11.11.10

Başka Bir Dünyadan Haberler…

MIT’de Stratejik Yönetim programı ve Harvard Üniversitesi’nde 2 aylık liderlik eğitimi ile New York ve Chicago gezilerimden öğrendiklerimi paylaşmak istiyorum. İlk olarak Harvard’ı Harvard yapan şey, sınırlı öğrenci sayısı. Harvard Üniversitesi’ndeki öğrenci sayısı 35 bin kadar ve bu sayıyı aşmıyorlar. Okul öğrenci başına yılda ortalama 100 bin dolara yakın gelir elde ettiği halde, geliri ikiye katlama amacıyla kontenjanları ikiye katlamıyorlar. Dünyadaki pek çok üniversite büyüme eğilimindeyken, Harvard stratejik bilimsel bir neden içermedikçe (özel bir bilim dalının ortaya çıkması gibi) yeni bölüm açmıyor. Harvard, ekonomideki bir numaralı kural olan “az olan değerlidir” kuralını işleterek kendini zirvede tutuyor. Her yıl aldığı öğrenci sayısını artırmadığı için okul erişilmezliğini koruyor. Harvard’da gerçekten entelektüel ve bilgili insanlarla karşılaşıyorsunuz. Sınıf arkadaşım Boston’da yaşayan bir Hintli olan Syed’in İslam tarihi, Fethullan Gülen gibi güncel Türk liderleri hakkındaki bilgisi beni çok şaşırttı. Sohbetimiz sırasında bir de “Ziya Gökalp” hakkında ne düşündüğümü sorunca şaşkınlığım iyice arttı. İşletme alanındaki Hintli profesörleri saymazsak, Gandhi ailesi dışında bir tane bile Hintli düşünür ya da yazar tanımıyordum.

Boston’u Amerika’nın genelinden, New York’tan ve Londra’dan ayıran en büyük özellik, bu şehrin bir tür Birleşmiş Milletler Merkezi olması. New York’ta da her milletten insan görebilirsiniz, aynı şekilde Londra’da da. Ama Boston’daki kadar okumuş ve eğitimli uluslararası bir grup dünyanın sanırım başka bir yerinde yok. Bu uluslar arası ortam, aynı zamanda uluslararası fırsatların da kapısını açıyor. Bulunduğum süre içinde bir Bolivya Üniversitesi’nden, bir de Güney Kore Üniversitesi’nden ziyaretçi hocalık önerisi aldım. Türkiye’de, Türkiye’nin en iyi okullarında çok uzun yıllar ders verseniz bile, bu tür fırsatlar ortaya çıkmıyor.

Harvard ve MIT, Amerika’nın en gözde iki okulu. Bu okula giden öğrencileri diğerlerinden ayıran en büyük özellik, bu okullara giden öğrencilerin kendilerini bu okullara layık görüp şanslarını denemeleri. Bu okullar elbette çok iyi düzeyde İngilizce, çok iyi sınav neticeleri ve sınav ortalamaları istiyor. Bununla birlikte bu okullara girebilme ihtimali olan pek çok insan dahi, okulların sahip olduğu yüksek imaj dolayısıyla başvurmuyorlar. Dünkü gazetelerde, Türkiye’de bir sınav birincisinin vakıf üniversitelerini değil, Boğaziçi Üniversitesi’ni tercih ettiği haberi yer alıyordu. Büyük bir emek sonucunda yaklaşık bir buçuk milyon kişiyi aşıyorsunuz ve Türkiye birincisi oluyorsunuz. Sonuç, adını dünyada çok az insanın bildiği bir okula yazılıyorsunuz. ODTÜ’nün yurt dışındaki çağrışımları da iyice şansız. Orta Doğu Teknik Üniversitesi, deyince insanlar bir Arap okulu sanıyorlar. Anne-babalarımızın ve rehberlerimizin çoğu maalesef vizyoner değil, vizyonumuzun Türkiye’nin değil, dünyanın en iyi üniversitelerine girmek olması gerekiyor. İlköğretim yıllarından başlayan bir hazırlıkla dünyanın en iyi üniversitelerine girmek mümkün.

Perakende pazarlamanın dünyadaki zirvesi sanırım ABD. Öyle ilginç örneklerle karşılaştım ki, anlatması bile zor. Yorumlamadan paylaşıyorum. Chicago’daki Bloomingsdale (dört katlı çok lüks bir mağaza) binasının giriş kapısının çerçevesinde, taşlara Ayet-el Kürsi işlenmiş. Tamamen İslam mimarisinde yapılmış binayı görmek son derece şaşırtıcı. Abdurrahim Düzcan ile içeri girerek binanın öyküsünü sorduk. 1920’lerde yapılmış olan, anladığımız kadarıyla İslam ve Osmanlı sembollerini kullanmayı kendine tarz edinmiş Mason bir grup tarafından yaptırılmış. New York’tan da ilginç iki restorandan söz etmek istiyorum. İsrailli bir çiftin kurduğu Maoz vejeteryan zincirinde Orta Doğu mutfağı, Türk mutfağı olarak sunuluyor. Max Brenner isimli dünyanın en muhteşem çikolata deneyimini sunan restoran da ismiyle Alman gibi duruyorsa da onun da sahipleri İsrail orijinli. Küresel pazarlama, ne nasıl daha iyi pazarlanırsa o kimliğe bürünüveriyor. Özetle, Amerika başka bir dünya.

Hiç yorum yok: