30.9.06

2005’te neler öğrendim?

Ocak: Küçük bir çocuğu sevindirmenin en iyi yolunun onun sevdiği birini aniden karşısına çıkarmak olduğunu, dünyanın dört ayrı köşesinde dört evi idare etmenin çok zor olduğunu, yolculukların yaşamın muhasebesini yapmak için çok iyi fırsatlar olduğunu, yurtdışındaki bazı Türklerin karakterlerini ve hızla öz değerlerini kaybedebildiğini öğrendim.

Şubat : İnsanın, Amerika’da bile hiç tanımadığı insanlardan sadece sorarak, en eski dostlarının sunacağı kadar yardım alabileceğini, insanın belirsizlikleri kucakladığı müddetçe onun içindeki hediyeleri alabildiğini, günün yükünü konuşarak ya da yazarak paylaştıkça stresini hafiflettiğini, akşam yemeği ya da öğlen yemeği için bir meyvenin yettiğini öğrendim.

Mart: New York’ta işi olan ya da olmayan kimsenin zamanının olmadığını, zamanlarını katma değerli geçirseler de geçirmeseler de zamanlarının olmadığını, her New Yorklunun arkadaşı değil, ama bir psikiyatri doktoru olduğunu öğrendim.

Nisan: Pek çok insan için yönetim otoritelerinin otoritesi Peter Drucker ve ailesi ile tanışmak bir rüya iken, ilk çalışma yıllarımdan bir arkadaşım “Herhalde ölmeden önce mutlaka yapmak isteyeceğin şey Peter Drucker ile sohbet etmektir” demişken ölmeden önce Peter Drucker ve ailesi ile evinde tanışabileceğimi, çok mütevazı insanlar olduklarını, yaşamda onlara göre en önemli şeyin “başka insanların ihtiyaçlarına duyarlı olmak ve karşılık vermek”, bu yıl öğreneceğim en önemli şeyin “evrenin yardım etmek üzere kurulması” olduğunu öğrendim.

Mayıs: Amerika’nın en saygın kurumlarında konuşmalarımın Türkiye’deki kadar beğenilebileceğini, espri anlayışı olarak Amerikalılarla Türklerin çok farklılaşmadığını, insanın kendini Allah’a teslim etmesinin tüm zorlukları kolaylaştırdığını, Bronx’taki Porto Rico’lu bir imamın “Türkiye’nin AB’ye girmesi kendini küçültmesidir.” diye düşündüğünü öğrendim.

Haziran: Zonguldak Ereğli’sinde harika insanlar yaşadığını, Osmanlı çileğinin kokusunun esans olarak kullanılabileceğini, Amasra’nın, Karadeniz’in cennet köşelerinden biri olduğunu, bölgede deniz ulaşımının hiç kullanılmadığını, insanın her zaman nazik olmasının onu sürekli gören insanların gözünde değerli yaptığını ve insan dara düştüğünde bu insanların yardım ettiğini öğrendim.

Temmuz: Her insana iyi ve nazik olmanın, iş yaptırırken işe yaramadığını, bazen dişlerimizi göstermemiz gerektiğini, bir ülkedeki inşaat kalitesinin en alttaki insan kalitesine eşit olduğunu, rüzgâr sörfü hocalığının dünyanın en keyifli mesleklerinden biri olduğunu öğrendim.

Ağustos: Ağrı Dağı’nın eteklerinde ölüme yaklaşan bir insanın, yaşamının altına bir çizgi çekerek bu yaşamdaki en önemli şeylerin ailesi ve eser bırakmak olduğunu, Türkiye’nin doğusundaki ve güneydoğusundaki sorunların, bölgesel eşitsizliklerden (eğitim, gelir, altyapı, istihdam imkanları vb. gibi) kaynaklandığını, bazı ailelerin eline yılda 600 YTL (400 USD) geçtiğini, büyük şehirlerin yoksullarına değil, bu şehirlerin yoksullarına daha çok yardım gerektiğini öğrendim.

Eylül: İtalya’da gençlerin en çok oynadığı oyunun langırt olduğunu, devlet üniversitelerinin bile paralı olduğunu, Floransa’nın belki de Avrupa’nın en güzel şehri olduğunu, Türkiye’de eğitim sistemini ne kadar eleştirsek de okula gidenleri “bilgili” yetiştirebildiğimizi öğrendim.

Ekim: Almanya’da döneri lahmacunun içine dürüm yaparak sattıklarını, Hollanda’da vitrinlerde kadın pazarlandığını ama Avrupalıların yine de kendini uygar kabul ettiğini öğrendim.

Kasım: Dünyanın en büyük keşiflerini, buluşlarını yapan, en büyük sanat eserlerini koyan ya da iş imparatorluklarını kuran insanların çoğunun milliyetlerini bir kenara bırakarak birer dünya insanı olduklarını ve hatta kendi ülkelerinden soğuduklarını öğrendim.

Aralık: Sert bir kayayı kırmanın nazik vuruşlardan geçtiğini, başıma gelen ve başkalarınca büyük problem kabul edilebilen sorunların aslında hayatımın en şeker hediyeleri olduğunu, zamanın yapmak istediklerime değil, yapmam gerekenlere bile yetmeyebileceğini, mastır ve doktora derecelerini almış kişilerin akademik yönlerini, karakterlerini beğenmesek bile, sabırlarını takdir etmemiz gerektiğini, her yeni yılın bir sonraki yıl eskidiğini öğrendim.

01.01.2006

Aklınızı laboratuvar gibi kullanın

Diyelim ki, çevrenizde saygı duyduğunuz bir insan soyut ya da somut bir konu anlatıyor; konuyu açıklamak için örnekler veriyor ya da vermiyor.

Kafamıza konuyu, fikri ya da bilgiyi yerleştirmek için yapabileceğimiz en iyi şeylerden biri verilen örneklerin dışında, bu konu için geçerli bir örnek bulmaktır.

Bu kişinin şöyle bir cümle söylediğini varsayalım: "İnsanlarla ilişkilerde hem sert hem de yumuşak olmalı." Bu cümle aklınıza yatar gibi oldu; ama yine de emin olamadınız. Hem bu cümlenin geçerliliğini ölçmek, hem de hatırlamak için yapabileceğiz şeylerden biri, birkaç örnek düşünmektir. Örneğin, aklınıza yılan geldi. Yılan, yaşamının tamamını yumuşaklıkla geçirir. Kemiksiz bir hayvan olan yılan, yumuşak hareketlerle ilerler; ancak bir tehdit karşısında ya da karnını doyurmaya karar verdiği anda sertleşir. Öyleyse yaşamda süre olarak yumuşak olduğumuz zaman daha fazla, sert olduğumuz zaman daha az diye düşünebilirsiniz. Ama bir örnek daha bularak kontrol etmek istediniz konuşulanları; ‘yılanın kemiği yok' derken, aklınıza insan vücudu geldi. İnsan vücudunun tamamı kaslarla kaplı. Ancak bu kaslarımızın tamamı yumuşak; en başta ayak tabanlarımız, yüzümüzün çok önemli bir kısmı ve vücudumuzun çok önemli bir bölümü. Vücudumuzun sert bir bölümü yok mu? Var; her yumuşak dokunun altında kemik var. Oradan da şöyle bir sonuca varabilirsiniz; tüm ilişkilere yumuşaklıkla başlamalı; ama sonra kemik gibi katı duracağımız ana prensipler ve kurallar olmalı. Acaba gerçekten de böyle mi yaşam; yani çoğu zaman yumuşak ve nadiren sert mi olmalıyız? İyice sert bir cisim hayal etmeye çalıştınız ve aklınıza çekiç geldi. Çekicin her yeri sert. Sonra düşündünüz ki, çekicin ana işlevi vurmak. Yastık ise her yeri itibarıyla yumuşak. O zaman dediniz ki, yumuşak ya da sert olmak işleve bağlı. Hangi amaca ulaşmak istiyorsak ona hizmet eden tarz hangisiyse onu kullanmak lazım. Ancak yine de yılanın, insan vücudunun canlı, yastık ve çekicin cansız olduğunu düşündünüz. Sonunda şöyle dediniz; canlılar için ilişkilerde daha geniş zaman dilimlerinde yumuşak ve gerektiğinde sert olmak uygun. Acaba bu yazının genel olarak getirdiği yargı doğru mu? Yazı ne diyor: “Bir bilgiyi / önermeyi aklımıza yerleştirmek için resimleyen örnekler bulmak, onu sorgulamamıza imkan verdiği gibi onu unutulmaz kılar.”

Diyelim ki bu cümleyi Sertaç, Feyza isimli arkadaşından duydu ve geçmiş deneyimleriyle sorgulamak istiyor. Hiç unutamadığı bir sözü aklına getirdi: "Aklı olan, aklını; daha akıllı olan başkasının aklını da kullanır." Sertaç'ın Hakan isminde bir arkadaşı vardı; çok başarılı ve bilgili olduğu halde; onu sürekli uzmanlığı olan insanlara danışırken görürdü. Kendini bilgili kabul eden insanların çoğu, başkalarına hiç danışmazken Hakan sürekli akıl danışıyor; aklını kullanıyordu. Sertaç'ın babası karar alırken uzmanlığı olan insanlara hiç sormazdı; örneğin Sertaç yatırımcılık ve girişimcilik konusunda doktora derecesine sahip olmasına rağmen, babası kendi işletmesini yönetirken hiçbir zaman oğluna akıl danışmamıştı. Sertaç, Feyza'nın önermesini iki örnekle test etmişti ve bu örnekler bu bilgiyi onun aklında unutulmaz kılmıştı.

Herhangi bir meseleyi ya da mesajı anlamak için aklımızı bir laboratuvara dönüştürüp bu şekilde örnekler, resimler çizdiğimizde hem konuyu iyice anlamamız, hem de unutmamamız mümkün görünüyor.

Bugün çevrenizden duyacağınız fikirleri / bilgileri bu şekilde resimleyen örneklerle test etmeye ne dersiniz?

11.12.2005

Açıklık

Yıldız, hastanedeki son gününde eşiyle hayatının bir muhasebesini yapıyordu. ‘Ağabeyim, babamın ölümünden sonra anneme hiç destek olmamıştı.

Anneme arkadaş olmak, onun hastalıklarıyla ilgilenmek hep benim görevim olmuştu. Elbette annemi çok seviyordum; yaptıklarım bana ağır gelmiyordu ama neden ağabeyim anneme ve bana destek olmuyordu ki?..' Bu durum içimi çok acıtmıştı. Ölene kadar anneme ilgim ve içimde ağabeyime duyduğum rahatsızlık devam etti. Ancak ağabeyime hiçbir şey söylememiştim. Annemin ölümünden sonra bir gün bu yükten kurtulmaya karar verdim ve ağabeyime söyledim. Onu kırmak ya da üzmek için değil ya da hesap sormak için de değil. Sadece onun yardım etmemesinin beni çok üzdüğünü söyledim. O olay benim hayatımda önemli bir dönüm noktası oldu. Ondan sonra pişman olacağım şeyleri yapmamaya karar verdim. Zamanında açıkça söyleseydim belki ağabeyim de annemle ilgilenirdi. Sanırım onunla ilişkimin bozulmasından korktum. Evet, ağabeyimle bir ilişkim vardı, ama bu ilişkiden memnun değildim. Ona karşı açık olmamam beni ilişkimde memnuniyetsiz hale getirmişti.

Okulda da böyle şeyler yapmıştım. Okuldayken bir arkadaşımdan notları istemiştim; o da vermemişti. O notları vermeyince onunla konuşmayı bıraktım. Birkaç kez beni çay içmeye davet ettiyse de hepsini reddettim. Ardından birkaç arkadaşım daha ufak tefek şeylerde hata yapınca onlara karşı da kapandım. Şimdi hatırlıyorum; ne basit şeylerdi. Bir tanesi söz verdiği halde bana telefon etmeyi unutmuştu. Bir tanesi iade etmeye söz verdiği bir kitabımı kaybetmişti. Böylece ben kendimi başka insanlardan soyutlamaya başladım. Onlarla görüşmüyordum. Giderek yalnızlaşmaya başlamıştım. Bu yalnızlık sürecinde mutsuz da oluyordum. Eskiden yapmaktan hoşlandığım şeylerden artık hoşlanmamaya başlamıştım. Kendimi sevmemeye başlamıştım. Sanki içimde bir yabancı vardı.

Bir gün bir yazı okudum: “Akıl paraşüte benzer, ikisi de açıkken işe yarar.” Bu yazı üstüne çok düşündüm. Açık olmak işe yarıyordu; ama ben hiç açık bir insan değildim. Duygu ve düşüncelerimi açıkça ifade edemiyordum. Paraşüt, tüm gökyüzündeki havayı kaplamaya çalışmıyordu; sadece kendi büyüklüğü kadar havaya odaklanıyor ve onunla yetiniyordu. Ben insanlarla ilişkimde onların olumlu yönleriyle yetinmeyi denememiş ve hep olumsuzluklara odaklanmıştım. Hâlbuki birçok olumlu yönleri de vardı.

Hayatımdaki insanların olumsuz yönlerini bırakıp onların olumlu yönlerine odaklanmaya başladım. Örneğin, Ayşe hemen her zaman her yere geç kalırdı. Ama müthiş bir müzik zevki vardı; hiç kimsenin bilmediği müzisyenleri tanırdı. Üstelik inanılmaz yardımsever bir insandı. Kuzenim Murat, hiç ders çalışmayan bir insandı; ama sosyal ilişkileri harikaydı. Bu kadar hızlı dostluk kuran bir insan zor bulunurdu.

Bu bakış açısı hayatımı değiştirmeye başladı. Daha sevecen, daha anlayışlı bir insan olmaya başladım. Artık insanlara daha az kızıyordum; eğer beni rahatsız edecek bir şey yapacak olursa da içime atmayıp söylüyordum.

Bir de gelen tekliflere artık çok daha fazla açık hale gelmiştim. Üniversitede akademisyen olarak çalışırken özel bir şirketten gelen teklifi risk alarak kabul ettim. Önceki ben olsaydım, her türlü teklife kapalı dururdum. Üniversiteden geçtiğim şirkette bir sürü değişik görev ve projede çalıştım. Kendi potansiyelimi ve yeteneklerimi keşfetmeye başladım. 10 yıl kadar daha orada çalıştıktan sonra çok daha iyi koşullarla bir başka şirkete yükselerek geçtim.

Bütün bunların yanı sıra en önemlisini söylemeyi unuttum. Okul arkadaşım Filiz beni günübirlik Ballıkaya yürüyüşüne çağırdığında eski ben olsaydım, bu daveti reddederdim. Ama hayatın sunduğu bu hediyeye karşı açık oldum; onu kabul ettim. İyi ki de etmişim yoksa seninle nasıl tanışır ve evlenirdim?

16.09.2006

28.9.06

Peçetelerin Gücü

Geleceğiniz için hayal kurmak ile bir iş planı yazmak arasındaki fark nedir? Herkes hayal kurar. Bir meslek sahibi olmayı, ev ya da araba almayı, okumayı, tatile gitmeyi, işte başarılı olmayı, sevdiğiyle buluşmayı ya da evlenmeyi, çocuk sahibi olmayı, kitap yazmayı ve daha birçok benzer ve benzemez eylemi veya durumu hayal eder. Hayal kuranlardan hangileri hayallerine daha çok ulaşır? Hayal kuranlardan, ulaşmak istediklerini yazanlar, hayallerine ulaşırlar.

Ulaşmak istediğiniz hayali yazmaya başladığınızda artık bir karar vermişsiniz demektir. Konuşurken yüzlerce olasılık vardır. Her şeyi söyleyebilirsiniz; her seferinde aynı hayali biraz değiştirerek ya tamamen farklı anlatabilirsiniz. Ama bir kez yazdınız mı durum değişir. Yüzlerce hayalin içinden “ben bunun gerçekten olmasını istiyorum” diyorsunuzdur. Eğer hayalinizi bir resim gibi ayrıntılarıyla betimlerseniz ona bir adım daha yaklaşırsınız. Çünkü aklınız o ayrıntılara nasıl ulaşılacağını da belirlemeye başlar.

Dünyanın en büyük iş fikirleri, sanılanın aksine şirketlerin toplantı salonlarında değil, konuşmanın, düşünmenin, tartışmanın, birlikte hayal kurmanın zevke dönüştüğü bir yer olan restoranlarda kağıt peçete üstüne çıkar. Örneğin, Amerika’nın milyar dolarlık gözde hava yolu şirketi Souttwest havayolları fikrini Herb Kelleher bir restoranda peçeteye yazmıştır. Richard Branson lisedeyken ilk hayalinin iş planını defterinden kopardığı bir not kağıdına yazmıştır. Peter Drucker’ın eşi Doris Drucker 86 yaşında kurduğu şirketinin iş planını yine küçük bir not kağıdına yazmıştır.

Özellikle bir hayalinizi yazdığınız zaman karar vermenin yanı sıra, o hayali tekrar gözden geçirilebilir bir gerçeğe dönüştürmüş oluyorsunuz. O yazı, sizin hayalinize olan inancın bir belgesine, kanıtına dönüşmüş oluyor. Onu gördükçe, o hayale daha çok inanıyorsunuz. Bu tür hayallere birer-ikişer kelimelik bir ad / marka vermek onları paylaşmayı da kolaylaştırıyor. Yazılı olanı çoğaltmak da çok kolaydır. Fotokopi çekebilirsiniz, poster yapabilirsiniz, e-posta ile yüzlerce, web sitesiyle binlerce kişinin hayalinizi görmesini, üstüne konuşmasına olanak sağlarsınız. Bu insanlardan geri bildirim aldıkça hayaliniz hayal olmaktan çıkar, bir gerçekliğe dönüşür. Bir hayalinizi yazmak ve okunmasını sağlamak reklam yapmaya benzer. Şirketler ürünlerinin çok iyi olduğuna ve çok satacağına inanırlar ve bunu yazarlar (yazmak, sesli ve görsel kayıtları da içerir). O kadar çok yazarlar ki (o kadar çok reklam yaparlar ki) sonunda hayalleri gerçek olur.

Bazen bir hayalinizi hayata geçirmek için o dönemki koşullar uygun olmayabilir. Ancak yazacak olursanız, hayaliniz yarına çıkabilir. Koşullar uygun hale geldiğinde hayalinize, projenize yeniden dönebilir ve onu gerçekleştirmeye başlayabilirsiniz. Hatta çocuklarınız ya da torunlarınız bile bununla uğraşabilir.

Hz. Muhammed’e gelen ilk emir “Oku” olmuştur. Okuyabilmenin ön koşulu, okuma-yazma bilmek değil, önce “okunacak” bir şeyin yazılmasıdır. Yüce Yaratıcı evrenlerin kitabını, kurallarını yazmıştır. İnsanlık uygarlık tarihi, icatların formüllerinin, edebiyat eserlerinin, resimlerin, müziğin, sinemanın önce hayal edilmesinin sonra da yazılmasını tarihidir. Öyleyse, yazalım. Hayallerimizle dünyada minik ya da kocaman bir değişiklik yapabilmek için yazalım.

Hayvanlarla insanlar arasındaki en büyük farklardan biri, insanın kendisinden sonraya bir değişikliği bırakma gücüdür. Hayvan ise dünyaya tanımlanmış işlevinin dışında bir katkıda bulunmadan gider.

Başkasına yardım eden kendine yardım eder

Vedat, Bandırma’dan İstanbul’a hızlı feribot ile gelmişti. Gece saat 24 sularında Yenikapı’dan Kadıköy’e gidecek servise bindikten sonra arkalarda kalan son cam kenarı koltuğa oturmuştu. Otobüse binen herkes tek başına cam kenarına oturmuştu. Otobüse yeni bir genç daha bindi ve “HHHhıhhkadddıkööööy mü?” diye sordu. Otobüstekiler tedirgin bir şekilde bu sesin geldiği yöne döndüler. Otobüse binen genç engelli biriydi. Sağ kolun da bir problem vardı ve hırıltılarından anlaşılıyordu ki konuşmasında da sorun vardı. Serviste bu durumu fark eden yolcuların hemen hepsi, bu engelli kişiyi görmeyecek şekilde kafalarını camdan yöne çevirdiler. Kimisi kucağındaki çantasını boş olan koltuğa koydu. Servise önce binmiş yolcular, bu engelli kişinin yanlarına oturmasını istemiyor görünüyorlardı ve bunu belli edecek şekilde beden dillerini konuşturuyorlardı. Vedat en arkadan olayı izliyordu. Bir taraftan herkes tarafından geri çevrilen bu engelli kişinin kendi yanına gelip gelmeyeceğini de merak ediyordu.

***

İbrahim, Bandırma’dan İstanbul’a hızlı feribotla gelmişti. Çocukken beyin felci geçirmiş ve bu hastalık kendisinde kalıcı farklılıklar yaratmıştı. Birincisi konuşması ciddi ölçüde bozulmuştu. Sağ kolu, istem dışı kasılmalar da bulunuyordu. Üstelik bu kolu ve bu kolun parmaklarını dilediği gibi kullanamıyordu. Bunun yanı sıra yine de İbrahim kendini çok şanslı sayıyordu. Çünkü beyin felci yaşamış olan bazı başka insanların çok daha ciddi sorunları vardı. Hiç olmazsa iyi-kötü konuşabiliyor ve kendi başına yürüyebiliyordu. Bununla birlikte okul yıllarında çok zorluk çekmişti. Özellikle okulda çocukların çoğu tarafından dışlanmıştı. Normal bir insan gibi konuşamadığı için, çoğu zaman çocukların alay konusu olmuştu. Ne var ki, beyin felcine uğramayı kendisi seçmemişti. Neden öyle davrandıklarını hiçbir zaman anlamlandıramamıştı. Zaten kendisi sağ kolunu, istediği gibi kullanamamaktan ve kendini ifade edememekten psikolojik olarak rahatsızlık duyuyordu. İnsanlar anlayışlı davranacaklarına daha da anlayışsız davranıyorlardı.

Yenikapı’dan Kadıköy servisine bindi. Eskiden bir deniz otobüsü giderdi Kadıköy’e; ama İDO şimdi onun yerine bir midibüs seferi koymuştu. Gece vakti yine de emin olamadı, bu midibüsün Kadıköy’e gidip gitmediğinden. Midibüsün üstünde bir yazı da yoktu. Midibüsün basamaklarından çıktı ve kendisine çok zor gelen işi yapmak zorunda kaldı. Konuştuğu anda herkes onun bir engelli olduğunu anlayacak ve sanki o bir canavarmış gibi onunla yan yana oturmaktan kaçınacaktı. Çaresizce sordu: “HHHhıhhkadddıkööööy mü?” Önden birisi “Kadıköy” dedi. Bundan sonra herkes birer birer kafasını pencere yönüne çevirmeye başladı. Her dönen surat, İbrahim’in engelli koluna ve diline bir iğne gibi batıyordu. Kafalarını çevirdikleri yetmiyormuş gibi, bazıları İbrahim’i fark ettikten sonra yan koltuğa kimsenin oturmasına izin vermeyecek şekilde çantalarını koydular. İbrahim’in gözünden akan yaşı, bir tek Vedat fark etti.

Vedat, önce ne yapacağını tam kestirememişti. Kafasının içinde ışık hızıyla düşünceler dolaştı. Bir önceki hafta bozulan akışları düzeltmekle ilgili bir yazı okumuştu. Bu engelli gencin yaşamının akışı çok önce bozulmuştu. Bu midibüsteki insanların davranışları, bu akıştaki bozukluğu daha da yükseltmişti. Akışı düzeltmek için bir şeyler yapmalıydı. Birden Vedat, koltukların arasında yürüyerek oturacak bir yer arayan engelliye seslendi: “Burada yer var.” Üç kelimelik bu basit daveti duyan İbrahim, uzun süredir susuz kalmış birinin bir şişe suya kavuştuğu kadar sevindi.

***

Vedat, midibüs hareket ettikten sonra düşündü. “Hayatımızın bazı alanlarında biz de bu engelli genç gibi yardıma muhtaç ve kimsesiz değil miyiz? Birçok konuda bizim akışımız da bozulmuş değil mi? Kendi akışımızı düzeltmek, başkalarına yardım etmekten onların akışını düzeltmekten geçmiyor mu? Melih Arat’ın sözünü şimdi daha iyi anlıyorum: Başkasına yardım eden kendine yardım eder.”

Kum saatinin içine ne koyalım?

İnsanlar zaman yönetimini düşündüğünde tipik şekilde bir yanılgıya düşerek hep kendi istediklerini hangi zaman aralığında yapacaklarını düşünüyorlar. Temel problem burada zaten yaşamda ya da işte başarıya getiren kendi istediklerimizi yapmak değil, yapılması gerekenleri yapmak. Zamanımızı kendi kişisel planımızla dolduracağımıza, büyük başarıların harcını oluşturacak unsurla doldurmak daha işlevsel görünüyor.

Kum saatimizi doldurması gereken işleri tipik olarak ikiye ayırabiliriz: Önemli, Acil İşler ve Önemli, Sürekli Yapılması Gereken İşler

ÖNEMLİ ACİL İŞLER

Sözünü Tutmak

En önemli acil işlerin başında verdiğimiz sözü tutmak geliyor. Verdiğimiz sözleri tutmadığımız zaman çevremizdeki insanlarla aramızda olan güven zinciri kırılıyor.

Geç Kalmamak

Geç kalmak da, verilen sözün tam olarak tutulmamasına bir örnek. Geç kalan verdiği sözü tutmamış demektir. Bir gecikme olacağı belli olduğunda karşı tarafı arayarak mutlaka gecikme süresini bildirmek gerek.

İyi Performans sergilemek

İnsan her an sahnede. Eşinin, arkadaşlarının, mesai arkadaşlarının ya da yeni tanıştığı insanların. Özellikle ortaya koymamız gereken bir performans varsa, ödev, konuşma, rapor, satış görüşmesi ya da sınav kağıdı başkalarının gözündeki imajımızı geliştirmek ve korumak adına hep iyi performans göstermeye odaklanmalıyız.

İhtiyacı olana yardım etmek

Çevremizdeki insanlardan acil yardım ihtiyacı içinde olanlar varsa ve biz onlara yardım etmeye karar vermişsek bu insanlara yapılacak yardımı geciktirmemek önemli bir iştir.

ÖNEMLİ ve SÜREKLİ YAPILMASI GEREKEN İŞLER

Yeni insanlarla tanışmak ve yeni ilişki kurmak

Çevreyi genişletmek, bir insanın yaşamındaki en önemli iştir. Seminer gruplarımdaki öğrencilerin yaşamlarından öğrendiğim sistematik bir çaba olmadığında ya da kişinin mesleği buna yöneltmedikçe sıradan bir insan yılda sadece birkaç yeni insanla tanışıyor. Yapılması gereken sadece yeni insanlarla tanışmak değil, tekrarlanacak erişimlerle yeni insanın aklında da yer etmek.

Eser ortaya koyarak ya da uzmanlaşarak ismen tanınmak

Bir öğrenci de olsanız, bir yetişkin de olsanız belirli bir konuda uzmanlaşarak tanınabilirsiniz. Özellikle bir eser ortaya koymak, kitap, müzik parçası, bir sistem insanın başka insanlar tarafından tanınmasına yol açıyor. Belirli bir konuda aşırı uzmanlaşmada insanın tanınmasına yol açıyor. Tanınma yeni insanlarla bir işbirliğine girilecekse, ihtiyaç duyulan güvenin ilk andan itibaren oluşturulmasına yol açıyor.

Bilgi ve beceri kazanmak için öğrenmek

İnsanın yaşamındaki en önemli faaliyet öğrenme faaliyetidir. Bilgi edinme, uzmanlık ya da beceri kazanma bir insanın yaşamının temel etkinliği olmalıdır. Çünkü bu etkinlik, insana üretme için gerekli girdi ve süreçleri kazandırır. Bu etkinlik sayesinde insan yeni insanlarla tanışır; uzmanlaşabilir ya da eser ortaya koyabilir. Sıra dışı denemeler de yine öğrenme sürecinin parçasıdır.

Medya ilişkileri kurmak

Tanınmaya ya da eser oluşturmaya katkıda bulunabilecek en uygun yardımcı medya çalışanlarıdır. Gazete, dergi, TV çalışanları, internet sitesi editörleri insanın eserlerinin yayımlanmasına ya da duyurulmasına en çok yardımcı olabilecek kitlelerdir.

Aileye ve sevdiklerine zaman ayırmak

Dengeli ve mutlu bir yaşam için mutlaka ailemize ve sevdiklerimize zaman ayırmak gerekir. Müthiş kariyer başarısına sahip birisi olabilirsiniz ama eşiniz ve çocuğunuz sizi terk edebilir.

Dış görünüme zaman ayırmak

İnsanlar bizi önce dış görünümümüzle yargılar; dolayısıyla temiz ve iyi görünmek için zaman ayırmak gerekir.

Finansal planlamaya zaman ayırmak.

Mali geleceği planlamak, nakit akışını, yatırım, tasarruf miktarlarını planlamak her insanın mutlaka yapması gereken etkinliklerdir.

Bay Ram

Bay Ram, çok ilginç bir müzik öğretmeniydi. Aslında okul hayatım boyunca onun kadar ilginç bir öğretmen görmemiştim. Sınıfımızda müzik konusunda en yeteneksiz olduğunu düşündüğümüz kişilere dahi değişik müzik aletleri çaldırmayı başarmıştı. Flüt, mandolin, bağlama, mızıka, gitar ve darbuka. Sıradan bir lisede müzik dersleri, öylesine derslerdir. Bizim lisede de öyleydi; ta ki Bay Ram gelinceye kadar.

Sınıfa ilk geldiği günü hatırlıyorum. İçeri büyük bir spor çantayla girmişti. Bize müzik dersiyle ilgili ne düşündüğümüzü sordu. Birkaçımızın yalandan “müzik dersini seviyoruz, hoşlanıyoruz” demesinden sonra Bay Ram “Müzik dersinden hiç sıkılmıyor musunuz? Ben lisedeyken çok sıkılırdım” dedi. Bay Ram’ın sözlerinden cesaret bulup “Hocam, ben sıkılıyorum. Bak postacı geliyor parçasını flütle çalmaya çalışmak, solfejle uğraşmak hiç de eğlenceli değil.” Sınıfta benim gibi başka sıkılan olup olmadığı sordu. Birkaç kişi daha el kaldırdı. Bay Ram, “Tamam; peki kendi özel yaşamlarınızda ne dinlemeyi seviyorsunuz” diye sordu. Birkaç kişi cevap verdi. Bunun üzerine Bay Ram, büyük spor çantasının içinden taşınabilir bir müzik seti çıkardı ve albümleri içinden bizim sevdiğimiz parçaları takmaya başladı. İlk parçayı çalmadan önce, parçalar çalınırken ellerimizle parçaya uygun tempo tutmamızı istedi. Açıkçası çok şaşırmıştık. Ama parçanın çalmaya başlamasıyla birlikte herkes elleriyle tempo tutmaya başlamıştı. Bay Ram, müziğin sesini kıstı ve bizim ellerimizle tutturmaya çalıştığımız tempo öne çıktı. Birkaçımız ritmi bozuyordu ve bir arkadaşımız onları uyardı. Hoca da müdahale ederek dedi ki; “bırakın hata olsun. Sadece tempo tutmaya çalışın hata yapmaktan korkmadan, yapsanız da düzeltmeye çalışmayın. Sadece ve sadece tempoyu kendi doğanız içinde tutturmaya çalışın. O ders el şaklatmalarımızla birlikte sona erdi; sınıftan çıkarken hepimiz motive olmuştuk.

İzleyen derslerde hoca bize çalmak istediğimiz müzik aleti olup olmadığını sordu. İçimizden bazıları bazı mızıka, gitar, bağlama, flüt gibi müzik aletleri çalmak istediklerini söylediler. Hoca bir şekilde bunları bize temin etti ve hepimizle birer birer ilgilenerek bunları çalmayı öğretti. Ama esas anlatmak istediğim bu değil. Hoca durmadan bizi hata yapmamız için teşvik ediyordu. Daha doğrusu hatalarımızla daha barışık olmamız için.

Kim bir şarkı çalıyor ya da söylüyor ve hata yapıyorsa, “hataya aldırma devam et” anlamına gelen bir işaret yapıyordu. “İnsanoğlu ne yapacağını yaparak bulur; hata yapmaktan korkan insan hiçbir eylem yapamaz; durur. İnsan hata yaparak öğrenir; en iyi performansı da hata yapmaktan korkmaktan vazgeçtiğimiz zaman sergileriz,” dolayısıyla “sadece yapın” diyordu. Biz daha önce böyle bir yaklaşım hiç görmemiştik. Tüm okul hayatımız boyunca öğretmenler ve diğer yetişkinler bizim hatalarımıza takmışlardı. Hatasız bir yaşam sürmemiz, dersler sırasında hiç hata yapmamız konusunda üzerimizde müthiş bir baskı vardı. Bay Ram, ise insan hata yapa yapa, hata yapmayı doğal kabul ederek doğru ve güzeli yapmayı öğrenir diyordu.

Hiç unutmuyorum; son sınavda flütle bir parçayı çalıyordum ve hata yapmıştım. Bay Ram yine “devam et” işareti yaptı. Yine hata yaptım. Bize sağladığı tüm rahatlığa rağmen iki damla yaş alnımdan süzüldü. Çalmaya devam ettim ve yine hata yaptım. Bay Ram, “hata yapman önemli değil, geçeceksin; yeter ki sadece hata yapmaktan korkmadan çal” dedi. Parçayı baştan aldım ve hiç hatasız çaldım.

Ondan beridir hayatımda hata yapmaktan korkmuyorum. Hata yaptığım zaman küçük görülmekten, başkalarının olumsuz düşüncelerinden etkilenmiyorum.

Hayatınızda hatalarınızla barışmanıza vesile olacak Bay Ram’lar görmeniz dileğiyle.

Not: Bana hata yapmayı sevdiren mükemmele giden yolun hatalarla barışmaktan geçtiğini gösteren büyük müzik insanı Tugay Başar’a teşekkür ederim.

Hayallerinize Ulaşmanın 7 Kuralı

Ramazan işsizdi. Onlarca günü hiç bir şey yapmadan geçirdi. Bir gün yeni bir restoran açmaya karar verdi. Sağlıklı yaşam restoranı hayal ediyordu. Restoranda servis edilecek tüm gıdalar, doğrudan ekolojik tarım yapan çiftçilerden alınacaktı. Yemek yapımında kullanılacak tüm malzemeler doğal olacak, hormonlu ya da herhangi bir kimyasal ya da genetik işlemden geçmemiş malzemeler olacaktı.
  1. Her şeyin başlangıcı bir hayaldir.

Bu restoran fikri, birkaç gün önce gittiği bir restoranda gelmişti. Vejeteryan (sadece sebze yiyen) bir arkadaşı onu bir vejeteryan restoranına götürmüştü. Kırmamak için katılmış, ancak yemeklerden pek hoşlanmamıştı. O sırada sağlıklı yemek sunan restoran nedir tartışması geçmişti. Sağlıklı yaşam restoranı fikri burada gelmişti.

  1. Hayalin girdisi önceki denemelerdir

Sağlıklı yaşam restoranını açmak için kimlerden yardım alabilirim diye düşünmeye başladı. Diyetisyen bir arkadaşı vardı. Yemek sanatları konusunda uzman tanıdığı kimse yoktu; ama başka bir arkadaşı bir gurme tanıyordu. Para gerekli olacaktı, ama yeterli parası yoktu. Bir banka müdürü komşusu vardı. Belki kredi verebilir ya da sermayesi olan biriyle tanıştırabilirdi.

  1. Hayale ulaşmadan önce insan elindeki ve erişilebilir kaynakları incelemelidir.

Bu insanlara gitmeyi düşündü. Konuyu babasına açtı. Babası “Oğlum, böyle hayali işleri bırak, işin bile yok yapamazsın. Zaten benim elime bakıyorsun, bir de restoran filan açıp hem beni, hem de başka insanların kaynaklarını boşa harcayacaksın” dedi. Kendisinin de zaten tereddütleri vardı. Babası aynı gün, annesine de hiçbir zaman güzel bir kadayıf yapamayacağını, bu konuda yeteneksiz olduğunu söyledi. Annesi o gün inat etti ve harika bir kadayıf yaptı. Ramazan, bu örneğe bakarak, babam benim harekete geçmemi engelliyor. Önyargıları var. Bunlara saplanıp kalmadan harekete geçmeliyim diye düşündü.

  1. Düşünmek ve harekete geçmek için düşünmemizi engelleyen bağları çözmek, önyargıları ve zincirleri kırmak gerekir.

Birer birer bu insanları, onların önerdiği insanları ziyaret etmeye başladı. her birine gittiğinde önce yemekten konuşmaya başladı. Sonra ne kadar sağlıksız beslendiğinden. Ardından keşke sağlıklı yaşam restoranı olsa dedi. Karşılarındaki kişiler de “keşke” dedi. Gelin birlikte bu restoranı açalım diye planını anlatmaya başladı. Herkesten çekinmeden bir şey istiyordu. Bilgi, ilişki, tavsiye ya da para.

  1. Başkalarının elindeki kaynaklardan yararlanabilmek için onlara sormak ve onlarla aynı hayali paylaşmak gerekir.

Komşusu bir başka bankayı önerdi. O banka bir risk sermayesi kuruluşu önerdi. Risk sermayesi kuruluşu, fikri inceledi ve ek bazı bilgiler istedi. Onları sağladı. Ama risk sermayesi kuruluşu sonra ilgilenmiyoruz dedi. İlk aşçı “yemeğin sağlıklısı olmaz” dedi. Amazon.com adresinden, yurt dışında var olan sağlıklı yemekler konusunda kitaplar satın aldı. Cadde üstünde, kiralık ilanı olan büyük dükkan sahibine gelin ortak olup burayı Sağlıklı Yaşam Restoranı yapalım dedi. Teklifi ilk yaptığı kişi reddedildi.

  1. Hayale ulaşmak için hem elimizdeki hem de başkalarının elindeki kaynakları buluşturmak gerekir.

İlk görüştüğü insanların birçoğu onu reddetmesine rağmen vazgeçmedi. Bu iş için istekli olan aşçı görüştüğü on dördüncü aşçıydı. Restoran konusunda ortaklığı kabul eden mülk sahibiyse yirmibirinci mülk sahibiydi.

  1. Kaynakları bağladığımız ilk modelde eğer istediğimiz sonuca ulaşamıyorsak, yeni modeller denemeliyiz.

Bu dünyada çocuk gibi olmak gerek. Kendi hayaline ulaşmada önyargısız ve deneme yapmadan vazgeçmeyen.

Tek Kelimeyle Muhteşem

Sevgili Dostlar,

Italya AB'ye uyeyse Turkiye'de mutlaka uye olmali, neden mi?

Bruno Bozzetto, flash animasyon filminde cevabini veriyor.

Filmde italyan bayragini gordugunuz yerde Turk bayragini hayal edin, bakalim tanidik goruntuler gelecek mi?

http://www.infonegocio.com/xeron/bruno/italy.html

Son zamanda izleyeceginiz en muhtesem filmi kacirmayin, bir degil on tebessum vaat ediyorum.

Sevgiler,

Not: Sesini acarak izlemeyi unutmayin, ayrica film bitince altta linkler var, diger filmleri de izleyebilirsiniz.

En İyi İşletme Yönetimi Kitapları

İstanbul TÜYAP kitap fuarının bugün son günü. 2003 yılı Türkiye için oldukça şanslı bir dönem kitaplar açısından, işletme yönetiminde uzmanlaştığım 1990’larda Harvard Üniversitesi ve batılı birçok yayınevinin kitabını yurt dışından bulmak ve İngilizce orijinalinden okumak zorunda kalmıştım. Bugün dünyanın en iyi işletme kitaplarının çok önemli bir bölümü Türkçe’ye çevrilmiş durumda ve bence bu harika bir avantaj.

Yönetimi genel olarak ele alan en iyi üç kitap, bence Peter Drucker’ın 21.Yüzyıl İçin Yönetim Tartışmaları (Epsilon Yayınları) ve Gareth Morgan’ın Metafor’u (MESS Kitapları). Collins ve Porras’ın Kalıcı Olmak isimli eseri keza her beyinde durması gereken bir içerik.

Pazarlama konusunda bir insanın kendini en güncel şekilde yetiştirmesi için harika kitaplar var. Bunlardan biri Kotler’in Kotler Pazarlama Üstüne’si (Sistem Yayıncılık). Pazarlama konusunda mutlaka okunması gereken kitaplardan biri de Pringl ve Thomson’ın birlike kaleme aldıkları Marka Ruhu (Scala Yayıncılık). Pine ve Gilmore’un kaleme aldıkları İş Hayatı Bir Tiyatro da, bence 21.Yüzyılda başarılı olacak pazarlama şirketlerinin uygulamalarını anlatıyor.

İnternet’te pazarlama konusunda birçok kitap var. Bence bunlardan Tom Murphy’nin Web Kuralları (Mediacat Yayınları) en toparlayıcı eserlerden biri. İzinli Pazarlama (Rota Yayınları) isimli kitabın yazarı Seth Godin’in tüm kitaplarını takip etmenizi öneririm. E-Pazarlama konusunda vaka analizleriyle birlikte iyi kitaplardan biri de Seybold’un Müşteri.Com (Epsilon Yayınları)

Strateji konusundaki en iyi kitapların başında Hamel ve Prahalad’in Geleceği Kazanmak (Inkilap) isimli eseri geliyor. Brandenburger ve Nalebuff’ın Ortaklaşa Rekabet’i (Scala Yayıncılık) bir başka baş yapıt.

Değişim Yönetimi konusunda Slater’ın Büyük Maviyi Kurtarırken (Literatür Yayınları) ve Tichy ile Sherman’ın Şirketinizin Kaderini Değiştirin isimli eseri iyi iki vaka çalışması. Sabah Kitapları kapandı ama bulabilirseniz, değişim yönetimi alanının baş yapıtı Hammer ve Champy’nin Değişim Mühendisliği’dir.

Teknoloji Yönetimi konusunda Alan Barker’ın Yenilikçiliğin Simyası (MESS Kitapları) ve Şimşek ve Akın’ın Teknoloji Yönetimi kitapları bence ilginizi çekecektir.

Toplam Kalite Yönetimi konusundaki en iyi kaynaklar KalDer Yayınları arasında. TKY’ye giriş İbrahim Kavkakoğlu’nun Toplam Kalite Yönetimi konusundaki eserini öneririm. TKY’nin felsefesini anlamak için Deming’in Krizden Çıkışı ve kalite teknikleri için de Taptık’ın Kalite Savaş Araçları iyi kaynaklar.

İnsan Kaynakları konusunda Hayat Yayınları’ndan çıkan bir seçki var; istifade edebileceğiniz. İK konusunda en iyi başlangıç noktası üniversite ders kitapları.
Öğrenen Organizasyonlar konusunun baş yapıtı, Senge’nin Beşinci Disiplin’i (Yapı Kredi Yayınları) (iyi olmayan bir çeviri, umarım yeniden çevirirler). Salim Çam ve Selim Yazıcı’nın Öğrenen Organizasyonları da (Papatya ve Alfa Yayıncılık) öğrenen organizasyon konusunda çerçeve çizen kitaplardan.
Liderlik konusunda kendi derlediğim Halen birkaç üniversitede master seviyesinde kaynak kitap olarak okutulan Değişimin Liderleri (Mavi Kitaplar) isimli kitabımı önereceğim. Drucker Vakfı tarafından derlenen Geleceğin Lideri (Form Yayınları) klasik liderlik yaklaşımlarının ötesinde bir kitap.
İş dünyasında yaratıcılıkla ilgili Guy Kawasaki’nin Devrimciler İçin Kuralları (MediaCat) ve Debono’nun RekabetÜstü’sü (İnkilap) şimdilik en iyi eserler. Doğrudan iş dünyası kitabı olmasa da bence yaratıcılık alanında dünya kalitesinde ya da üstünde bir uygulama örneği Burak Özdemir’in 2102’den Haberleri (Remzi Kitabevi).

Kişisel gelişim alanında Türkiye’de özgün bulduğum iki kitabı da anacağım. Her ikisi de okuyan da iz bırakıyor. Mümin Sekman’ın Kişisel Ataleti Yenmek (Alfa Yayınları) ve Muhammed Bozdağ’ın Ruhsal Zekası (Nesil Kitapları).

Bu kadar kitap öneren Melih Arat’ın kitabı yok mu diye aklınıza gelirse, cevap var. “7. Vites-Kişisel Gelişim Yolunda Vitesinizi 7’ye takın” Nesil Yayınlarından yeni çıktı.

Size ne düşüyor? Uzak filan demeden Tüyap Beylik Düzü yollarına düşmek ya da kim gider oralara deyip İdeefixe.com gibi bir kitap sitesine girip İnternet’ten istediklerinizi almak.

Çiçero’nun çok sevdiğim bir sözü var. Kitapsız bir oda, ruhsuz bir insana benzer. Odalarınız kitapsız, aklınız bilgisiz kalmasın.

+ dü$ünce

Sevgili Dostlar,

Eger herkes en yakinindakinin mutlulugu icin calisirsa, "mutlu olmanin en garantili yolu bir baskasini mutlu etmektir" sozu gecerli oluyor sanirim.

Diger taraftan karsilik beklemeksizin baskalarinin mutlulugu icin calismak (tek bir kisi degil, daha genis grup ve kitleler icin) bir mutluluk yolu kabul edilebilir. Amaciniz buyudukce ,kisisel nefsi cikarlariniz geride kaliyor gibi gorunse de, aslinda gururlanma ve onurlanma anlaminda kendi nefsinize hizmet etme seviyeniz artiyor.

"Life is beautiful" filminden not aldigim diyaloglardan biri anlam olarak soyleydi.

Restoranda basrol oyuncusu garsonun, yine garson amcasi soyle der: "Hizmet etmek yuceliktir. Tanri hizmet eder; ama boyun egmez."

Insanliga hizmet etmek, insani sira ustu olmaya tasir.

Kucuk bir insan grubuna surekli olarak sira disi hizmet etmek, bir sure sonra o insan grubunu dusundurur (herkesin idrak suresi farkli ama).

Bir insana kole gibi hizmet etmek ve inatci bir sekilde onu mutlu etmeye calismak, o insani da mutlu etmez, sadece rahat ettirir; ve sikicidir. (Picasso'nun yasamini anlatan filmi izlediyseniz bunu gorebilirsiniz.)

Mutluluk, mutsuzlugun oldugu yerde ortaya cikar. Mutlu bir gun, ancak mutsuz
bir gunun ertesinde gelir. Mutsuz gunlerinizin kiymetini bilin.

Sevgiler

İsteklerinizi Kabul Ettirmenin Gizli Formülü

İngiliz Patates Üreticileri Birliği (British Potato Council), İngiltere’deki patates satışlarını bir önceki yıla göre %10 artırmak üzere bir kampanya hazırlaması için dünyaca ünlü yaratıcı pazarlamacı - reklamcı B.J. Cunningham’a başvuruyor. İngiliz Patates Üreticileri Birliği yöneticileri verdikleri ön bilgide, patates ile ilgili aşinalığın artması gerektiği belirtiyorlar. B.J.Cunningham ve arkadaşları, müşteri adaylarına diyorlar ki, “dünyada patatese aşina olmayan kimse var mı?!!!” Bu gerilimli giriş konuşmasına rağmen, kampanyayı alıyorlar ve çalışmaya başlıyorlar.

Patatesi sattırmak için bu yazının ilk paragrafında soru formunda sunulan yöntemleri, çözüm olarak daha önce İngiliz Patates Üreticileri Birliği zaten kullanmış ve bir işe yaramamış. Öyle bir çözüm bulunmalı ki, satışlar hedeflenen miktarda artsın.

B.J. Cunningham, sonunda “Power to the People” - “İnsanlara Enerji” sloganıyla ortaya çıkıyorlar. Patates ile, insanların enerji kazanması arasındaki ilişki ne olsun ki... Sonunda açık hava reklamları tasarlanıyor.

Bu reklamlardan birinde, benzin istasyonunda pompacı otomobilin deposuna bir tane patates atıyor ve araba roket gibi fırlayıp gidiyor.

Bir başka reklamda ise, ufak tefek bir çocuk, başka çocuklar tarafından hırpalanıyor; sonra eve koşup patates yiyor ve çocuklar onun enerji dolu halini görünce kaçışmaya başlıyorlar.

Patates, bu reklam serisi ve “İnsanlara Enerji” sloganıyla, patates olmaktan öteye bir evreye geçiyor. Patates bir fikirle buluşuyor ve satışlar artıyor. Patates üreticileri, tüketicileri, satanlar, alanlar herkes mutlu.

B.J. Cunningham’ın en büyük iddiası da bu... insanlar bir mal ya da hizmeti değil, bir fikri satın alırlar. Çok bilinen ve patates örneğine benzer iki örnek fındık ve ıspanakla ilgilidir. 2000 yılında yine cinsel çağrışım üzerine kurulu aganigi-naganigi sloganıyla fındık satışları artmıştı. Ispanak tüm dünyada Temel Reis ile popülarize olmuş, uzun yıllar içerdiği addedilen demir oranıyla güç fikriyle bütünleşmişti. Harley Davidson motosiklet alanlar, bir ulaşım aracını değil, özgürlük ve meydan okuma fikrini alıyorlar. Harry Potter izleyen ya da okuyan çocuklar, macerayı satın alıyorlar. Bugün bir işletmenin ya da bir bireyin kendini kabul ettirmek, ürünlerini ve hizmetlerini satabilmek için insanları harekete geçirecek bir fikirle özdeşleşmesi gerekiyor.

İnsanların arasındaki çatışma, önemli ölçüde karşıt isteklerin bir sonucudur. Siz sinemaya gitmek istersiniz, babanız ya da eşiniz sizin evde oturmanızı ister ve sonunda çatışma çıkar. Farklı istekleri kabul ettirmenin yolu, isteğinizi kabul edilebilir bir fikir olarak ifade etmenize bağlıdır.

Bir eylem, ismi değiştiğinde kabul edilebilir ya da istenmeyen eyleme dönüşebilir.Lise öğrencisi bir genç, arkadaşına ders çalışmaya gideceğini ve gece orada kalacağını söylediğinde, anne baba buna pek taraftar olmayabilir. Ancak genç, gittiği arkadaşının okul müdürünün oğlu olduğunu söylediğinde birden izin çıkmaktadır. Eylem tamamen aynı olmasına rağmen algılanan fikir tamamen farklıdır.

Sabahları altı ile sekiz arasında bisiklete binmeye karar veren bir kocaya karısı sabahleyin yalnız kalmak istemediğini söyleyerek karşı çıkar, beni niçin yalnız bırakıyorsun diye. Ancak koca, “karıcım çok kilo aldım, senin zarif görünümünün yanına yakışabilmek için kilo vermem gerek. Ben de çare olarak bunu buldum.” dediğinde eşi karşı çıkmayı bırakır.

Sonuç olarak, insan istediği her eylemi yapabilir; yeter ki onu kabul edilebilir bir fikirle birlikte ifade etsin. İşletmeler de her türlü malı satabilirler, yeter ki mal ve hizmetlerini insanların satın almak istedikleri fikirlere dönüştürsünler.

Özgür Saatler Söyleşisi

banu'dan...

Bu programı Melih'le yapalı çok uzun zaman oldu. Konuştuklarımızdan, o günden bugüne çok birşey aklımda kalmamış. İyi ki bu web sitesini hazırlıyorum, çünkü konuştuklarımızı yazıya dökerken bir şeyi farkettim. Melih'in sarfettiği bir cümle beni neredeyse beni tarif ediyor... 'Topluma değer katmamıza götürecek olan şey, kendimizi keşfetmek için yapacağımız denemelerdir.'

Bu program benim ilklerimden biri, yani kendimi yeni yeni keşfetmeye başladığım günlerden... O zaman bu söz bana çok birşey ifade etmemiş ki, öyle geçip-gitmişim üzerinden.

Şu an kendimi keşfetmek için çıktığım bu yolculukta epeyce ilerledim ve şimdi de karşınıza bu web sitesiyle çıktım... Programlarda konuştuğum konuları biraraya toparlayarak topluma yani sizlere fayda sunmaktı amacım. Benim şu anda varmış olduğum nokta, Melih'in bu sözünün doğruluğunu kanıtlıyor.

Peki bu yolculuk beni daha başka nerelere götürecek?

Gerçekten ben de hiç bilmiyorum. Sadece hayatın karşıma çıkardığı fırsatları elimi uzatıp-alıyorum, o kadar...

Banu Özdemir'in yolculuğunun gelecek duraklarını hepbirlikte izleyeceğiz...

----------

Melih Arat...

'Özgür Saatler'in bana kazandırdığı çok değerli dostlarımdan biri...

Radyonun kapısından ilk içeri girdiğinde, papyonu ve sempatikliğiyle dikkatimi çekmişti ve kanım O'na hemencecik ısınmıştı... Zaten program da çok neşeli ve keyifli geçti ...

Program sonrasında Melih beni düzenlediği bir Sultanahmet gezisine davet etti, ben de koşarak gittim tabii. İyi ki de gitmişim; doğma-büyüme İstanbul'lu olan ben, Yerebatan Sarnıcı'nı ve daha birçok yeri bu sayede ilk defa görebilmiş oldum...

Sultanahmet ayrı bir dünya... Şu 'in' mekanları bolca arşınlıyoruz ama, her bir köşesinden tarih fışkıran bu meydanı hangimiz iyi biliyoruz? Eğer bir gün Sultanahmet'e yolunuz düşerse -ki bence biran önce düşsün- tarihi yapıların yanında, orada olağanüstü güzel mekanlar da göreceksiniz... Varlığından bihaber olduğunuz mekanlar... Daha önce niye gelmemişim diyeceksiniz, tıpkı benim dediğim gibi... Mesela dikili taşların hemen karşısındaki İbrahim Paşa Sarayı'nda içtiğim Türk Kahvesinin tadını bir türlü unutamıyorum... Yanında lokumla ikram edilen o kahve bana nasıl lezzetli geldi, size anlatamam... Eminim bunda içinde bulunduğum mekanın eşsizliğinin de çok büyük etkisi vardı...

Melih sayesinde keşfettiğim bir diğer mekan da 'Zeyrekhane'... Rahmi Koç'un yaptırdığı bu muhteşem restaurant Unkapanı-Zeyrek'te... Zeyrek Camii'nin hemen yanında... Bugüne kadar gitmediyseniz, ilk iş kendinizi atın derim... Pişman olmayacaksınız... Gittiğinizde bir de 'Nar Suyu' için ve kalbinizden beni geçirin...

Kimbilir? Belki hissederim...

----------

Girişte sıradışılıktan bahsedeceğim diye beklediyseniz, boşuna...

Aşağıda bol bol okuyacaksınız zaten.

Bir tek şunu söyleyeyim, Melih'in anlattıklarını dikkatlice, sindire sindire, üzerinde düşünerek okuyun... Sonra bir daha okuyun... Sonra tekrar okuyun... Sonra tekrar düşünün...

Göreceksiniz, hayatınız nasıl da değişecek...

ÖZGÜR SAATLER

15 Aralık 2002

Konuk: Melih Arat

BÖ: Melih seninle ortak bir amacımız var. Aynı şeyi, farklı yollardan yapmaya çalışıyoruz. Ben bugüne kadar 'Scuba Diving'den 'Harley Davidson'lu yaşam biçimine', 'Dağcılık'tan 'Puro kültürü'ne, bir çok konuyu ele aldım 'Özgür Saatler'de. İnsanlara hayatlarını rutinden çıkartmak için farklı alternatif sunmaya, tanıtmaya çalışıyorum. Sen de seminerler yoluyla insanlara 'Sıradışı Yaşam'ın kapısını açıyorsun. Bu açıdan seni konuk etmek bana ayrı bir heyecan veriyor. Hoşgeldin programa.
MA: Hoş bulduk... Banu özellikle seni tebrik etmek istiyorum, böyle bir program yaptığın için... Çünkü özgür olan her şeyi tanıtman müthiş bir şey... Senden mail geldiğinde, programın ismini gördüm... 'Aman Tanrım! Özgür Saatler... Benim yıllardır arayıp da bulamadığım radyo programı ismi' dedim:... Gerçekten hepimizin özgür saatlere ihtiyacı var. Özgürlük sadece bileklere vurulmuş olan zincirin kırılması değil, zihinlerimize vurulmuş olan zincirlerin kırılması. Az önce bahsettiğin Scuba diving gibi ele aldığın konular da, zihinsel olarak bağlı olduğumuz zincirleri kırmak için birer anahtar. Çok heyecan duydum.. Dedim ki hemen bu programa koşarak gitmeliyim:)))

BÖ: Ben de internette dolaşırken 'Sıra Dışı Yaşam' seminerlerine rastlayınca aynı mutluluğu heyecanı hissettim. Uzunca bir süredir bu seminerleri veriyorsun, bu konuda çok fazla emek sarfettin...
MA: Evet... 1995 yılından beri yaratıcılık konusunda yazıyorum, okuyorum, araştırıyorum; kavramları ve teknikleri geliştirmeye çalışıyorum. Batıdan aldığımız içeriği Türkiye'ye empoze etmekten ziyade, özgün bir içerik üretip... hatta becerebilirsek, bunu da tüm dünyaya sunmak gibi bir amacım var. Çıkış noktası böyle değilse bile şimdi o yöne doğru gidiyor. Ama sanırım dinleyiciler diyecekler ki bunlar bulmuşlar birbirlerini, bize ne yaptıklarını ne yapabileceklerini anlatacaklarına... birbirlerine iltifat edip duruyorlar:))

BÖ: Haklısın: Bulmuşuz birbirimizi, şimdi mesleğin sorunlarıymış-sıkıntılarıymış... konuşurmuşuz... Hemen konumuza girelim o zaman... Niye sıra dışı yaşam? Sıradışılık bize ne kazandırır? Yani insanın, doğru-düzgün bir yaşantısı varsa, sıradışı bir yaşamı neden istesin ki?
MA: Sıra dışı bir yaşam belki de yaşamın kendisi de onun için... Hepimizin ihtiyaç duyduğu bir şey, yaşamanın kendisi... Şimdi iki tür yaşam var olduğunu kabul edebiliriz. Şablon yaşamlar ve gerçekten seçilmiş yaşamlar... Toplumun maalesef bize sunduğu yaşam alternatiflerine baktığımız zaman, birer şablon olduğunu görürüz. Okula git, askerlik yap, evlen... Hele kadınlar için nasıl sablonlar var, Tanrım çıldırıyorum... 6 aylık bir bebeğe -kız bebekler için söylüyorum tabii- büyüyünce gelin olacaksın, duvak takacaksın... Daha şimdiden yönlendirme başlıyor...

BÖ: Çocuk oyunları bile o yönlendirmeyi aynen devam ettiriyor...
MA: Tabii, kesinlikle... Çocuk şarkılarına, ninnilere kadar herşeyde var buyönlendirme... Neredeyse bir kız büyüyünce bile evlenip evlenmemeye bile kendisi karar veremiyor. Erkekler açısından baktığınız da durum aynı... Onlara da bir maçoluk şablonu, değişik versiyonlarda sunuluyor. Memoli dizisindeki Memoli'den, şimdilerde Çocuklar Duymasın'daki Tamer Karadağlı'nın canlandırdığı karakter... Gerçi hoş bir şeyler yapıyolar ama... Topluma sunulan şablonlar var. Ben diyorum ki, bu şablonları kırmazsanız kendiniz olamayacaksınız. Sıra dışı yaşam becerilerini de şöyle sunuyoruz insanlara... Diyoruz ki... İnsanlar ya sıra altıdır, ya sıra içidir,ya sıra dışıdır, ya da sıra üstüdür. Bu dördünden biridir. Bunlar benim tasnifim tabii...

BÖ: Neyi kastediyorsun sıra altı,sıra üstü derken?
MA: Sıra altı terörist gibi adamdır.Tamamen bağlanmıştır, yani örgüt lideri, reisi, komutanı ne derse onun yapar... Git der, uçakları ikizlere çarptır, o robot gibi komutu yerine getirir. Veyahut da git kendini hapishanede yak der, o da yakar... Bunun düşünme yeteneği kalmamıştır. Toplumdaki, sıra içi sınıflaması 'sıradan' insanlardır. Sırada insan ne yapar? Toplumsal şablonlar ne gerektirirse onu yapar. Düşünme yeteneği vardır, ama çoğu zaman bunu kullanmaz. Örneğin bir cep telefonu desenli olabiliyor değil mi? Desenini de değiştirebiliyorsun. Otomobilin desenlisi var mı? Bir tek Volkswagen kaplumbağaları özel istekle yaptırabiliyorsun. Diğerlerine bakıyorsun, onlar niye desenli değil? Olmaaaaz... Araba beyaz, kırmızı, mavi, sarı olur... Farklı görünmek istiyorsun, fakat olamıyorsun...

BÖ: Bir de 'İnsanlar ne der?' baskısı var tabii..
MA: Kendin olamıyorsun o zaman, diğerinin beklediği kişi oluyorsun. Sıradışı yaşam becerilerinde, insanları bu sıradanlıktan çıkarmaya çalışıyoruz. Düşünme yeteneği var insanın.. Cep telefonu desenli olabiliyorsa, araba da olur... Neden olmasın? Şahsen benim, şöyle alevlerin içinden çıkan araba desenli bir otomobilim olsun isterdim... Ben böyle papyonla dolaşan bir adamım. Belki arabamın kaputunun üzerinde bir papyon deseni de olabilirdi... Hoş olabilir... Beni yansıtacaktı... Sıradan insanlar, sıra altılardan yine de üstünler. Sıradan insanı, uçağa bindirip İkizlere çarptır dediğinde, 'manyak mısın sen kardeşim?' der. Yine de düşünme yeteneği var. Sıradışı insanlar denemeye açıktırlar. Hayalleri vardır... Kurcalar, deneyler yapar, pek toplumu da takmaz... Takmaz derken, toplumla birlikte yaşar ama... Toplumla barışık bir haldedir ama bazen ters düştüğü anlar da olur. Ama sonunda da kendini bulacaktır. Toplumdan sıra dışı insanlarıa bir örnek vereyim size... Sıradışı insan öyle kulağına küpe takan insan da değildir, küpe takanlar da alınmasın... Sıradışılık derken bir marjinallikten bahsetmiyorum. Örneğin Çine'de, Çine bu arada Aydın yakınlarnda bir kazadır. Orada bir de göl var, Çine Gölü... Gölün yakınlarında bir balıkçı kahvesi var. Bu balıkçı kahvesinde yaşlı bir amca var gelene gidene kahve yapıyor. Ama kahveyi nasıl yapıyor? kahveyi cezveye ve ateşe koyuyor, 2 dakika geçiyor... Önünde bir sürü kavanoz var. Birinde hindistan cevizi var, bir miktar ondan atıyor. Aradan 3 dakika 15 saniye geçiyor ve saatine bakıyor bu sefer başka bir baharat atıyor. Yaklaşık 15-16 dakikada bir kahve yapıyor. Kendine özgü bir Çine kahvesi olmuş. Türk kahvesi ama, aroması farklı... Bir içiyorsunuz kahveyi, muhteşem bir lezzet !!! Diyorsunuz ki bana bir tane daha yap. Bütün müşteriler bayılıyorlar bu kahveye. Ne yapmış bu adam? Belki hiç okumamış olabilir, parası da olmayabilir, ama sıradışı bir adam bu... Sıradışı bir kahve yapmış... Düşünsenize, böyle bir kahveci olsanız herhalde çok mutlu olurdunuz... Çünkü bütün müşterileriniz sizden mutlu. Sıradışı olmak demek, hem kendin için hem başkaları için mutluluk kaynağı olabilecek bir deneme yapmak. Diğer kahveciler mutlu mu? Bunun bir hikayesi var... Ben seminerlerimin girişinde anlatıyorum bu hikayeyi... Öğrencilerimden bir tanesi, benden izin alarak İzmir'da bu seminerleri vermek istedi. Ben de yapabilirsin dedim. O da semineri yapacak, bir ilan vermiş... Copyright: Melih Arat, Semineri veren: Sabri Derin... Oranın kahvecidi de merak etmiş... 'Abi.. bu ne yaa.. ben de bir gelebilir miyim seminere' diye.. Sabri kabul etmiş, eğitimde az önceki hikayeyi anlatmış. Oranın çaycısının ismi Osman. Çine'deki kahveci yapar da ben yapamaz mıyım? Gidiyor kendi çayocağına, Nesquik, Nescafe, Capuccino ne bulursa karıştırıyor... 3-4 deneme yapıyor, değişik değişik... Haahhh! Tamam buldum, diyor... Kendi yaptığı yeni kahve türünden, dershanenin müdürüne, öğretmenlere dağıtıyor. 'Bu ne?' diyorlar.... Osman'ın spesiyali diyor.. Dershane müdürünün misafirleri geldiğinde, telefon açıyor, Osman bana senin spesiyalden getirir misin, diyor. Şimdi ne oldu? Sıradışılık bizim yaşamımıza yeni bir seçenek kattı. Biz ne kadar fazla, yeni şey denersek, bu hem bizi mutlu ediyor hem de etrafa aynı şekilde... Kahveden söz ettik... Biraz da tatlıdan söz edelim:... şimdi özellikle İstanbulluların sevdiği bir tatlıdan söz edeceğim... Bu arada dörtlü sınıflama var, dedik... sıra altı, sıra dışı, sıra üstü ve sıra dışıydı bunlar... Sıra üstü ne yapar? Sıra üstü para kazanır. Sıra üstü olanlar, uygarlığa bir ürün, bir hizmet sunarlar. Yani denemekle kalmaz bunu uygulamaya geçirerek hizmet verirler. Sıra üstü, Edison gibi bir adam... Bir ampül yaparsın, bütün dünya aydınlanır. Mesela Türkiye'den sıra üstü bir adam söyleyeyim size... Beyoğlu'nda İnci Profiterol. İstiklal caddesinde tatlı yiyeceksek ne yiyeceğiz? Profiterol yiyeceğiz. Adam profiterolü icat etmiş, artık sen profiterolü Gaziantep'e de gitsen yiyiyorsun, İzmir'e de gitsen yiyiyorsun... Bu adamın yaptığı icat ne olmuş, git gide yaygınlaşmış... İşin püf noktası, ülkeler nasıl gelişiyor diye baktığımız da... Bana öyle geliyor ki, İMF'den gelen kredilerle gelişmiyor ülkeler... Sıradışı insanların ürün ve hizmetlerinin gelişmesiyle gelişiyor. Düşünsenize şu Çine kahvecisini... Şimdi Starbucks açılıyor, Türkiye'ye... Kadıköy Carrefour'un içinde ilki açılıyor... Dünyanın en büyük ve hızlı büyüyen zincirlerinden bir tanesi Starbucks. Kuzey Amerika'da, yanılmıyorsam Seattle'da başlayan bir kahve zinciri... Starbucks Coffee tüm Türkiye'ye yayılacak da, Çine kahvesi yayılmıyor? Keşke Çine Coffee:) İstanbul, Ankara, İzmir, sonra da Paris, Londra, Sofya, New York... buralara yayılmıyor? Yayılsaydı eğer, bunun lisans gelirleri... Türkiye'nin imajı neden dünyada iyi değil? Çünkü Türkiye'nin dünyada sevilen bir markası yok. Biz bugün Amerikalıları bugün lider olarak kabul ediyorsak onların çeşit çeşit markaları, teknolojileri yüzünden.

BÖ: Şimdi, ben bu programda insanlara farklı yaşam alternatifleri sunuyorum. Farklı yaşam stilleri olan insanlar senin sınıflandırmana göre neredeler? Sıra dışılar mı, sıra üstüler mi
MA: Aslında az önce yaptığım tasnifte ince bir ayrım vardı, koşullu doğruyu söylemem lazım... Aslında hiç kimse tam olarak sıra dışı olamaz, biz sadece seçtiğimiz eylemlerde ve davranışlarda sıra dışı olabiliriz.Yoksa araba sürerken pek de sıradan sürmek zorundayız... Toplum içinde yaşarken yaptığımız faaliyetler sıradan olmak zorunda, ama bazı şeyleri sıra dışı yapmalıyız. Şimdi yoga yapan birisi, rafting yapan birisi veya scuba diving yapan birisi sıra dışı sayılabilir mi? Bu eylemler eğer toplum nazarında sıra dışı olarak sınıflanıyorsa sıra dışı sayılabilir. Ama aslında, yaratıcılık nedir diye baktığınızda, yaratıcılık iki şeyi birbirine bağlamak demektir. Mesela şimdi, bizim radyo aracılığıyla, seslerimiz-konuşmalarımız dinleyiciye bağlanıyor. Bu anlamda radyo genel anlamda bir yaratıcılık örneği. keza bilgisayar ın bütün parçaları birbirine bağlı, otomobilin parçaları birbirine bağlı. Parçaları birbirine bağlı olmayan bir makina yok. Diyeceksin, scuba diving le bunların ne alakası var? :)

BÖ: Bağlayacağız şimdi :)
MA:Eğer 'scuba diving'i yaşamımıza yaratıcı bir şekilde bağlayabiliyorsak, bunu sıradışılığın bir girdisi olarak kabul ediyoruz. Küçük bir hikaye anlatayım... Bizim sıra dışılıkla ilgili seminer katılımcılarımızdan birinin hikayesi. Ahmet Özken isimli bir arkadaşımız, kız arkadaşına 10 Temmuz'daki doğum gününde sıradışı birşey almak istedi. Nasıl bir hediye verdi, onu söyleyeceğim. Alfabetik düşünme yeteneğini kullanarak bu hediyeyi icat ediyor. Hediye şöyle... Bir gün sevgilisi Ayşe'ye bir mektup geliyor, Altınyıldız Oteli'nden. Mektup otelin dalgıçlık klübünden. Deniyor ki mektupta, doldurmuş olduğunuz bir formla, sadece 10 Temmuz'da geçerli olmak üzere, 2 kişilik dalgıçlık eğitimi kazandınız. Ahmet'e söylüyor bunu, bak böyle bir şey çıktı doğumgünümde, gel beraber gidelim diye... Ahmet mırın kırın ediyor... İsteksizce kabul ediyor, görünüyor. 10 Temmuz'da beraber kalkıp gidiyorlar, otele. Bu arada bunların dalgıçlık sertifikası da yok. Sertifika olmayınca, ilk dalışta 7 metreden fazla dalamazsınız deniyor. Bunlar 7 metreye bir dalıyorlar, inanılmaz bir şey !!! Bir anfora buluyorlar. Batık gemiden kalma bir testi. Uçuyorlar havaya... Testiyi alıyorlar, yukarı çıkarıyorlar. Ayşe artık takla atacak... Hem bedava dalış kazanmış, üstelik de bir batık bulmuş... Testiyi sallıyorlar, testinin içinde birşey var... Tanrım, bu ne??? İçinden, naylon poşetin içerisinde 2 tane inci küpe çıkıyor. Hazine bulduk!!! Ayşe, naylonu bir açıyor, içinde bir yazı: Hayatımın incisine, inciler yakışır:) İşte sıradışı yaşam becerileri bu !!!

BÖ: Ne muhteşem !!! Ayşe yerine ben çok duygulandım şu an, ağlayacağım şimdi :) Kimbilir nasıl bir tepki vermiştir kız?
MA: Tabii, kızın o anki halinin fotoğrafını bir görmek lazım tabii ki:. İşte, günlük yaşamımızdaki problemleri çözmek, günlük yaşamımıza değer katmak, onu güzelleştirmek hem kendimiz için anlatılası, yaşanılası, paylaşılası hikayeler anlatabilmek için bunlara ihtiyacımız var. Ahmet'in daha önce dalgıçlıkla alakası olmasaydı, Altınyıldız Oteli'ni bilmeseydi bütün bunların hiçbiri olmayacaktı. Tüm bunları yapabilmek için, Altınyıldız Oteli'ne gitti, oradan antetli kağıt aldı, yazdı, gönderdi... B öyle bir sürü ayrıntı ve detay var...

BÖ: Sıradışı bir hediye olmuş gerçekten...
MA: Çok örnek var böyle... Yaratıcılık işte parçaları bağlayıp, yeni birşey yapabilmek. Bunu yapabilmek için değişik parçalar lazım. Eğer hiç dalgıçlık yapmazsan, onu oraya bağlayamazsın. Bir yazar olduğunuzu düşünelim... Bir cinayet öyküsü yazacaksınız, enteresan birşey olsun istiyorsunuz... Eğer puro içmediyseniz, kahramanınıza puro içiremezsiniz. O puro zehiri taşıyacak, böylece öyküde cinayet işlenecek... Adamın bunu yazabilmesi için purodan haberdar olması lazım.

BÖ: Özellikle şehirde yaşayanlar için rutin bir hayat hakikaten çok hakim... İşten eve, evden işe... En fazla yaptığımız bir restaurant veya cafeye gitmek oldu çıktı. Ama bunu bir anlamda da rahatlığı var. Hiç birşekilde yormuyorsunuz kendinizi, hiçbir riskiniz yok. Sıkıntısı yok. Örneğin geçen hafta dağcılıktan bahsettik. Çok meşakkatli bir dağcılık. İnsanlar neden rahatlarını bozsunlar da yeniden bir şey denesinler?
MA: Denemesinler ve geldikleri gibi ölsünler-gitsinler: Şimdi yaşam doğumla ölüm arasında geçen bir şey gibi zannediliyor, ama onun içini doldurursan... Benim 'dolu dolu boş yaşamak' diye kullandığın bir tabir var. Sadece Türkiye değil, dünya toplumları 'dolu dolu boş yaşıyorlar'. Daha acısı nüfüs cüzdanlarında yazan kimliklerinin haricinde kim olduklarını öğrenemeden ölüyorlar.

BÖ: Bir arkadaşım çok güzel bir sözü vardı, 'iyi ki TV icat edildi, ölümü beklerken insanların canı sıkılmıyor' diyordu... Bence güzel bir tespit yapmış:) Televizyon karşısında çok vakit kaybediliyor hakikaten...
MA: :)))) O kadar keskin değil... Ben çok fazla çocuk kanalı izliyorum, mesela. Özellikle Nickelodeon kanalı var, Digiturk'te. Herkese hararetle tavsiye ederim... Real Monsters, Hey Arnold kaçırmayacakları çizgifilmler... Konumuza geri dönelim, insanlar günlerini yaşayıp gitsinler mi? Annemiz-babamız tarafından çizilmiş şablonlar var, işte... okula git, askerlik yap, işe gir... Az önce de konuştuk... Nasuh Mahruki diye enteresan bir insan var. Televizyondan izliyoruz, kahraman insan... Bu saygıdeğer adamla ilgili birkaç soruyu aklımıza getirmeliyiz. Böyle de söyleyince, kötü bir konuşma yapacağım gibi doğabilir insanların içine:) Öyle değil ama… Nasuh Mahruki bildiğimiz gibi AKUT grubunu kurdu ve AKUT sayesinde Marmara depreminde 500'ün üzerinde insanın kurtulmasına yardımcı oldu. Adana depreminden sonra da enkaz çalışmalarında birçok insanın kurtulmasına yardımcı oldular, dünyanın dörtbir tarafında bu işi yaptılar... Peki, Akut niçin kurulmuş? AKUT'un açılımı, Acil Kurtarma Takımı... Bu insanlar, AKUT'u dağda birilerini kurtarmak için kurmuşlar, depremzedeleri kurtarsınlar diye değil. Niye dağdakileri kurtarmak için? Çünkü dağa çıkıyorlar, dağda kaybolanlar oluyor, ölüyor... Nasuh niçin dağcı olmuş da biz dağcı olmamışız? Çünkü, Nasuh'un okuduğu Bilkent işletme Fakültesi'nde Dağcılık Kulübü var. Hatta ondan bir yıl önce dağcılık kulübünden önce sualtı mağaracılık kulübü vardı. Önce ona gidiyor, 1-2 yıl onu deniyor ve diyor ki bu iş bana göre değil... Sonra dağcılığı deniyor, dağcı olmaya karar veriyor. Nasuh Mahruki eğer dağa çıkmasaydı işletme fakültesindeki diğer arkadaşları gibi, okulu bitirecek, bir işe girecekti veya belki şu sıralarda mastırını yapıyor olacaktı…

BÖ: Sıradan bir insan olacaktı yani, oysa şu anda topluma büyük ölçüde faydası bulunan bir insan... Çok hayatın kurtulmasına katkısı oldu.
MA: Evet, okulu bitirdikten sonra yaptığı şey... Ne iş aradı ne de başka bir şey yaptı. Sıradışı bir kulvar yarattı kendine. Dedi ki kardeşim ben Rusya'ya gideceğim. Altı tane 6000 metre üzerinde dağ var, arka arkaya bu dağları tırmanacağım. Ve böylelikle 'Kar Leoparı' ünvanını aldı. Bu ünvanı aldıktan sonra da, Yapı Kredi'nin Genel Müdürü Burhan Karaçamlı'dan randevu aldı ve Everest'e çıkma projesini açıkladı. Everest'e çıkmak para isteyen, destek isteyen, bir çok şey isteyen bir projeydi. O desteği de aldıktan sonra Everest'e çıkabildiği için AKUT bu çapa ulaştı ve depremden sonra da o seviyede yardımlar aldı. Temel espri şu... başa dönersek.... Nasuh eğer dağa çıkmamış olsaydı arkadaşlar, AKUT da yoktu, depremde kurtulan insanlar da yoktu. Şunu da açıkça vurgulamak istiyorum, kim olduğunuzu bilemezseniz, kim olduğunuzu öğrenmek için değişik denemeler yapmazsanız, kim olduğunuzu hiç öğrenemeden mezara gidersiniz. İnsanlar isterlerse bunu yapsınlar ama, ben üzülüyorum... Biz bu hayata, yaşamaya, kendimizi öğrenmeye, birbirimize nasıl yardım edeceğimizi, kendi yaşamlarımızdan nasıl keyif alabileceğimizi öğrenmeye geldik. Televizyon seyredip ortalama bir keyif almaya veya şablon bir yaşamın arkasından gidip, yokolmak-sıkıntı içine düşmek için gelmedik. İkinci birşey, yaşamlarından pekçok insan mutlu değil.

BÖ: İnsan bazen ihtiyaç duyabilir... Şöyle eve gitsem, ayaklarımı uzatsam ve televizyon karşısına geçsem diye... Bu da olabilir... Ama tüm hayat böyle geçmemeli...
MA: Tüm hayat böyle olursa asıl sorun... Dünyanın heryerinde bir anlam arayışı sözkonusu. Hatta anlam arayışının en fazla olduğu ülke A.B.D. 'Yaşamınızın anlamını keşfedin' konulu en çok kitap Amerika'da. Türkiye ve Avrupa ülkeleri'nde de durum çok farklı değil, keza sadece bugün değil 3000 yıldır yaşamın anlamını arıyor. Yaşamın anlamı içeride değil, dışarıda. Dışarısı neresi? Köprü kurmak, denemek, araştırmak... Dağa çıkmak içeri girmek değildir, bu sosyalleşmedir. Bizi depresyonlarımızdan ve anti-depresan ilaçlardan kurtaracak olan şey ve topluma değer katmamıza götürecek olan şey, kendimizi keşfetmek için yapacağımız denemelerdir.

BÖ: Sıradışı derken öyle ekstrem şeyler düşünmemek lazım... Şarkı söylemek, resim yapmak... 40'lı yaşlardan sonra bu işe başlayan ve büyük başarılara ulaşan isimler çıkıyor aramızdan. Yaşın da hiçbir önemi yok... İnsan bu ihtiyacı farkettiği anda hemen harekete geçmeli, değil mi?
MA: Şablonlarla ilgili programın başında dedin ya, iş dünyası biraz daha sıradışılıkla yaratıcılıkla uğraşıyor, ben de dedim; yok öyle birşey... Hala da iş dünyasının çok sınırlı bir şekilde yaratıcılıkla ilgilendiğini iddia edeceğim. Mesela Cem Yılmaz'ı düşünün... Türkiye'nin sevdiği bir komedyen. İngilizce yapsaydı, herhalde Batı'da da severlerdi. Bu adamı, eğer meşhur olmasaydı, hangi banka işe alırdı? Mazhar Alanson... Sanırım 50 yaşını geçti... Çok yaratıcı bir müzisyen ve bana sorarsanız 'düşünür' de aynı zamanda. Hangi banka, eğer o meşhur olmasaydı, işe alırdı? İş dünyası 'yaratıcı olmak istiyorum' diyor da... Kendi şablonlarından... mesela 30 yaşın üstünde alamayız, 40 yaşın üstünde alamayız... Cem Yılmaz gitse, eğer ünlü olmasaydı, güvenlik memuru onu kapıdan içeri bile sokmayabilirdi. Sıradışılık ve yaratıcılık, bize katma değer yaratan, hayatlarımızı yaşanabilir hale getiren şeyler. Ama herkes sıradışı olacak diye birşey yok. Fakat, bu insanların sayısının toplum içerisinde fazla olması kritik. Eğer az olurlarsa, yeni bir icat diyeceğim ama teknik bir icat değil... Örneğin Mc Donald's teknik bir icat değildir, ama icattır... ICQ bir yazılım olmaktan ziyade, sosyal icattır. Bunlar bizim yaşamımızı güzelleştiriyor ve heyecan veriyor. ICQ'yu tüccarlar mı yaptı? Birileri buna ihtiyaç duydular ve geliştirdiler... İsrail'de yaşları 16 ile 20 arasında değişen dört genç yaptı ICQ'yu, sonra da Yahoo'ya sattılar. Ben şunu düşünüyorum... Sıradışı olmak müthiş birşey... Düşünsenize, ICQ'yu yaratan 4 gençten birisiniz. Akşam baktıklarında, şu anda dünyada şu kadar kişinin ICQ kullandığını görüyorlar. Kuzey Küre'de şu kadar kişi, Güney Küre'de bu kadar kişi konuşuyor...

BÖ: Şu kadar kişiyi de evlendirdik diyorlardır :)
MA: Evet, müthiş birşey bu... Ya yapmasalardı? Bunlara ihtiyacımız var. Yeni birşeyler olması lazım. Uygarlık böyle ileri gidiyor. En mutlu olan da bunu kullanan adam değil, bunu yaratan adam.

BÖ: Özellikle bizim toplum olarak bu icatlara çok ihtiyacımız var, ilerlemek için. Güven Borça'nın kulakları çınlasın... 'Bu topraklardan marka çıkar mı?' diye bir kitabı var. Bir şekilde sıradışılığı yakalayabilirsek, neden olmasın? Bu topraklardan da marka çıkar... Melih, son olarak senden 'Sırarışı Yaşam Becerileri' seminerinle ilgili bilgi vermeni rica ediyorum.
MA: Sıradışı Yaşam Semineri aynı anda İzmir ve İstanbul'da gerçekleşen bir seminer. Aynı anda iki şehirde yaşıyorum. İnşallah buna 3. şehir olarak New York da katılacak. Bir hafta orası 3 gün burası gibi geçecek.

BÖ: Çok zor bir tempodasın aslında. Haftanın yarısı İzmir'de, yarısı İstanbul'da yaşıyorsun.
MA: Şu denemek seçenek türü vardı ya... Aslında şehirler -sakinleri beni bağışlasın- birer yarı açık cezaevi gibidir. 2 şehirde yaşıyorsanız, 2 şehrin seçeneklerine sahipsiniz. 3 şehirde yaşıyorsanız, 3 şehrin seçeneklerine sahipsiniz... Bunun için benim seçeneklerim fazla... Kusura bakmayın, ben bu kadar az seçenekle yaşayamıyorum:)
Sıradışı Yaşam Becerilerini, İstanbul'da Boğaziçi Üniversitesi Mezunları Derneği ile birlikte yapıyoruz. BÜMED olarak bilinen dernekle. Program 12 hafta sürüyor. Derslerden de çok özet birşekilde sözedeyim. İlk iki hafta sıra dışılık nedir, sıra altı olmak nedir, yaratıcılık nedir, bunları tartişıyoruz. İkinci 2 hafta yaratıcılık teknikleri, alfabetik düşünme teknikleri, çapraz düşünme teknikleri nedir, bunları uygulamalı olarak çalışıyoruz. Niye bunların üzerinde çok duruyoruz? Çünkü, yaratıcılık önemli de, nasıl yapacağız bunu? Teknik lazım. Beşinci ve altıncı haftada bilgi ile yaratıcılık ilişkisi aynı zamanda bilgi toplumunda ki kenti kariyer yolumuzla bilgi ve yaratıcılığın ilişkisi, bilgi toplumunda kendi kariyer yolumuzla yetenekleri ve yaratıcılık ilişkisini sorguluyoruz. Yedinci haftada 'yaratıcılığın çağları aşan kuralları' isimli bir bölümümüz var. Bu bölümde, Türkiye'den dört tane yaratıcılık öyküsü anlatıyorum ki, bu işin nasıl olabildiğini öğrensinler. Sekizinci haftada 'odaklanma' kavramı var. Odaklanma ile yaratıcılığın alakasını açıklıyoruz. Yaratıcılık bağlamaksa parçaları, onlara birer birer odaklanmanız lazım. Dokuzuncu hafta, aslında bütün insanların dört gözle beklediği bir hafta. 'Az zamanda çok iş bitirme sanatı' diye bir bölüm var. Öyle bir yaşama modeli sunuyorum ki, bu modelle insanlar hem çok iş yapıyorlar hem aile yaşamları hem de kendileri çok mutlu oluyorlar. Onbirinci ve onikinci haftalarda ise iletişimde yaratıcılık ve sıra dışılık nasıl oluyor bunu tartışıyoruz. Bu program iki etaptan oluşuyor. Birinci 12 haftanın ana teması yaratıcılık. İkincisinin ana teması ise daha da ileri, kendi geleceğini yaratmak. O başka birşey. Başka malzemeler, başka sistemler... Yaşamımı buna harcadım diyebilirim, son 12 yıl bunu okumak-araştırmak-tecrübe etmekle geçti.... Sen 'Özgür Saatler'i bulmuşsun... Ben o kadar uğraştım, bu ismi bulamadım:))

BÖ: Bana bu ismi bulma konusunda bir dostumun çok büyük katkısı oldu. Ben de bayağı düşünüp-bulamamıştım. Ama o bir seferde buldu. Bir de yaratıcı olmadığını iddia ediyordu.
MA: Ama soruya sahip olmak, en az cevap sahip olmak kadar önemli. Bir taraftan sana bir pay çıkarttık yani :) Bu programla ilgili bilgilere nasıl ulaşabilirler, onu da söyleyeyim. Bir web adresi vereceğim: www.meliharat.com adresinden seminerlerimle ilgili bilgilere ulaşabilirler.

BÖ: Son olarak, bu programla ilgili gelecek projelerini soralım... Ama çok az vaktimiz kaldı, çok kısaca...
MA: İnşallah, bu Sıradışı Yaşam Becerileri seminerlerini, New York'ta da vermeye başlayacağız. İngilizce olarak New York'ta bunun kitabını yayınlayacağız. Bir de Sıradışı Yaşam Becerileri'nin üniversitesini kuracağız. Bu da bizim hayalimiz. Bizim de dünya uygarlığına katkımız bu şekilde olur.

BÖ: Ben yapacağına ve başarılı olacağına inanıyorum. Programa katıldığın için de ayrıca çok teşekkürler... Umarım birçok insanın Sıradışı Yaşama isteği duymasını sağlayabilmişizdir.

Yazlık Kitaplar

Bugün size bu yaz okuyabileceğiniz birkaç kitaptan söz edeceğim.

* İknanın Psikolojisi - Robert Cialdini -MediaCat Yayınları
* Çocuklarınıza verebileceğiniz En Büyük On Armağan -Steven Vanoy -Boyner Yayınları
* 2102’den Haberler -Burak Özdemir -Remzi Kitabevi
* Gayet Ciddiyim -Gülse Birsel -Epsilon Yayınları
* Peter Drucker’a Göre Dünya -Jack Beatty
* Bakıp da Görmediklerimiz - Ümit Şimşek - Nesil Yayınları

İknanın Psikolojisi, 1980’li yılların başında Amerika’da yayımlanmış bir eser. Kitaptan haberdar olduğum halde peşine düşmemiştim. Kitabın Türkçe çevirisini bu yıl okudum. Açıkçası çok geç kalmışım. Her insanın mutlaka okuması gereken müthiş bir kitap, insanların nasıl düşündüğü, algıladığı ve ikna edildiği üstüne müthiş bir araştırma. Okuma listenizin başına tereddütsüz koyabilirsiniz.

Steven Vanoy’un kaleme aldığı Çocuklarınıza Verebileceğiniz En Büyük On Armağan, bir anne-baba kitabı gibi görünüyor. Ama sadece bir anne-baba kitabı değil, insanlarla nasıl iletişim kuracağınıza dair müthiş bir rehber. Toplumda yetişkinler birbirlerine Chris Argyris’in annebaba-olgun-çocuk modeliyle (2002’de anneler gününde yayımlanan “Annenizle Kavga Ediyor musunuz?” başlıklı yazımda örnekleriyle açıklamıştım.) Neredeyse her sayfasını not aldığım ender kitaplardan biri.

Burak Özdemir’in kaleme aldığı 2102’den Haberler. İçinde “zeka” barındıran ender kitaplardan biri. Bu kitap Sıra Dışı Yaşam Becerileri Seminer Programı’nda önerdiğim iki kaynak kitaptan biri. Eğleneceğinizi ve bol bol güleceğinizi garanti ediyorum. İkinci kitap ne de derseniz, İrfan Sayar’ın Porof. Zihni Sinir’i. TÜBİTAK yayınlarından.

G.A.G. programının sunucusu Gülse Birsel’in Gayet Ciddiyim isimli eseri, beyin hücreleri ile gözleri arasında bağlantı olan bir kafanın ürünü. Kesinlikle sempatik, düşündürücü, iddiası olmayan bir kitap. Beyin hücrelerinize masaj gibi gelecek. G.A.G. programı ATV’de Cumartesi günleri 23:00’da yayımlanıyor kitapla birlikte tavsiye edilir.

Jack Beaty’nin hazırladığı Peter Drucker’a Göre Dünya isimli kitap Peter Drucker’ın yaşam öyküsünü içeriyor. Kişisel gelişime kafayı takmış olan kaçırmasınlar. Dünyanın en büyük yönetim otoritesinin kişisel gelişim yolunun hikayesinden daha iyi hangi eser rehber olabilir? Elbette kitabı, okumak yeterli değil. Peter Drucker’ın yaşamını anlatan her bölümde neler yaptığını başkalarıyla tartışmak ve şablonunu çıkarmak gerekiyor. Sonra da bu şablona uygun bir uygulama planı yapmak. Diyeceksiniz Melih Arat bile şablon filan önermeye başladı diye. Ama öyle değil. Örneğin Peter Drucker’ın babası her pazartesi akşamı eve yemeğe belirli bir dalda (matematik, tıp, maliye) insanları davet edermiş. Böylece her hafta evde belirli bir konu ele alınırmış. Diyeceksiniz “biz ne yapabiliriz?” Basit siz de evinize / dışarıya tanıdıklarınızın arasından her hafta farklı meslek gruplarından birilerini (matematik öğretmeni, avukat, taksi şoförü, mağaza yöneticisi) davet edebilir ve onların işlerini ve mesleklerini tanımak için konuşabilirsiniz.

Nesil Yayınları’ndan çıkan, Ümit Şimşek’in hazırladığı “Bakıp da Görmediklerimiz” dünyayı bilimle inancı buluşturan özel bir çalışma. Keşke dipnotları da olsaydı. Belki bir dahaki baskısına koyar.

Kitapları nereden alalım. Kitapçı peşinde koşmayın. Kitapları bulundurmayan kitapçılar, kitapları dağıtmayan dağıtıcılar, bu kafayla kapanacaklar. Kitapları İnternet’ten almak için www.yenisayfa.com ya da www.ideefixe.com adreslerine bakabilirsiniz.

Annenizle Kavga Ediyor musunuz?

Aile içi çatışmalarının ya da genel olarak iletişim çatışmalarının temelinde çoğu zaman basit bir model yatar. Aile bireylerinin hepsi, diğer üyeler için hediye kabul edilebilse de yine de pek çok aileden çatışma eksik olmaz. Çatışmaların kökünde Chris Argyris’in sınıflamasını yaptığı rollerin uyuşmazlığı bulunur. Argyris’e göre üç tip rol vardır:

İnsanlar; anne-baba, çocuk ya da olgun tipi rollerdedir. Başkalarını da yine bu rol tanımlamalarıyla algılama eğilimindedir. Basit ve tutarlı bir örnek olarak, anne-babalar, klasik koruyucu ve kontrol edici anne-baba rolü içinde, çocuk da çocukluk yapan çocuk rolü içindedir. Bu tür bir model, tamamlayıcı bir özellik gösterdiğinden belirli çatışmalar içerse de, bunlar son derece normal çatışmalardır.

Problem, koruyucu ve kontrol edici anne-baba rolü içindeki anne babalar ile, olgun role girmiş, kendi yapacaklarını kendileri tayin etmek isteyen çocuklar arasındadır. Anne-baba çocuklarını, “çocuk rolleriyle” görmek ister ve kabullenir; halbuki çocuk “olgun role” girmiştir ve çatışma çıkar. Benzer problemler evli çiftler arasında da yaşanır. Örneğin, koca sıklıkla hayatı boyunca “koruyucu ve konrol edici anne-baba rolü” tavrıyla karısına yaklaşır; karısı da tamamlayıcı bir şekilde “çocuk rolü” içinde değil de, olgun roldeyse ya da o da kocasına karşı “koruyucu ve kontrol edici anne-baba rolü” içindeyse çatışma yaşanır. En uygun ilişkiler tamamlayıcı rollerin bulunduğu ilişkilerdir. Örneğin, olgun rollü bir koca, olgun rolü benimsemiş bir eş ile, mutlu bir evlilik sürecektir. Ya da olgun rollü çocuk ile, yine ondan olgun davranış bekleyen olgun anne baba mutlu bir aile ortamını sürdürecektir. Bir tablo verecek olursak, bu basit ilişki düzeneği daha iyi anlaşılabilir.

olgun rol+olgun rol = uyum
anne-baba rolü+çocuk rolü=uyum
çocuk rolü+çocuk rolü=uyum
olgun rol+çocuk rolü= çatışma
anne-baba rolü+olgun rol= çatışma
anne-baba rolü+anne baba rolü=çatışma

Basit bir şekilde, herkes hangi rolün içindeyse, karşısındakini de kendisini tamamlayan ya da uyum sağlayan rolde görmek istiyor. Örneğin, olgun bir eş, çocuk rolünde bir eş değil, olgun bir eş bekliyor. Eşine karşı koruyucu anne-baba rolü oynayan bir koca, karısı olgun bir tavırla karşısına çıktığında çatışıyor. Ya da davranışlar açısından çocuk rolü içinde bir kocayı çekip çevirecek, anne-baba rollü bir eşe ihtiyaç var. Olgun insanlar, herkesle iyi anlaşırlar gibi düşünülebilir. Bu doğru değildir; olgun role girmiş insanlar da, iletişim kurmak için yine kendilerine benzer olgun insanlar ararlar.

İnsanın içine girdiği bu rol tipi, ortamdan ortama da farklılık gösterebilir. Örneğin, iş yerinde olgun rolü içindeki bir yönetici, eve geldiğinde koruyucu ve kontrol edici anne-baba rolüne bürünebilir. Keza okulda arkadaşlarıyla birlikte çocuk rolünde olan bir çocuk, eve geldiğinde birden değişerek “olgun rol” modelini giyebilir. Dolayısıyla insanları, değişik ortamlardaki rolleriyle kavramak ve onları içinde bulundukları rol modeliyle anlamaya çalışmak gerekir. Sanırım Anneler Günü’nde, hem annelerimize, hem de ailemize verebileceğimiz en büyük hediye, aile içi çatışmaların başlıca kök nedenlerini oluşturan bu modeli anlamak üzere konuşmak ve belki de kendimizi aile içinde hep birlikte (aile üyelerinin önünde) yeniden tarif etmek, tarif edenleri de can kulağıyla dinleyip onları oldukları gibi kabul etmektir. Olgun rol modelinde olduğunu iddia eden birine, inatla koruyucu-kontrol edici anne baba rol modeliyle yaklaşmak çatışmaları sürdürmekten başka hiçbir işe yaramayacaktır.

Bu yazıdan ayrı bir söz:
Dünyada nurlu bir bebek, bir melek olarak bulunduğumuz dönemde, yanımızda hep bir başka melek vardı. Ona bu dünyada “anne” diyorlar.

Peter Drucker’ın Hayatındaki 7 Önemli Ders

Liseyi bitirip memleketim Viyana’dan pamuk ihracatçısı bir şirkete stajyer olarak gittiğimde henüz 18 bile değildim. Babam bu yaptığımdan hiç memnun olmadı. Ailemiz uzun süredir bürokratlar, profesörler, avukatlar, doktorlar çıkaran bir aileydi. Dolayısıyla babam benim bir üniversite öğrencisi olmamı istemişti, bense Latince öğrendiğim sıkı bir lise evresinden sonra yorulmuştum ve çalışmak istiyordum. Ancak babamı mutlu etmek için Hamburg Üniversitesi’nin Hukuk fakültesine de kaydoldum. O yıllarda Avusturya’da ya da Almanya’da bir öğrencinin düzenli okula gitmesi gerekmiyordu. Yapılması gereken tek şey, hocaların imzalarını kayıt defterine geçirilmesiydi. Bunun için öğretim üyelerinin sekreterlerine usulune uygun şekilde ricada bulunmak imzaları almak için yeterliydi. Hiç gece dersi yapılmadığından ve gündüzleri de işe gittiğimden tek bir derse bile girememiştim. Buna rağmen hala iyi bir öğrenci olarak kabul ediliyordum. Bütün bunlar modern zamanlardaki insanlara aykırı gelebilir, fakat o günlerde bunlar çok normaldi. Üniversiteye girmek için lise mezunu olmak yeterliydi. Üniversite diploması almak için gerekli olanlar, küçük bir miktar olan üniversite harçlarını ödemek ve dört yılın sonunda bitirme sınavını geçmekti.

Stajyer olarak çalışmak son derece sıkıcıydı ve çok az şey öğrenmiştim. İş sabah yedi buçukta başlıyor ve saat dörtte bitiyordu; Cumartesi günleri ise 12’de özgür kalıyordum. Bol bol zamanım vardı. Hafta sonları Avusturya’dan iki stajyer arkadaşımla otostop çekerek Hamburg yakınlarındaki kasaba ve köylere giderdik, resmi olarak öğrenci olduğumuzdan öğrenci yurtlarında ücretsiz olarak kalırdık. Hamburg’un ünlü şehir kütüphanesi de, işyerimin yanı başındaydı. Üniversite öğrencilerinin de istedikleri kadar kitap alma hakkı vardır. Yaklaşık 15 ay boyunca İngilizce, Almanca ve Fransızca’dan sayısız eseri hiç durmaksızın okudum.

İlk Ders: Mükemmele ulaşmak bir kez daha dene, kaç yaşında olursan ol!

Daha sonra haftada bir operaya giderdim. Hamburg Operası, şimdi olduğu gibi o zaman da dünyanın en ünlü operalarındandı. Her hafta operaya gidecek kadar çok maaş almıyordum, ama operalar da üniversite öğrencileri için ücretsizdi. Yapmanız gereken tek şey opera başlamadan bir saat önce oraya gitmekti. Gösteri başlamadan önce satılmayan ucuz biletler üniversite öğrencilerine ücretsiz verilirdi. Operaya gittiğim akşamlardan birinde, İtalyan bestecisi Giuseppe Verdi’nin 1893’te yazdığı son operayı “Fallstaff”ı dinledim. Şu sıralar son derece popüler olsa da 1930’lardan önce seyrek olarak sunulan bir opera eseriydi. Hem operayı söyleyenler, hem de dinleyenler için zor bir eserdi. Viyana’da yetişmiş bir genç olarak oldukça iyi bir müzik eğitimim vardı. Birçok opera dinlemiş olmama rağmen, bunun gibi bir şey daha önce duymamıştım.

Bir araştırma yaptığımda beni son derece şaşırtan bir şey buldum. Bu opera; neşesiyle, yaşam için verdiği müthiş zevkle, inanılmaz doğallığıyla seksen yaşında bir adam tarafından yazılmıştı. 18 yaşında biri olarak, seksen yaş benim için inanılmaz bir yaştı. Daha sonra Verdi’nin kendisi için yazdıklarını okudum.

Fallstaff’ı yazmasından sonra ona şöyle sormuşlardı:
“Bu seksen yaşınızda, opera dünyasında yüzyılın en büyük bestecilerinden biri kabul edilmenize rağmen, niçin çılgınca bir çalışmayla yeni bir opera yazdınız ve niçin bu kadar sınırları zorlayan bir tane?”
Verdi şöyle cevap vermiş:
“Bir müzisyen olarak tüm yaşamım boyunca mükemmelliği kovaladım. O ise her seferinde benden sıyrılmaya çalıştı. Seksen yaşında da olsam onu bir kez daha yakalamaya çalışmayı denemek boynumun borcuydu.”


Bu sözleri hiçbir zaman unutmadım. Bende silinmeyen bir etki bıraktı. Verdi, on sekiz yaşındayken eğitimli bir müzisyendi. Bense on sekiz yaşında ne olacağımı bilmiyordum, sadece pamuk ihracatında bir başarı abidesi olacağa benzemiyordum. On sekiz yaşında, olgunlaşmamış, acemi ve bir on sekiz yaşındaki bir gencin olabileceği kadar toydum. Otuzlu yaşlarımın başında nede iyi olduğumu ve hangi alana ait olduğumu biliyordum. Ancak ne iş yaparsam, yapayım, Verdi’nin sözleri benim kutup yıldızımdı.

İleri yaşıma bile gelsem, vazgeçmeyecektim. Mükemmeliyet için çalışacaktım, ne kadar kovalarsam, kovalayım onun benden kaçacağına emin olsam da…

İkinci Ders: İnsanların değil, Allah’ın dikkatini çekecek kadar mükemmel bir iş yap!

Aşağı yukarı aynı sıralarda, Hamburg’da stajyer olarak çalışırken “mükemmelliğin” ne anlama geldiğine dair bir hikaye daha okumuştum. Bu hikaye, Antik Yunan’ın en büyük heykeltıraşı Phidias’ın hikayesiydi. Milattan önce 440 yılında yaptığı anıtlar 2400 yıl sonra günümüzde dahi Atina’da Parthenon’un tepesinde ayaktadır. Bugüne kadar bunlar Batı geleneğinin en büyük heykeltıraşlık eserleri sayılmıştır. Phidias dünyanın en büyük heykeli olan Zeus heykelini kuyumcu gereçleriyle yapmıştır. Herkesin hayran kaldığı bu anıtlarla ilgili faturayı şehrin mali işler başkanına gönderdiğinde, başkan ödeme yapmayı reddetmiştir.

“Bu anıtlar, Atina’nın en yüksek tepesinin üstündeki tapınağın çatısına dikilmiştir. Herkes önyüzünü görebilse de, arka yüzünü kesinlikle görememektedir ve sen bize hiç kimsenin göremediği arka kısımlarını da fatura ediyorsun.”

Phidias sert bir şekilde yanıt verir:
“Yanılıyorsun, Tanrılar onu görebilir.”

Bunu Fallstaff’ı dinledikten kısa bir süre sonra okumuştum ve çarpılmıştım. Daha önce böyle bir şey görmemiştim. Tanrı’nın fark etmesini istediğim birçok şey yapmıştım, ama esas olan başka bir şeydi:

İnsan, diğer insanların beklenti sınırlarında değil, Allah’ın beğeneceği, fark edeceği bir mükemmeliyet için çabalamalıydı.

İnsanlar, bana hangi kitabımı en iyi olarak kabul ettiğimi sorduklarında, gülümseyerek şöyle derim: “Bir sonraki.” Bunu sadece bir espri olarak söylemem. Verdi’nin opera yazarken ki ruhuyla söylerim, mükemmeliyet için bir kez daha denemek gerekir. Şu anda (bu satırları yazdığı sırada seksen beş yaşında) iki yeni kitap üstünde çalışıyorum. Öncekilerden daha iyi olacaklarını umuyorum ve daha da önemlisi mükemmele bir parça olsun daha yakın olacak. (Bunlardan biri yayımlandı. Peter Drucker, 21.Yüzyıl İçin Yönetim Tartışmaları, Epsilon Yayınları, 2000)

Bir gazeteci olarak çalışmak

Birkaç yıl sonra, Almanya’ya Frankfurt’a taşındım. Bir borsa aracı şirketi için önce stajyer olarak çalıştım. New York Borsası’nın 1929’daki çöküşünden sonra aracı şirket iflas etti. Yirminci yaş günümde Frankfurt’un en büyük gazetesine, mali konularda ve dış ilişkiler konusunda yazar olarak girdim. Geçiş yaparak hukuk öğrenciliğime devam ettim. O yıllarda bir Avrupa üniversitesinden diğerine geçiş yapmak çok kolaydı. Hala hukukla ilgilenmiyordum; ama Verdi ve Phidias’ın verdiği dersler aklımdaydı. Bir gazeteci, birçok konuda yazmak zorundaydı ve böylece yetkin bir gazeteci olabilmek için herk konuda bir şeyler öğrenmeye karar verdim.

Üçüncü Ders: Birçok konuda derinleş!

Çalıştığım gazete öğleden sonra bitmek zorundaydı. Sabahları altıda çalışmaya başlar ve öğlen ikiyi çeyrek geçe bitirirdik. Böylece kendimi öğleden sonraları ve akşamları çalışmaya zorladım: Uluslararası ilişkiler, uluslararası hukuk, sosyal ve yasal kurumlar tarihi, finans ve diğerleri. Zamanla hala kullandığım bir sistemi geliştirdim. Her üç ya da dört yılda bir yeni bir konu seçerim; bu bazen istatistik olur, bazen ortaçağ tarihi, bazen Japon sanatı, bazen de ekonomi. Üç yıllık bir çalışma bir konunun uzmanı olmaya yetmez, ama anlamak için yeterlidir. Böylece son altmış yıldır, belirli bir dönemde tek bir konuyu çalışmışımdır. Bu bana sadece bilgi kaynağı olmamıştır. Aynı zamanda beni yeni disiplinlere, yeni yöntemlere ve yeni yaklaşımlara açık olmaya itmiştir.

Dördüncü Ders: İyi yaptıklarını, yapamadıklarını bil ve gelecek yıl için iyileştirme planı yap!

Kendimi uzun süre entelektüel olarak ayakta tutmama yol açan dördüncü dersi, Avrupa’nın önde gelen baş editöründen almıştım. Editör kadrosu oldukça genç insanlardan oluşuyordu. Yirmi iki yaşında, yardımcı yönetici editörlerden biri olmuştum. Bunun nedeni çok iyi olmam değildi, hiçbir zaman birinci sınıf bir gazeteci olmadım. Ama 1930’lu yıllarda otuz yaşın üstünde bu tür bir konum için uygun kimse kalmamıştı; hemen hepsi I. Dünya Savaşı’nda ölmüştü. Son derece yüksek ve sorumluluk gerektiren konumlar, benim gibi genç insanlar tarafından dolduruluyordu. Bu durum Pasifik savaşı’ndan on yıl kadar sonra 1950’lerin sonlarına doğru gittiğim Japonya’da da aynıydı.

O sıralar ellili yaşlarında olan baş editörümüz genç ekibini disipline etmek ve eğitmek için sonsuz uğraş veriyordu. Her hafta her birimizle yaptığımız işi ele alıyordu. Yılda iki defa yılbaşından sonra ve tatil iznimizden önce Haziran’ın sonunda bir Cumartesi öğleden sonramızı ve Pazar günümüzü bir değerlendirme toplantısına ayırırdık.

Bu toplantılarda neler konuşulurdu:

Önce geçmiş altı ayı değerlendirerek geçiriyorduk.
  • Editörümüz her zaman iyi yaptığımız şeylerle konuşmaya başlardı.
  • Daha sonra iyi yapmaya çalıştığımız şeylerle konuşmaya devam ederdi.
  • Bir sonraki aşamada yeterince çalışmadığımız şeyler hakkında konuşurdu.
  • Son olarak da kötü yaptığımız ya da başarısız olduğumuz konuların eleştirisini yapardı.

Son iki saatimizi gelecek altı aydaki işimizi öngörmeye ayırırdık.

  • Nelerin üstüne konsantre olmalıyız?
  • Neleri iyileştirmeliyiz?
  • Her birimizin öğrenmesi gerekenler nelerdir?

Bu toplantıdan bir hafta sonra, baş editörümüze izleyen altı ay için bir çalışma ve öğrenme programımızı her birimiz ayrı ayrı verirdik.

Bir önceki yılı değerlendirmek

Yaklaşık on yıl sonra, ABD’ye henüz geldiğimde, bunları hatırladım. 1940’larda önde gelen bir fakültede öğretim üyesiydim, kendi danışmanlık işimi başlatmış ve büyük kitaplar yayımlamaya başlamıştım. Daha sonra Frankfurt’taki editörümün öğrettiğini hatırladım. O zamandan beri, her yaz iki haftamı geçmiş yıldaki çalışmalarımı değerlendirmekle geçiriyorum. Önce iyi yaptığım şeyleri, sonra daha iyi yapabilecek olduğum şeyleri, iyi yapamadığım şeyleri ve son olarak kötü yaptığım ya da yapamadığım şeyleri değerlendiriyorum. Böylece danışmanlık, yazarlık ve öğretim işlerindeki önceliklerimi belirleyebiliyorum.

Hiçbir zaman, Ağustos ayında yaptığım bu planları tam olarak uygulayamadım, ancak bu çalışmalar beni Verdi’nin “mükemmeli yakalamak için çabala” düsturundan gitmeme yardım etti, mükemmel benden hep daha hızlı davranıp kaçtıysa da…

Beşinci Ders: Yeni bir göreve geldiğinde, yapman gerekeni öğren!

Bir sonraki öğrenme deneyimim birkaç yıl sonraydı. 1933’te Frankfurt’tan Londra’ya gittim, önce büyük bir sigorta şirketinin yatırımlar bölümünde analist olarak, daha sonra küçük ama hızlı büyüyen bir bankanın ekonomisti ve üç kıdemli ortağın genel sekreteri olarak çalıştım. Kurucu olan ortak yetmiş yaşlarındaydı ve diğer iki ortak otuzlu yaşlarının ortalarındaydı. Önce iki genç ortakla çalıştım ve daha sonra yaklaşık üç ay sonra yaşlı kurucu ortak beni ofisine çağırdı ve dedi ki:

“Sen buraya geldiğinde seni çok fazla dikkate almamıştım; hala da almıyorum. Ancak sen tahmin ettiğimden daha aptalsın; ve hatta sen hakkın olandan daha fazla aptalsın!”

Diğer iki genç ortaklar, hemen her gün beni göklere çıkarırken, bu ortak beni aptal bulmuştu.

Yeni bir göreve geldiğinde yapman gereken nedir

Yaşlı adam devam etti:

“Sen daha önce çalıştığın sigorta şirketinde çok iyi yatırım analizleri yapıyordun anlıyorum. Ama eğer biz senin yatırım analizi işine devam etmeni isteseydik, seni orada bırakırdık. Sen şu anda ortakların genel sekreterisin ve hala yatırım analizleri yapmaya devam ediyorsun.

Yeni işinde etkili olmak için şu anda ne yapıyor olman gerekirdi?”

Çılgına dönmüştüm, ama yine de yaşlı adamın haklı olduğunu anlıyordum. Davranışımı ve çalışma şeklimi tamamen değiştirdim.

O zamandan beri, ne zaman yeni bir görev alsam, kendime şu soruyu sorarım:

“Yeni görevimde etkili olmak için ne yapmam gerekiyor?”

Bu sorunun cevabı her seferinde farklı olur.

Yaklaşık elli yıldır danışmanım. Birçok ülkede birçok organizasyonla çalıştım. İnsan kaynaklarının en büyük israf yolu, başarısız terfilerdir. Yetenekli insanlar terfi ettikleri yeni konumlarında birer başarı abidesine dönüşmüyorlar. Bunlardan çok azı tamamen başarısız olur. Çok daha büyük bir miktarı, ne başarısız olurlar, ne de başarılı olurlar, sadece ortalama olurlar. Çok azı ise başarılı olur.

(yeni görevinde etkili olmak için ne yapması gerektiğini bulur ve onu yapar ve böylece)

On ya da on beş yıldır yetkin olan insanlar, ne olur da birden yetkinliklerini kaybederler? Aşağı yukarı bütün vakalarda gördüğüm, insanların benim Londra Bankası’nda yaptığım hatayı yaparlar. Yeni görevlerinde, onlara eski görevlerinden terfi etme yoluna açan işleri yapmaya devam ederler. Böylece yetkinliklerini kaybederler, çünkü yanlış şeyleri doğru şekilde yapıyorlardır.

Altıncı Ders: Kararlarını, kararların beklenen sonuçların yaz ve sonra gerçekleşenle tahminlerini karşılaştır.

Birkaç yıl sonra, 1945’lerde İngiltere’den Amerika’ya 1937’de taşındıktan sonra, üç yıllık çalışma konularımdan biri olarak “Erken Modern Avrupa Tarihi”ni seçmiştim, özellikle de beşinci ve altıncı yüzyılları. O dönemde Avrupa’da iki hakim güç vardı. Bunlardan biri, Jesuitler, bir diğeri ise Calvinistler idi.

Bu örgütlerden herhangi biri, kritik bir karar alıyorsa, beklediği sonuçları da yazmak zorundaydı. Dokuz ay sonra, gerçekleşen sonuçlarla tahminlerini de karşılaştırması gerekirdi.

Bu yöntem bir süre sonra,

  • kararı alan kişinin neyi iyi yaptığını ve
  • güçlü yanlarının neler olduğunu gösteriyordu.

Ayrıca

  • ne öğrenmesi gerektiğini ve
  • hangi davranışların değişmesi gerektiğini
  • neleri iyileştirebileceğini de gösteriyordu.

Sonuç olarak,

  • neye yeteneği olmadığını ve neden uzak durması gerektiğini,
  • neyi iyi yapamadığını da gösteriyordu.

Bu yöntemi son elli yılda kendim için de kullandım.
Not: Bu kitabın Geri Bildirim Analizi isimli bölümünde Peter Drucker’ın bu yöntemi nasıl kullandığı da ayrıntılı olarak anlatılmaktadır.

Yedinci Ders:

1949 Aralık ayında New York Üniversitesi’nde yönetim öğretmeye başlamıştım. Babam o sırada yetmiş üç yaşındaydı, California’dan bizi ziyaret etmeye gelmişti. Hemen yılbaşından sonra onun arkadaşı olan ünlü ekonomist Joseph Schumpeter’i ziyarete gittik. Babam emekli olmuştu, ama Schumpeter altmış altı yaşında hala Harvard Üniversitesi’nde ders veriyordu ve Amerikan Ekonomi Derneği’nin aktif başkanlığını yapıyordu.

1902 yılında babam Avusturya Maliye Bakanlığı’nda bürokrat olarak görevliydi ve üniversitede ekonomi öğretiyordu. Genç öğrenciler arasında en parlak olanı Schumpeter idi. Schumpeter, gösterişli, mağrur, iğneleyici bir kendini beğenmişti; babamsa sessiz, nazik ruhlu, kendini yok gösterecek kadar alçakgönüllüydü. Çok farklı olmalarına rağmen çok iyi iki dosta dönüşmüşler ve öyle kalmışlardı.

1949 yılında, Schumpeter çok farklı bir insandı. Altmış altı yaşında ve Harvard’daki son öğretim yılında, kendi şöhretinin doruğundaydı. İki eski dost, eski günlerden konuşarak harika vakit geçirdiler; ikisi de Avusturya’da yetişmiş ve çalışmışlardı ve ikisi de sonunda Amerika’ya gelmişlerdi. Schumpeter 1932’de babamsa dört yıl sonra. Sohbet sırasında babam aniden sordu:

“Joseph, neyle hatırlanmak istediğin hakkında hiç konuşuyor musun?”

Schumpeter, bir kahkaha patlattı, öyle ki ben bile güldüm. Schumpeter’in otuz kadar kitabı yayımlanmıştı ve iki tanesi baş yapıt sayılabilecek iki ekonomi kitabıydı, Schumpeter zaten bunlarla ünlenmişti. Belki gençliğinde sormuş olsaydık, muhtemelen Schumpeter, Avrupa’da kadınların en çok sevdiği adam, Avrupa’nın en iyi at binicisi ve dünyanın en büyük ekonomisti olarak hatırlanmak isteyecekti.

Schumpeter şöyle cevap verdi:

“Bu soru hala benim için önemli, ama artık bu soru için daha farklı bir cevabım var. Artık yarım düzine öğrenciyi, birinci sınıf ekonomistlere dönüştürmüş olmakla hatırlanmak istiyorum.”

Babamın yüzündeki hayret dolu ifadeyi görmüş olarak sözlerine devam etti:

“Biliyorsun, Adolph, artık kitaplarla ya da teorilerle anımsanmanın yeterli olmadığını bildiğim bir yaştayım. Birisinin yarattığı fark, eğer bir başka insanın yaşamında fark yaratmıyorsa, o kişi fark yaratmış sayılmaz.”

Babamın Schumpeter’i ziyaret etmesinin nedenlerinden biri de, Schumpeter’in hasta olması ve çok uzun yaşamasının beklenmemesiydi. Gerçekten de bizim ziyaretimizden beş gün sonra Schumpeter öldü.

Bu konuşmayı hiç unutmuyorum. Bu konuşmadan üç şey öğrendim:

  1. İnsan öldükten sonra neyle hatırlanmak istediğini kendine sormalı.
  2. Bu sorunun cevabı yaşlandıkça, olgunlaştıkça, dünya değiştikçe değişmeli.
  3. Hatırlanmaya değer olan, birinin başkalarının yaşamlarında yarattığı (olumlu) farklardır.

Not: Peter Drucker’ın Hayatındaki 7 Ders, Peter Drucker’ın Isao Nakauchi ile yaptığı mektuplaşmalardan oluşan bir kitap olan Drucker on Asia’dan derlenmiştir (Drucker on Asia, Butterworth Heinemann, Boston, 1997, sf. 102-110).

****

Peter Drucker’ın hayatındaki yedi dersi ilk olarak 1997 yılında okuduğumda çok etkilenmiştim.

Kitabın bir incelemesiyle birlikte, bu yedi dersin yukarıdakinden daha kısa bir özetini GYİAD’ın Değişim dergisi için hazırlamıştım. Ne var ki, o zaman GYİAD’ın dergisinden sorumlu olan Yönetim Kurulu Üyesi Hüsamettin Beyazıt, yazıyı uzun bularak kendi kafasınca kısaltarak çok önemli olan yukarıdaki bölümü çıkartmıştı.

****

Yukarıdaki metni açıklamaya ve yorumlamaya çok gerek yok aslında, ama yine de birkaç konuyu vurgulamak istiyorum.

Yönetim dünyasında otoritelerin otoritesi sayılan Peter Drucker, liseden hemen sonra çalışmayı tercih ettiyse de okumayı hiç bırakmamış. Kütüphaneler bitirdiğini tahmin ettiğim Peter Drucker’ın başarısı önemli ölçüde çalışmaya bağlıdır.
Liseden sonra Viyana’dan niçin Hamburg’a gittiğini bilmiyoruz. Pek ala Viyana’da bir stajyerlik bulabilirdi. Ancak kendi ayakları üstünde durmak ve belki de ailesinin şemsiyesinin altında artık çıkmak ve kendi kanatlarıyla uçmak üzere ayrılmıştı.

Yukarıdaki metinde üniversiteyi ve hukuk disiplinini hafife alan deyimler olsa da, Peter Drucker, uluslar arası hukuk konularında dahi otuz yaşından önce ders verecek kadar bu konuları da çalışmıştır.

Peter Drucker’ın yaşamında anlaşılan o ki sanat da önemli ölçüde yer almaktadır. Hamburg’da bulunduğu sırada haftada bir operaya gittiğini dikkate alacak olursak, kişisel gelişim konusuna kafayı takmış olanların sürekli olarak tiyatro, opera, konserler, dans gösterisi gibi etkinliklerden kafalarını çıkarmaması gerektiğini söyleyebiliriz.

Peter Drucker’ı sıra dışı yapan bir özelliği de, araştırmacılığı ve takipçiliği. Verdi’nin Fallstaff’ına gidip “vay be” deyip bırakabilirdi, ama o kütüphanelere gidip Verdi ile ilgili yazılmış kitapları, söyleşileri okumayı tercih etti.

Peter Drucker’ın hayatındaki önemli kavramlardan bir tanesi de coğrafi hareketlilik.

Hamburg’dan Frankfurt’a, Frankfurt’tan Londra’ya, Londa’dan New York’a, New York’tan California’ya gitmiş. Bu arada Japonya’da 1950’lerin sonunda kaldığını biliyoruz. Peter Drucker’ın biyografisini okumuş biri olarak söyleyebilirim ki, Peter Drucker her gittiği şehirde hediyesini almış. Hamburg’a gitmeseymiş belki de Fallstaff’ı çok genç dinleyecekmiş. Hamburg’a gitmeseymiş, hayatımın yedi öğrenmesinden biri dediği dersi editöründen alamayacakmış. Londra’ya gitmeseymiş eşi Dorothy ile evlenemeyecekmiş. Amerika’ya gitmeseymiş danışmanlık kariyeri belki de başlamayacakmış.

Dünya üstünde ya da bir ülke içinde şehir değiştirmeden geçirilen bir yaşamda karşılaşılan iş ve öğrenme fırsatları, anlaşılan o ki, çok daha az.

“T” tipi öğrenme diye bir kavram kullanıyorum. T tipi öğrenme, belirli bir konunun tarihi gelişimini bilmeyi (T’nin dik çizgisi) ve konuyu genişlemesine bilmeyi (T’nin üst yatay çizgisi) gerektiriyor. Çocuk doktorları için T tipi öğrenme, hem çocuk doktorluğunun tarihi gelişimini bilmeyi, hem de genel olarak çocuk doktorluğunu bilmeyi kapsıyor. Eğer bir insan yaşamına, birden fazla konuda T tipi öğrenme sığdırabiliyorsa, o insan içine girdiği birçok alanda yaratıcı olabilir. Çünkü yaratıcılık, temelde farklı alanlardaki bilgilerin bağlanarak yeni bilgi üretme sürecidir. Yine farklı alanların tarihsel gelişimini bilme, geleceği de okumaya yardım eden önemli girdilerden biridir. Tarihin her hangi bir dilimi, ondan önceki dönemler için gelecektir. Örneğin, 1950 yılı, 1900 ya da 1850 için gelecektir. Peter Drucker gibi belirli bir alanın tarihini çalışmak, başka alanların gelişimini öngörmek için benzetim yapmaya fırsat verir. Gelecekte ne olacağını bilmek ise, dünyadaki en önemli bilgilerdendir.

Melih Arat ile Extra-Ordinary Bir Söyleşi


Beyoğlu’nda Richmond Oteli’n Boğaz Manzaralı kafesindeyiz. Sıra Dışı Yaşam Becerileri Seminer Programının mimarı ve konuşmacısı Melih Arat, hazırladığım sorulara bakıyor ve birden soruları bırakıyor ve masanın üstündeki kahve mönüsüne odaklanıyor. Mönü elindeyken, dalgın bir şekilde bir şeyler mırıldanmaya başlıyor. “Risistrato-direnç, arpegerotto-arpej, kaprisisso-kapris, Roma-Roma, volume-volüm, kozi-kozi, levantorrette-lavanta, dekafeine-kafeinsiz…” Ardından bana dönerek soru listemdeki soruları, mönüyü okurken çağrıştırdığı kelimelerle birleştiriyor. Sorular birden bire hazırlandıklarından çok daha ilginç oluyorlar.


Kadın kaprisleri, erkekleri yaratıcı kılıyor mu?

Kadın kaprisleri, aslında erkekleri yaratıcı kılmak için için birer fırsat olsa da, çoğunlukla bu fırsatlar harcanmaktadır. Kapris, gereksiz bir istekte bulunarak huysuzlanmak olarak tanımlanır. Erkekler dünyaya fonksiyonel/işlevsel bir bakış açısıyla baktıklarından kadınların birçok isteklerini gereksiz bulurlar. İsteği gerçekleşmeyen bir kadın da aslında haklı olarak huysuzlanır. Kapris, biraz tutturmaya benzer. Tutturma, bir tür odaklanma ya da konsantrasyon olarak tanımlanabilir. Bir tutturmayla savaşılmaz, ortaya ancak başka bir tutku koyarsanız onu unutturabilirsiniz. Diyelim ki, özel bir marka ruj diye tutturan kadının istediği ruj bulunamıyorsa ona başka marka bir ruj almak yaratıcı bir yaklaşım değildir. Ama birçok erkek, bu tür bir olayda “o ruj ya da bu ruj… ne fark eder ki!” der başka bir ruju alıp gelir. Yaratıcı bir erkek, istenilen ruju bulamadığında gidip başka bir ruj almaz, gidip bir demet gül alır, iki tane de sinema bileti…
Kaprislerin bir çoğu kriz kabul edilebilir erkekler için ve kriz yaratıcılık için fırsat yaratır.

Pena bir gitaristin gitarını daha iyi çalmasına yol açıyorsa, yaratıcı bir insanın daha çok yaratıcı olmasına yardım eden araç nedir?

Yaratıcılık, tanım olarak bağlama yapmaktır. İki ilgisiz şeyi birbirine bağladığınızda, bu bağlantıda arzu edilen yönde çalışıyorsa bu yaratıcılıktır. Örneğin, bir oto kaportacısı, kartvizitine “estetik cerrahı” yazarsa bu yaratıcılık kabul edilebilir. Duvar saatini gün ay ve yılı gösteren bir bölümü bağlamak yaratıcılık sayılır. Son Coca Cola reklamında ayakkabı boyacısının fırçasının kenarını tezgahına vurması, açılıp kapanan pres ütüler, dansçıların topuk sesleri, kokoreççinin tezgaha vurduğu spatulanın sesi bağlanıyor ve ortaya bir tür konser çıkıyor. Bu konseri de bir meşrubata bağladığınızda yaratıcı bir reklama yapılmış oluyor. Eğer siz ilgisiz iki ya da daha çok şeyi birbirine uygun şekilde bağlayabiliyorsanız yaratıcı oluyorsunuz.
Gitarın tellerine vurulan bir pena, müziğin daha güçlü çıkmasına yol açıyorsa, yaratıcılığın güçlenmesine de yol açan bir imla kılavuzu ya da sözlüktür. Herhangi bir sorun karşısında içinde bulunduğunuz zihinsel kutudan en hızlı şekilde çıkmanıza farklı kelime ve kavramlar yardım edebilir. Diyelim ki, evdesiniz eşiniz sizinle küstü ve onunla iletişim kurmak için yol bulamıyorsunuz. Bir sözlük açtınız ve rast gele okuduğunuz kelimelerle düşünüyorsunuz, “bunlardan hangisini ilişkime bağlayarak eşimi konuşturabilirim?” diye. İşte bir sözlük, bir imla kılavuzu size bir sürü ilgisiz bağlantı yapmanıza fırsat veren kelime getirir. Sözlükler, ansiklopediler ya da imla kılavuzları, zaten işlek bir zihne hız katacak, güç katacak penalardır aslında.

Yaratıcı olmak için Roma’ya ya da başka bir şehre gitmeye ihtiyaç var mı?
Yaratıcı olmak için Roma, Floransa, İstanbul herhangi bir şehre gidebilirsiniz. Dünya şehirlerine seyahatleriniz ne kadar fazla olursa, bu seyahatler bir problem karşısında o seyahatte gördüğünüz bir kavram ya da olguyu çözüm oluşturacak bir modelde bir soruna bağlamınıza fırsat verir. Fiat’ın Palio isimli arabasının anlamı, İtalya’da düzenlenen bir yarışta birinciye verilen şalın adıdır. Seattle’a bundan on yıl önce gitmiş olsaydınız belki Türkiye’ye Starbucks kahvesini ilk siz getirerek zenginleşme probleminizi çözerdiniz. Londra’daki balmumu heykel müzesini gezmiş olsaydınız belki bu müzede geçen bir cinayet romanı yazabilirdiniz. Gitmediğiniz şehirlere ilişkin bilgi, olgu ve nesneleri yaratıcı bir şekilde ele alamazsınız.

Lavanta kokusu ya da benzeri başka şeyler, brandy, alkollü içkiler ya da esrar insanın yaratıcı olmasına ne ölçüde yardım eder?

Bir soru ya da sorun olduğu zaman, beyin hücreleri birbirleriyle bağlantı kurarak bu soru ya da soruna beyin hücrelerinde cevap ararlar. Alkollü içkiler, esrar hücreler arasında bağlantıyı zayıflatır. Bu anlamda yaratıcılığa katkısı pek yoktur denilebilir.

Bununla birlikte, reklam dünyasının en büyük otoritelerinden David Ogilvy bir kampanya tasarlamaya başlamadan önce bir Brandy içerdi. Eğer alkol beyin hücrelerinin birbirine bağlanmasını engelliyorsa, içki nasıl olurda daha iyi hayal kurmaya neden olabilir?
Beyin günlük yaşamda Beta dalga seviyesinde bulunuyor. Gevşeme halinde Alfa’ya iniyor. Derin meditasyon halinde Teta’ya iniyor ve uyku halinde Delta dalgasına geçiyor. Yaratıcılık daha çok Teta ve Delta sırasında ortaya çıkıyor. Bunun nedeni bilinç altınızdan bilince doğru köprüler kurulabilmesidir. Belki de biraz Brandy gevşemeye yol açarak beynin Alfa ya da Teta dalgaları arasına girmesine ve yaratıcı köprüler kurmasına yol açıyordur.

Alkollü içkiler yerine meditasyon için kullanılan müzikleri dinlemeyi öneririm.

“Kozi” yerler yaratıcılığı artırabilir mi? Mekanla yaratıcılık arasında bir ilişki var?

Bir önceki sorudan hareket edersek, kozi yerler, şart olmamakla birlikte yaratıcılığı artırabilir. Gevşeme ya da rahat olma, yaratıcı düşünce için girdi olabilir. Birçok yenilikçi iş fikri, sıkıcı modern bir ofiste değil, insanların kendilerini rahat hissettiği bir kafede peçete üstünde ortaya çıkmıştır.
Amerika’nın yaratıcı ve yenilikçi bir ülke olmasının temel nedenlerinden biri evlerinin garajları olmasıdır. Garaj özellikle, erkeklerin kendilerini rahat hissettikleri bir şeyleri takıp dağıtabildikleri, birçok deneme yapabildikleri yerlerdir. Kadınların da kendilerini rahat hissettikleri yerlerden biri mutfaktır. Onlar da orada her istediklerini yapabilmektedir. Bu sözlerimden şabloncu bir şekilde erkeklere garajı, kadınlara da mutfağı yakıştırdığım çıkmasın. Vurgulamak istediğim yaratıcılık kırıp dökmenin, takıp sökmenin serbest olduğu ortamlarda ortaya çıkar. Her şeyin aşırı düzenli olduğu, sınırlara ve şekle aşırı önem verilen ortamlar yaratıcılığı da sınırlar.
Bununla birlikte dağınıkların daha yaratıcı olduğu da doğru değildir. Yaratıcı olmak, malzemeleri işe yarar bir model bir araya getirmek demektir. Eğer malzemeler bulunamayacak kadar dağınıksa bir araya getirilemez. Yaratıcılık, belirli bir düzen içinde sınırlı dağınıklığı getirir.

Yaratıcı insanların volümü yüksek midir? Vurgulu mudurlar?

“Bir fikirden daha tehlikeli bir şey yoktur; özellikle elinizde sadece tek bir fikir varsa...” diye bir söz vardır. Yaratıcı insanlar, fikir makinesi gibidirler, herhangi bir soruna oldukça hızlı bir şekilde yüzlerce çözüm önerisi getirebilirler. Tek bir fikre takılıp kalmazlar. Yaratıcı bir insan, saçları gür olan bir baş gibidir, fikirler ise saç gibidir, birileri dökülürken yenileri biter…

Yaratıcı insanların toplum içinde vurgulu olarak yaşarlar. Onları bir şekilde fark edersiniz. Bazısı ürünleriyle, giyimiyle kuşamıyla, ses tonuyla, esprisiyle fark edilir. Bazısı ise tam aksine içine kapanıklığıyla, eserlerini bile herkesten saklarlar. Kendini içten içe gizlemeye çalışanları da vardır. Yaratıcı insanlar, ürünlerini ve kendilerini narsizme yaklaşan bir seviyede severler.

Yaratıcı insanları işlek zekalı olarak tanımlayabiliriz. Onların zihinlerini, sürekli hareket halinde olan bir futbol topuna benzetebiliriz. Hareket halinde olan bir futbol topuna ufak bir ayak darbesiyle vurmak topun olduğu gibi yönünü değiştirebilir. Küçük bir ayak hareketiyle / düşünce darbesiyle topun / zihnin bir başka noktaya ulaşmasına yol açar. Otomobillerin de dördüncü vitesteyken hızlanması ya da sağa sola dönmesi, duruş halinde bir arabanın hızlanmasından / sağa sola döndürülmesinden daha kolaydır.

İşte yaratıcı insanlarla, yaratıcı olmayan insanları ayıran temel fark budur. Yaratıcı olanlar zihinlerini sürekli hareket halinde tutarlar. Olmayanlar duran bir topu harekete geçirmek için her zaman sert bir şut çekmek zorundadır.

Yaratıcı direnç bir kavram var mı? Varsa nasıl bir şey?

Direnç kelimesi bazen olumsuz bir anlam çağrıştırsa da, yaratıcı direnç olumlu bir kavramdır. Yaratıcı bir insanın, yüksek beklenti standartlarından vazgeçmemesi anlamına gelir. Yaratıcı direnç, istediklerini büyük bir ısrarla ve taviz vermez bir şekilde talep etmeye ve istediklerinin dışında getirilenleri / önerilenleri inatçı bir şekilde reddetmekle ortaya çıkar.

Örneğin, yaratıcı dirence sahip bir yönetici, muhteşem bir sonuç ve bu muhteşem sonuca giden anlatıldığında hayran bırakan bir plan duymak ister. Bu tür bir yöneticiyle çalışmak zordur. Çünkü getirdiğiniz neredeyse hiçbir öneriyi beğenmez. Ancak bu tür bir yönetici, astının kendini geliştirmesine, astının kendi düşünce sınırlarını zorlamasına yol açar.

Yaratıcı dirence sahip yönetici, bir avcı uçak pilotu gibidir. Hedefini vurmaya odaklanmıştır. Hedefinin dışında binlerce vurulabilecek cisim gösterebilirsiniz, ama hiçbirini kabul etmez. Bu tür yöneticiler, bazen otokratik, kibirli yöneticilerle karıştırılır. Çünkü bu yöneticiler de astlarının yaptıklarını beğenmezler. Ancak yaratıcı dirence sahip yöneticilerin kendi ürünleri de yaratıcıdır ve kendi yaptıkları işleri de beğenirler. Sadece otokratik olanlarsa sıradandır ve sıradan ürünler ortaya koyarlar.

Kahve yaratıcılığı artırıyorsa, dekafeine kahve yaratıcılığı ne yapar?

İnsanlar, etkili şeyleri seviyorlar. Sınavdan önce çikolata yemek, uyanık durmak için kahve içmek gibi. İnsan biyolojisini dış girdilerle harekete geçirebilirsiniz. Ancak araştırmalar pseude (sahte) ilaçların da %35 oranında aynı tesiri yarattığını göstermiştir. Hastasına ilaç yerine, ilaç görüntüsünde zararsız bir hap veren doktorların hastalarının %35’i iyileşmiştir. İnsan iyileşeceğine inanıyorsa iyileşiyor. Kahve içerseniz yaratıcı olacağınızı düşünüyorsanız olursunuz, dekafeine kahveden de ne yapmasını isterseniz size onu yapacaktır.

Sıra Dışı Yaşam Becerileri isimli bir seminer programı yapıyorsunuz. Bu seminer hakkında bilgi alabilir miyiz?

12 hafta süren bir kişisel yaratıcılık ve gelişim programı. Seminerlerde önce sıra dışı olmak ve yaratıcı olmak nedir sorularının cevaplarını arıyoruz. Daha sonra yaratıcı düşünme teknikleri; alfabetik çapraz düşünme teknikleriyle katılımcıların zihinsel zincirlerini kırmasına yardım edecek araçlar kazandırmaya çalışıyoruz. İlerleyen haftalarda odaklanma, sıra dışı konuşma ve sıra dışı yazma gibi konuları ele alıyoruz. Şu anda Boğaziçi Üniversitesi Mezunları Derneği-BÜMED, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Müzesi ve İzmir’de Alsancak Kültür Merkezi işbirliğiyle programı gerçekleştiriyoruz. Programla ilgili daha ayrıntılı bilgi http://www.meliharat.com/ adresinden alınabilir. Ayrıca sitede üyelik bölümü abone olunursa her hafta bir makalem grup üyelerine ulaştırılıyor.