yeniden yukarı çekmişler.) Servis aldığınız bir restoranda isteğinizi kibarca değil, kabaca dile getirecek olursanız servis almayı bırakın kovulabilirsiniz bile. Bu örneklerden çıkarılacak ders, sorunları çözmek için evet özgüvenle adım atmalıyız; ama bu girişimlerimiz de bizi istediğimiz sonuçlara ulaştıran girişimler olmalıdır.

Sıradan insanlar sorunlarını çözmek için adım atacak cesaretleri var, ama ne yapacaklarını bilmiyorlarsa bir bilenden yardım istemelidir. Yardım derken, fiili bir yardımdan çok görüş istemelidirler. Yardım edecek kişi, ailesinden bir büyük, işyerinde üst düzey bir amir, okulda güvenilen bir öğretmen, görmüş geçirmiş bir ağabey, bir abla olabilir. Yardım ve görüş istenecek kişinin en önemli özelliği mümkün olduğunca yaşanan soruna dahil olmayan insanlar olmalıdır. Örneğin işyerinde bir sorununuz varsa, görüş alacağınız kişi kendi departmanınızın amiri değil, başka bir departmanın amiri olmalıdır. Kayınvalidenizle probleminiz varsa kayınpederden görüş almak iyi bir adres seçimi olmayabilir. Özetle sorunları çözmek için adım atmalıyız; ama bu adımları sadece güçlü bir şekilde değil, sonuç alacak zerafette atmalıyız.

21.8.11

Nedenler ve Amaçlar (20 Ağustos 2011)

“Yeni ve büyük bir şey yapmak için bir amaç bulmak, yaşanılan sorunların neden olduğunu analiz etmekten çok daha işlevsel.”

Özellikle kanser gibi büyük ve mücadelesi zor hastalıkların neden olduğuna ilişkin tıbbi teorilerin yanında psikolojik teoriler de bulunuyor. Yıllar önce dinlediğim bir tanesi bana oldukça mantıklı gelmişti. İnsanlar, yaşamlarında birilerini affetmiyorlar; affetmemenin getirdiği olumsuz enerji onların vücutlarında kanser gibi terminal bir hastalığın başlamasına yol açıyordu. Bildiğim tüm kanser vakalarının hemen hepsinde böyle bir affetmeme hikayesi olduğunu hatırlayınca acaba gerçekten olabilir mi, diye sormuştum kendime. Fakat geçtiğimiz aylarda bir tür şifacıyla tanıştım ve alternatif yaklaşımlara açık bir insan olarak bu konuyu ona da sordum. O ise bu hastalıkların bunlarla hiçbir ilgisinin olmadığını söyledi. Sonra da çok daha ilgi çekici bir teori paylaştı. Büyük ya da küçük hastalıklar, insan yaşamında ters giden bir şeylerin habercisidir ve bir tür değişim çağrısıdır. Kişinin yaşamında sürdürdüğü her ne ise bunlardan bazılarının değişmesi gerekir. Bu teoriyi aktaran kişi, büyük hastalıklarda çıkış yolunun bir amaca sahip olmak olduğunu belirtti. Kanser isimli hastalığı yenebilen, hastalandıktan sonra uzun süre yaşayabilen ve büyük başarılara imza atabilen çok az kişi var. Ancak bunların ortak özelliği, ilerisi için büyük amaçlara sahip olmak.

Bunlardan en ünlüsü mucizevi bir spor başarısı gösteren Lance Armstrong. Yaşama Çevrilen Pedal isimli kitabında hayat öyküsü anlatılan bu sporcu kansere yakalandıktan sonra dünyanın en zorlu ve en uzun süreli yarışlarını kazanmıştır. 1996 yılında testislerindeki kanser, akciğerlerine ve beynine yayılmasına rağmen Lance Armstrong 1999 yılından sonra 3600 kilometrelik, en sağlıklı sporcuların bile tamamlayamadığı ve hatta kalp krizi geçirerek öldüğü Fransa Bisiklet Turunu üst üste 7 kez kazanmıştır. Lance Armstrong, hayat öyküsünde anlatıldığına göre kanser hastalığına yakalanmadan önce spor etiği çok az olan, başarı için her şeyi yapmaya hazır, oldukça bencil ve kendine odaklı yaşayan bir insandır. Bu tarzı ona büyük başarılar getirmediği gibi insanların da ondan kaçmasına yol açmıştır. Kanser olmasıyla birlikte, yaşamında ilk defa alturistik (başkalarını düşünen) bir amaca sahip olmuştur. Lance Armstrong bu hastalığa yakalanınca, başka kanser hastalarına örnek olmak için hastalığı yenmek, bisiklet sporunu kansere karşı bir umut haline getirmek ve bu hastalıkla ilgili araştırmalar için fon toplamak istemiştir. Hastalığa kadar kendisi için yaşamış bu insanın, birden başkaları için yaşamaya başlaması gerçekten büyük bir değişim örneğidir.

Stanford hapishane deneyiyle ünlü psikoloji profesörü Philip Zimbardo ve araştırma ortağı John Boyd, Time Paradox isimli kitaplarında özelikle gelecek odaklı yaşayan insanların, diğerlerine kıyasla planlı ve başarılı olduğunu aynı zamanda daha çok yardım edebildiğini söylüyor. Düzgün duran bir ipi arka ucundan iterseniz ip büzüşür. İp önemli ölçüde zamanı temsil eder ve ipin arka kısmına erişip onu çekip düzeltebilmek mümkün değildir; çünkü yaşanan her ne ise geçmişte kalmıştır. Yapabileceğimiz tek şey, ipi diğer ucundan, gelecekte duran ucundan çekip düzeltebilmektir. Bu örnekten hareketle, geçmişi analiz etmekten ziyade (bu yararsız bir çaba demiyorum), gelecekte ne yapılacağına bakmak, nedenleri bırakıp amaçlara odaklanmak gerek. Neden hastalandığınızı, neden yaşamınızda büyük sorunlar yaşadığınızı bilemem; ama gelecek için büyük amaçlar (kendi kişisel alanımızı aşan amaçlar) edindiğimizde, sorunlarımız ya da hastalıklarımız birer değişim fırsatına dönüşürler. Allah rahmet eylesin, hocam Erkunt Tamer söylemişti: Umut yaşamın yakıtıdır. Ancak umut, kendinizi geniş toplumsal kitlelere adadığınızda roket yakıtına dönüşür. Allah tüm hastalara şifa, tüm büyük sorun yaşayanlara bir açılım fırsatı versin

18.8.11

İstediğini değiştir (11 Ağustos 2011)

“Yaşlanmak değişmek değildir; değişmek kendimiz olmaktır.”

Yaklaşık bir yıldır Today’s Zaman gazetesine pazar günleri İngilizce yazılar yazıyorum. Bu yazıların çoğunluğu kitap incelemeleri ve özetleri. Özelikle son dönem kitapları hakkında bilgi sahibi olmak isteyenler ve hangi kitabı çevirelim sorusunu soran yayıncılar için güzel bir kaynak. Normal şartlar altında Today’s Zaman’a yazdığım yazılarla Zaman’a yazdığım yazıların bir ilgisi yok. Ama bu hafta Today’s Zaman’da ele aldığım kitabın içeriği oldukça yararlı. “Change Anything-İstediğini Değiştir” beş yazarın - Kerry Patterson, Joseph Grenny, David Maxfield, Ron McMillan, Al Switzler- kaleme aldığı bir kişisel gelişim kitabı. Yazarlar yaşamlarında kişisel mücadelelerini kazanan ve gerçek değişimler yaratan insanların yaşamlarını inceleyerek beş temel değişim ilkesi belirlemişler: Nefret ettiğini sev, Yapamadığı yap, Suç ortaklarını iyi arkadaşlarla değiştir, ekonomiyi tersine çevir, çevreni düzenle.

Kişisel değişimle ilgili en önemli konu belki de nefret ettiklerimizi sevmek. Pastayı çok seven ve ondan mahrum kalmaktan nefret eden biri asla kilo veremez. “Yaşasın, az kalori alıyorum”, “Yaşasın sağlıklı besleniyorum” demeye başlayan birinin kilo verme imkanı daha fazladır. Çok fazla gündeme gelmese de, birçoğumuz alışveriş yaparken kendine hakim olamıyor, gerekli gereksiz ne varsa alıyor. Satın alma bir mutluluğa ulaşma biçimine dönüşmüş. Eğer satın almamayı ve para harcamamayı sevmeye başlarsak, alışveriş tutumunu almayış-vermeyişe döndürebiliriz. “Yaşasın ders çalışıyorum,” ”yaşasın spor yapıyorum,” “yaşasın ciğerlerim çok temiz” ifadeleriyle kafamızı programlayabilirsek hayatı kolaylaştırabiliriz.

Change Anything kitabının bence en önemli maddesi, Suç Ortaklarını İyi Arkadaşlarla Değiştir önerisi. Mangal yapmaya bayılan, yemek için dünyanın öbür ucuna gitmeye hazır olan arkadaşlarım var. Change Anything isimli kitap bu gibi arkadaşları “suç ortağı” olarak niteliyor. Bu bahsettiklerim en masum olanları… Sigara içmek, boş boş gezinmek, kağıt ya da okey gibi oyunları sürekli oynamak veya birlikte kafa çekmek gibi konularda suç ortaklığı yapanlar tabi çok daha sorunlu. Yazarlar, suç ortaklarını iyi arkadaşlarla değiştirmek gerekli diyor. Okulda okuyorsanız ve ders çalışmak istiyorsanız, çalışkanlarla arkadaş olmalısınız. Kilo vermek istiyorsanız, yemekle arası çok olmayanlarla arkadaş olmalısınız. Kendinizi geliştirmek istiyorsanız, kişisel gelişimi kendine bir yaşam tarzı olarak seçmiş olanlarla takılmalısınız.

Ekonomiyi tersine çevirme ilkesi de çok hoş. İnternette Cübbeli Ahmet Hoca’nın oldukça eğlenceli bir videosu var. Diyor ki, “Cennete gitmek bedava, cehenneme gitmek pahalı”. Cehennem için alkol, sigara, gece hayatı için tonla para harcamak gerekir diyor, ama namaz kılmak, oruç tutmak para istemiyor. Yazarların ekonomiyi tersine çevirme ilkesi şöyle yorumlanabilir. Bugün boş oturmak bedavadır; ama yüksek akademik başarının getirisi çok daha fazladır. Kötü beslenmek bugün bize hoş gelir; ama uzun vadede aşırı kilo ve kolestrol sonucu oluşacak hastalıkların tedavisi oldukça bize hem nahoş hem de masraflı gelir. Onun için geleceğe iyi yatırımlar yapmalıyız.

Yazarların son ilkesi, çevreyi düzenlemek. Evinizde televizyon olursa televizyon izlersiniz, evinize yüksek kalorili gıdalar alırsanız onları tüketirsiniz. Eğer değiştirmek istediklerinizi çevrenizden çıkarırsanız, onlar sizi kontrol etmez. Harvard Üniversitesi’nde katıldığım psikoloji programında aktarılan bir araştırmada ofislerinde atıştırmalık tutmayanların kiloların daha kolay kontrol altında tuttukları ortaya çıkmış.

24.4.11

Farkluyum

“Bu dünyada büyük başarılara imza atmanın yolu hem farklı hem de uyumlu olmaktan geçiyor. Ancak farklı olmak karşı çıkmayı gerektirirken, uyumlu olmak kurallara ve topluma boyun eğmeyi gerektiriyor.”

Farkluyum. Yanlış yazılmadı. Evet,“Farkluyum” yazdım. Yaptığım seyahatler ve işim dolayısıyla bir tür zaman makinesinde gibiyim. Hayatının baharında olan gençleri de görüyorum, emekliliğinde ah keşkeler için de vicdan azabı çekenleri de. Bütün bu gözlemlerimin içinde en çok dikkatimi çeken grup, yıldız yeteneklere sahip olanlar. Şaşırtıcı bir şekilde bu yıldız yeteneklere sahip olanların çok azı yükseliyor. Boğaziçi Üniversitesi Mezunları Derneği’nde düzenlediğimiz kurslar sırasında son derece parlak ve yetenekli profesyoneller gördüm. Ancak bu zehir gibi gençlerin çok azı yükselecek. Bütün zekalarına rağmen birçoğu da neden yükselemeyeceklerinin de farkında da değil.

Zehir gibi bu gençler neden yükselemezler? Adı üstünde zehir gibiler de ondan yükselemezler… Çok akıllı ve yetenekli insanların en önemli sorunlarından bir tanesi, çıkıntı olmalarıdır. “Çıkıntı”, düz bir zemindeki fazlalılıktır. Herkes o fazlalıktan kurtulmak ister. Öyleyse kurumların içinde zekamız ve eleştirel gücümüzle farklı olmak aleyhimize işlemektedir. Ahşap bir masanın üstündeki fazlalığı, bir marangoz nasıl rendeyle temizlerse, kurumların ve grupların içindeki fazlalıklarda aynı şekilde temizlenir.

Kurumların için de ancak zamanla yükselebilen bir grup da her şeye olumlu şekilde kafa sallayanlardır. Her şeye tamam diyen, hiç yenilikçi bir fikir getirmeyenler, çıkıntılardan biraz daha şanslıdırlar. Çünkü uyumlu olanlar, dikkat çekmezler ve makinenin bir dişlisi olarak organizasyonda tutulurlar. Ne var ki, uyumluluk gri bir renge sahip olmak anlamına geliyorsa, kurumun içinde maaşlarını alsalar da yükselemezler; çünkü hiçbir yaratıcı ve orijinal katkı ortaya koymadıklarından terfi almaları için bir nedene sahip olamazlar. Ancak geleneksel hiyerarşik örgütlerde yine de ses çıkarmadan söyleneni yapan insanlar tercih edilirler ve zaman içinde yükselme şansları da vardır.

Bu iki grubu sollayarak geçen bir grup vardır ki, bu grup “Farkluyum” grubudur. Farkluyum grubu, aynı anda hem farklı hem de uyumlu olmayı başaran gruptur. Masa tenisindeki masanın ortasındaki ağ gibidirler. Masanın tamamı düz bir zeminken, masanın ortasına gerilmiş olan ağ dik durarak farklılaşır. Ne var ki, ortadaki ağ, oyuna yeni bir kural sağlamakla kalmaz oyunu daha heyecanlı ve daha fazla yetenek isteyen bir hale getirir. Düz masayla birlikte düşünüldüğünde ağ hem farklı hem de uyumludur. İşletmeler için de ihtiyaç duyulan insan tipi böyledir. Hem organizasyonla su gibi bir akış ve uyum için de olacak hem de farklılığıyla organizasyona değer katacak bireylere ihtiyaç duyulmaktadır.

Çok yetenekli bir öğrencim, çalıştığı şirketin tüm çalışanlarının katıldığı 500 kişilik bir toplantıda, çok esprili bir şekilde genel müdürün politikasının neden yanlış olduğunu ve neler yapılabileceğini herkesin eğleneceği bir şekilde anlatmıştı. Söylediklerinde haklıydı, yalnız bu konuşma dolayısıyla genel müdür küçük düşmüştü. Bu konuşmayı 500 kişilik bir toplantıda yapacağına, genel müdürü küçük düşürmeyecek bir ifade dizisiyle kendisiyle baş başa olduğu bir toplantıda yapacak olsa belki genel müdürün gözüne girecekti. İşte marifet, farklı olurken bir yandan da uyumlu olmayı başarmaktır.

Samanyolu’na güzelliğini veren tek bir yıldız değil, yıldız takımlarının çokluğudur. Yıldızlaşmaktan ziyade, bir takımı yıldızlaştırmak için çaba göstermek 21.yüzyılda başarının anahtarı olacaktır. “Farkluyum” diyebilmek, iletişim becerilerinde ustalaşmayı gerektirirken, bir taraftan da yenilikçi yaklaşımları üretebilecek zihinsel bir sürece girmeyi zorunlu kılmaktadır

5.4.11

Başbakana ve Milli Eğitim Bakanına Açık Mektup 4: Yeni Andımız

“Dr. Reşit Galip Atatürk ile bir akşam yemeği sırasında yaptığı çok sert bir münakaşadan yaklaşık bir yıl sonra şaşırtıcı bir şekilde Milli Eğitim Bakanı olmuştu, en önemli eseri “Andımız”dı.”

İlkokullarda bayrak törenlerinde okutulan “Andımız” metni 1933 yılında dönemin Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip’in kaleminden çıkmıştır. Söz konusu “And” çocuklarımızı olumlu yönde güdülemeye çalışmaktadır. Ne var ki, andımız 21. Yüzyılda çocuklarımızı odaklamamız gereken gelişme, verimlilik, takım çalışması, buluşçuluk, yenilikçilik ve takım çalışması gibi birçok kavramı içermemektedir. Türkiye’deki genel toplumsal yapı, günlük yaşamın parçası olmuş ve kanıksanmış birçok olguyu sorgulamadan onunla birlikte yaşamaya devam etmektedir. Mevcut andımızla ilgili sorgulanan tek öğe, içindeki Türklük unsurudur. Aslında Andımız’da, bu konudan önce çocuklarımıza hangi kavramları vermeliyiz sorusunu cevaplamalıyız. Sözü uzatmadan önce Reşit Galip’in hazırladığı mevcut andımızı hatırlatmak, sonra da yeni önerimi paylaşmak istiyorum:

"Türküm, doğruyum, çalışkanım. / İlkem, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. / Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir. / Ey Büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime and içerim. / Varlığım, Türk varlığına armağan olsun. / Ne Mutlu Türküm Diyene!"

Hazırladığım yeni “Andımız”:

Üretkenim, buluşçuyum, çalışkanım. / İlkem; gelişmek için değişmek, problemleri çözmek, işbirliği yapmak, dürüst ve yenilikçi bir birey olmaktır. / Amacım, akılcı davranmak ve yaptığım her işin kalitesini sürekli yükseltmektir. /Ey Büyük Atatürk! Açtığın yolda dünya liderliği ve insanlığa hizmet etme hedeflerine durmadan yürüyeceğime and içerim. / Aklımı ve tüm varlığımı bu yolda kullanacak, Türkiye’nin ismini uygarlık tarihine altın harflerle kazıyacağım.

Verimlilik, üretkenlik, buluşçuluk 21.yüzyılın en temel kavramlarıdır. Amerika Birleşik Devletleri, Japonya, Almanya ve Çin’in dünya ekonomisinde oynadıkları lider rol, üretim miktarları ve buluşçuluklarındadır. Yenilikçilik (innovation) alanında ABD, Japonya ve Almanya dünyada başı çekerken Çin de onların patentleriyle üretim yaparak dünyanın ikinci büyük ekonomisi olmuştur. İhtiyaç duyduğumuz şey buluşlar yapmak ve bunları yaygınlaştırarak yenilik (innovation) üretebilmektir.

20. Yüzyılın son evresi “Değişim” sözleriyle yankılandı, ama ihtiyaç duyduğumuz şey tek başına değişim değil, gelişmek için değişimdir.

Dünyada problem çözebilen, çatışan değil, işbirliği yapanlar üretim yaparak ilerliyor. Onun için yeni Andımız’da çocukları problem çözmeye, işbirliğine ve gelişim için değişime odaklamaya çalıştım.

Kalite olmaksızın üretimin bir anlamı yok. İster ödev yapalım ister otomobil yapalım, hepsini kaliteli yapmamız gerekiyor. Ancak günümüz dünyasında sabit bir kalite düzeyi yetersiz; kaliteyi iyileştirmek ve yükseltmek esas.

Reşit Galip’in yazdığı And’da Atatürk’ün gösterdiği hedefe ilerleyeceğimiz söyleniyor. Atatürk’ün yaşadığı dönemde hedef belli; ama bugünün ilköğretim çocuklarına hedef nedir diye sorduğunuzda türlü türlü cevaplar veriyor. Onun için yeni Andımız’da dünya liderliği hedefini koydum. Dünya liderliği deyince de, emperyalist ve sömürgeci değil, dünyaya uygarlık getiren, buluş ve sistemleriyle dünyaya hizmet eden ve onu koruyan bir liderlik.

Yeni Andımız’ın son cümlesi, güncel tartışmaları da temizleyebilir. Türkiye’de etnik kökenimiz ne olursa olsun, bu ülke için çalışmalı ve uygarlık tarihine ülkemizin adını altın harflerle kazımalıyız

8.2.11

Avrupa Gezisinin Düşündürdükleri

Brüksel’de Türklerin yoğun olduğu bir alışveriş caddesi var. Bu caddeye doğru yürürken iki Türk arabadan indi. Biri diğerine dedi ki: “Abiii, bu arkadaki araba nasıl çıkacak, bilemiyorum…” Diğeri cevap verdi: “Boş ver çıkmasın!” Biraz daha ilerledim, bu sefer bir pastaneden iki Türk ellerinde karton kahve bardaklarıyla çıktı. Bu bardakların üstünde plastik bir kapak vardır; bir tanesi bu kapağı aldığı pervasızca yere attı. Bir an bile çevresine bakıp bir çöp kutusu aramadı. Viyana’da bir Türk restoranında bunlardan daha komik bir olay yaşadım. Epeyce bir zamandır et yemeyi azalttım. Bir Ortadoğu yemeği olan Felafel köftesi sipariş ettim. Bir tür lezzetli sebze köftesidir. Bir süre sonra servis geldi. Ama içinde Felafel köftesi yok. Garsona dedim ki, “Siz daha önce hiç Felafel köftesi gördünüz mü?” “Gördüm” dedi. “Peki” dedim, “bu tabakta Felafel görüyor musunuz?” “Abi, felafel kalmamış, ben de sigara böreği koydurdum” dedi.

Brüksel’de Zaman Gazetesi’nde Türklerle bir kahvaltı yaparken Arnavutlardan söz açıldı. İki yıldır Arnavutluk’ta Epoka Üniversitesi’nde ders verdiğim için Arnavutlar hakkında birinci elden bilgi sahibiyim. Ancak önce Avrupa’daki Türklerin kafasındaki Arnavut imajını öğrenmek için sustum. Sofradakilerden biri dedi ki, “Avrupa’da en sevilmeyen millet Arnavutlardır, çünkü bütün mafya işleri onlardadır.” Sofrada diğer birkaç kişi de Arnavutlarla ilgili olumsuz örnekler verdi. En son olarak Arnavutluk’ta Epoka Üniversitesi’nde ders verdiğimi, Arnavutların çalışkan, dürüst, gelişmeye açık insanlar olduğunu ve millet olarak da dil konusunda sıra dışı bir yetenekleri olduğunu, Avrupa’da Türklere karşı gerçekten samimi dost bir millet olduğunu vurguladım. Ardından da şunu söyledim: “Bir şeyin en kötüsü, en meşhurudur.” Yukarıda Brüksel’de ve Viyana’da gördüğüm örnekler, olumsuz örnekler. Ne var ki, komik ve bir Avrupalı da bunları görse Türkler deyip bunu anlatır. Doktora yapan, iş hayatında başarılı, profesyonel kariyerleri olan Türkleri değil, kahve bardağının kapağını umursamazca yere atan Türkleri anlatır.

Buradan iki sonuç çıkarabiliriz. Az sayıdaki örnekle milletleri yargılamamak gerekir. İnsanların genelleme yapmaya yatkın olduklarını dikkate alıp her alanda hepimiz ideal bir performans göstermeliyiz. Çünkü sadece kendimizi değil, hem Türkleri hem de Müslümanları temsil ediyoruz. Hatta Avrupa’daki Kürtler de, kendilerini etnik olarak ayırmaya çalışanlar dâhil, Türk tanımlamasıyla değerlendiriliyor. Yıllardan beri insanların sıra dışı düşünmeleri, sıra dışı yaklaşımlarla başarılı olmaları konusunda çalışıyorum. Ne var ki, insanların sıra dışı olmadan önce iyi bir sıradan olması gerekiyor. Avrupa’da şu anda Zaman gazetesinin bir abone kampanyası var. İstatistiksel olarak Avrupa’nın birçok ülkesinde Türklerin gazete okurları çok düşük. Avrupa’daki Türk toplumunun üyelerine seminerlerde şunu sordum. Belçikalı günlük gazete okuyor mu, Avusturyalı Alman okuyor mu? Cevap belli, tabii ki okuyor. O zaman bu işin standardı, sıradanı bu; her gün eve günlük bir gazete girecek.

Çocuklarımızın kitap okumasını, akademik olarak başarılı olmasını istiyorsak önce biz okuyacağız. Hasbelkader akademik anlamda ilerledim. Doktora yapmanın yanı sıra New York Üniversitesi, MIT ve Harvard Üniversitesi gibi kurumlarda eğitim aldım. Ağabeyim Agah Arat iki üniversite bitirdi. Ama rahmetli annem ve babam memur bütçesiyle yıllarca eve 4 gazete aldılar. Kapıcımız her sabah torbaya bir ekmek dört gazete bırakırdı. Bu okuyan çocuklar, dört gazete okuyan bir evden çıktılar. Gazete okumak, lüks değildir; su içmek gibi temel bir kültürel ihtiyaçtır. Kitap almadan, gazete okumadan akademik başarısı yüksek çocuklar beklemek, gübresi olmayan topraktan yüksek verim almaya benzer.